AnnemariePieper, Etiğe Giriş adlı yapıtında felsefî bir disiplin olarak etiği, kabaca ‘ahlaksal olanın araştırılması’ olarak belirler. Bu haliyle, ona göre etik, ‘ahlakilik’ kavramını temellendirmek üzere insan pratiğini, mevcut ahlakilik koşulları bakımından irdeleyen felsefi bir disiplindir. Burada ‘ahlakilik’, bir eylemi ahlaksal bakımdan iyi bir eylem olarak nitelemeyi mümkün kılan koşulları ifade etmektedir. Bu koşullar, özerklik, özgürlük, iyi niyet, farkındalık, sorumluluk, seçenekleri analiz etme, karar verme vb. pek çok öğeyi içselleştiren bir süreci gerektirir. Kuşkusuz bu süreçte, ahlakilik bakımından köklü ikilemler de vardır. Bu ikilemlerin en önemlileri, özerklikle-dışsal otorite arasındaki gerilimde ortaya çıkar.
Ahlakiliğin koşullarını sadece felsefeciler mi araştırır?
Bunun böyle olduğunu ileri sürmek çok kolay değildir; çünkü etik üzerinde düşünmek ve bir eylemi neyin ve hangi koşul ya da koşulların ahlaki kıldığını araştırmak salt felsefecilerin ve etik uzmanlarının işi olmasa gerekir. Her insan doğası gereği ahlaki eylemlerde bulunduğu için, bu sorgulama her insanı kuşatır. Eylemsel yaşamda karşılaşılan çelişkiler, tutarsızlıklar, eylemlerin bizim ve diğerlerinin üzerinde doğurduğu olumlu ve olumsuz sonuçlar, değerlerin çatışması, insanı bir şekilde etik sorular sormaya ve eylemleri iyi ya da kötü yapan şeyin ne olduğunu araştırmaya yönlendirir. Bu haliyle, çelişkiler, tutarsızlıklar, düşünceler vb. olmadan etik sorular, dolayısıyla etik de var olmaz. Öte yandan etiğin araştırma nesnesi olan ahlakilik ve ahlakiliğin koşulları, ahlak kavramının varlığını zorunlu kılar.
Peki, ahlak kavramı nasıl doğar ve insan yaşamında nasıl gündeme gelir? Bu soru önemlidir; çünkü özerklik-dışsal otorite ikileminin temeli buradadır.
Ahlakın köklü bir toplumsal bağının olduğu açıktır; zira o insan ilişkilerinde açığa çıkar. Bir çocuğun, dünyaya geldiği sosyo-kültürel çevrede, çevresinde sadece olup bitenleri seyretmek ve algılamakla kalmayıp, aynı zamanda varolan kültür ve kültürel normlar tarafından yönlendirildiğini biliyoruz. İşte bu yönlendirme çabası, bir yandan dışsal buyrukları gündeme getirirken, öte yandan çocuğa, istediği her şeye ulaşamayacağını, birtakım engellerle karşılaşacağını gösterir. Bu engeller, genel olarak bakıldığında, ‘fiziksel ve kültürel engeller’ olarak öbeklenebilir. Fiziksel engeller, insan yapısından ve doğadan kaynaklanır. Kültürel engeller ise yapaydır, sosyalleşme ve kültürlenme süreci içerisinde çocuklara yetişkinler tarafından aktarılır. Hatta bu süreçte formel eğitim bile bir araç olarak kullanılır. Çocuk zamanla ‘yapmalısın, yapmamalısın’ söylemlerinden belli bir kültür ortamında ‘yapılabilecek ve yapılamayacak olanların’ bilgisine ulaşır. Bu bilgi sayesinde salt kendisinin yapıp edemeyeceklerini değil, diğer insanların yaptıklarını belli kurallara göre yargılamayı da öğrenir. Yani toplumsal değerler vicdanda süreç içerisinde içselleştirilir. Tam bu bağlamda, çocuk psikolojisi uzmanı olan Piaget’ye kulak vermek gerekte yarar vardır.
Piaget’ye bakılırsa, ahlak, bir kurallar sistemidir ve ahlakiliğin özünde, bireyin bu kurallara karşı duyduğu saygı öğrenilmiş yatar. Çocuk saygı duyulması gereken ahlaki kuralları, büyük oranda yetişkinlerden hazır olarak alır. Ona göre, “kural pratiği” ile “kural bilinci” arasında köklü fark vardır. Çocuk, kendisine yöneltilen buyruklar ve kurallara itaat ederek ve onları yaşama geçirerek önce kuralların pratiğini öğrenir; bu tıpkı oyun sırasında oyunun kurallarını sorgulamadan öğrenmesine ve uymasına benzer. Ödev bilincinin ilk şekillenmeleri, esas olarak başkaları tarafından konulmuş yasalara tabidir; zira çocuk, kuralları dışarıdan gelen kendi tercihleri dışındaki buyruklar olarak içselleştirir. Piaget, çocuğun, ödevleri ve buna ilişkin değerleri bilinçten bağımsız olarak var oldukları ve zorlayıcı olarak yorumlamaları durumuna “ahlaki gerçekçilik” adını verir. Buna göre, ahlaki gerçeklik bireyden bağımsızdır; ona dışsaldır, emredicidir. Buna bağlı olarak o, ödev ahlakının esasen çocuğun kendi iradesi ve istekleri dışında belirlendiğini belirtir. Bu açıdan çocuk için iyi demek, yetişkinlerin isteklerine itaat etmek, kötü olmak ise, kendi isteklerine göre hareket etmektir. Çocuklar bu evrede, eylemleri niyetine bakarak değil, nesnel olan sonuçlarına bakarak yargılarlar. Çocukluğun ilk yıllarındaki bu “dışa bağlı evreyi”, çocuğun kendi kararlarını kendisinin belirlemeye başladığı, niyetlerin öneminin ön plana çıktığı “özerk evreye geçiş” dönemi izler. Bu geçiş döneminde çocuk, bir kurala ailesi ya da büyükler ya da kültür buyurduğu için değil, o kurala kendisi istediği için uyar. Kural belli bir dereceye değin genelleştirilir ve yetişkinlerin uyarısına gerek kalmadan yaşama geçirilir. Bu evrede çocuk, kuralların yalnızca yetişkinlerin iktidar alanı olmadığını, ortak bir pratiğin ürünü olduğunu öğrendiği için ona uyar. Bu dönemde iyi, ortak çabanın sonucudur; büyük ölçüde toplumsaldır. Bu geçiş evresini, Piaget’ye göre, kuralların bilinçli olarak benimsenmesine ve yargılanmasına dayalı gerçek ahlak izler. Bu çocuğun, yetişkinler ve kültür tarafından kendisine aktarılan kurallara eleştirel yaklaşarak onları ahlakilikleri açısından kontrol edebileceği, kanılarını kendi özbilinciyle oluşturabileceği özerk ahlaki aşamadır. Gerçek ahlakiliğin ortaya çıktığı bu dönemde, çocuk açısından, bir davranışı ahlaki olarak nitelendirmek için, içeriğinin dışarıdan bakıldığında genel kabul gören kurallara uygun düşmesi yetmez; ayrıca bilincinin ahlakiliğe, özerk bir iyiye ulaşma çabası ve bizzat önerilen kuralların değerlerini yargılamak önem taşır. Böylelikle, başlangıçta otoritelerin buyruklarını tartışmasız yerine getirme davranışı, yerini yeni özerk bir ahlaka bırakır. Artık çocuk eylemlerinin sorumluluğunu üstlenen ahlaki bir özneye dönüşür. Normların karşılıklı sözleşmeyle oluşturulduğunun kabul edilmesine dayanan özerkliğin kavranmasıyla, yani iyinin bilinçli olarak kavranmasıyla dıştan kural dayatma aşaması sona erer ve ahlakilik bilinçte ortaya çıkar. Bu özerk dönemle birlikte, yetke ve kuralların sorgulanmaya başlaması, yaşam boyu devam eder ve kişi sürekli olarak bilinçte ahlakiliği araştıran sorular sorar. Ancak, bu soru sorma sürecinin kültür ve yetişkinler, tarafından engellenmemesi gerekir. Engellenmesi halinde, özerklik, gelişimini sürdüremez. Bu açıdan, ahlaki özerkliğin, ahlaki özne olmanın kültür tarafından teşvik şarttır. Bunu teşvik etmeyen kültürler, dışa başlı ahlaki evreden kurtulamaz; onların ahlak anlayışı, kutsanan burukları, töreleri, ananenleri vb.yi geçemez.
Paiget’nin gündeme getirdiği, özerkliğin gelişememe hali, tam da I. Kant’ın Aydınlanma nedir’ adlı yazısında dile getirdiği şu pasajda açığa çıkan ergin olmayış durumunu anımsatır:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Aklını kendin kullanmak cesaretini göster, sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır. Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Zira ergin olmama durumu çok rahattır. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, artık zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Çünkü para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayak bağı olurlar.”
AnnemariePieper, ilk bakışta Kant’ın bu söylemini, Piaget’nin dış kaynaklı yasalara bağlı olma dediği çocukluk evresinin yetişkinlerin dünyasına kadar uzandığı şeklinde yorumlamanın mümkün olduğunu söyler. Ancak bu bağlamda şu farkın gözden kaçırılmamasını talep eder:
Çocuğun ergin olmayışı doğal bir durumdur ve kendi kabahati değildir. Oysa tembelliği, yüreksizliği ya da kolaycılığı, rahatı seçerek özgürlüğünü kullanamadığından dolayı ergin olamayan yetişkin insanın kendisi kabahatlidir, kendisi suçludur. Eyleme geçmeyi zahmetli bulduğu için kendisi yerine başkaları eyleme geçer. Kendisini özgürlükten bu şekilde yoksun kılmak, ahlaki değildir. Ergin olmamış insan, özgürlüğünü elde etmesi gerektiği, ne denli özgür olacağının kendisine bağlı olduğu ve özgürleşmek için cesur olması, riske girmesi ve kararlar verebilmesi gerektiği konusunda tam da bu açıdan aydınlatılmalıdır. Bu nedenle bir insan ancak iyi olanın kendisine dogmatik bir biçimde emredilmesini istemediği, düşünce açısından olgunlaştığı, hem kendi çıkarlarıyla kendisinin hem de başkalarının yargılarıyla kendi arasına eleştirel bir mesafe koyarak bir insan topluluğu ya da tüm insanlar için hangi amaçlar iyi, bir diğer deyişle, elde etmeye değer amaçlar olduğuna kendi karar verdiğinde ahlakilik boyutuna ulaşmış sayılır. Bu boyut ahlaki olanı özerk bir biçimde kararlaştırma ve eylemin sorumluluğunu üstlenme açısından da zorunludur. Zira kendi karar vermeyip başkalarının kararlarını uygulayan kişi, eylemin sonuçları kötü olursa daima suçu başkasına atar ve kendini sorumlu tutmaz.
Şu halde Bakunin’in dediği gibi, ‘otorite ilkesi, çocuğun eğitiminde doğal bir çıkış noktası oluşturur. Bu ilke, henüz aklı ermeyen küçük yaştaki çocuklara uygulandığında yasal ve gereklidir. Ancak her şeyin ve sonuçta eğitimin de, gelişimi içinde çıkış noktası aşama aşama inkar edileceğinden, eğitim ve öğretim ilerledikçe, bu ilkenin uygulanmasına daha az yer verilerek özgürlüğün dozu artırılmalıdır. Her akılcı eğitim, temelde, otoritenin özgürlük lehine yavaş yavaş bir yana bırakılmasından başka bir şey değildir. Eğitimin zorunlu amacı, nihai olarak, başkalarının özgürlüğüne sevgi ve saygıyla dolu özgür insanların yetiştirilmesidir. Bundan ötürü, çocuk daha henüz yeni yeni konuşmaya çalışırken başlayan eğitimin ilk gününde otorite her şey, özgürlük ise hiçbir şey iken, eğitimin son gününde, özgürlük her şey olmalı, hayvansal ya da kutsal otorite ilkesi geride en küçük bir kırıntı kalmamacasına ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü gelişmiş ve yaşını başını almış insanlara uygulanan otorite ilkesi, insanlığın canavarca, adilce inkarı ile köleliğin, entelektüel ve ahlaki bozulmanın kaynağı haline gelir.’
Tekrar etmek pahasına söylersek, etik ahlakiliği konu alır, ahlakilik ahlakı var sayar. Ahlakiliği araştıran etik sorular sorabilmek ise özerkliği gerektirir. Kant’tan ve Bakunin’den yola çıkarak söylersek, etik sorular sormak ergin olmayı, otoriteleri bir kenara bırakmayı gerektirir. Özerkliğe kavuşmuş her insan, yaşamda sürekli olarak etik sorular sorar. Sözgelimi, özensiz çalıştığımız için kendimize kızdığımızda, televizyondaki bir reklamı izlerken öfkelendiğimizde, onların uyuşturucu etkisini tartıştığımızda, siyasal gelişmeler karşısında sinirlendiğimizde, başkalarına tavsiyelerde bulunduğumuzda, doğruyu söylemekle insanları kırmamak ilkeleri çeliştiğinde, gazetedeki bir yorumu benimserken takındığımız tutumda vb. hep değerler dizgesi bulunmaktadır ve altlarında etik kaygılar ve etik sorular bulunmaktadır.
Verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi, her şeyi hemen ahlaki açıdan yargılayıp, ahlaki olanın esasen ne olduğunu, ahlaki eylemin bir anlamının olup olmadığını, böylesi bir eylemi nasıl temellendireceğini ve açıklayabileceğini soran kişi etik yapmaya başlamış demektir.
Burada etiğin ne yaptığını anlamak için bir hususa daha değinmek gerekmektedir. O husus, etiğin bir eylemin ahlaki diye nitelenebilmesi için yerine getirilmesi gereken koşulları tamamen biçimsel açıdan ele alması, ahlaksal olanla ilintili bütün soruları çok genel, ilkesel ve soyut bir düzlemde tartışmasıdır. Bundan dolayı etik, hangi somut amaçların, tek tek iyi, herkes için ulaşılmaya değer amaçlar olduğunu belirlemez; daha çok, ölçütleri belirler ve ölçütlere göre hangi amacın iyi amaç olarak kabul edilmesinin bağlayıcı olabileceğini gösterebilir.
Etik iyi olana değil, bir şeyin iyi olduğu hükmüne nasıl varıldığını söyler. Etik ahlak üretmez; ahlak üzerinde konuşur. Onun ahlakı refleksif olarak ele aldığını, ahlaki bilincimizi nesne haline getirdiğini ve ahlakilik konusunda karar verme süreçlerimizi nesneleştirdiğini söyleyebiliriz. Etiğin temel konusunu oluşturan ahlakiliği oluşturan koşulları teker teker sıralarsak, şunlar karşımıza çıkar: Davranışın özerk olması, ussal bir temele dayanması; bilinçli bir seçimi gerektirmesi, özgür oluşu temele alması, yükümlülüğü varsayması, vicdani bir temeli olması, iyi niyete dayanması, iyiyi amaçlaması ve bir sonuç doğurması gerekir. Ahlakiliğin koşulları olan söz konusu unsurlar, aslında ahlak üzerinde konuşabilmenin, ahlaki bir eylemden söz edebilmenin de önkoşuludurlar.
Şu halde, etik özne olabilmek için, özerkliği gerektiren özne olma, seçimler yapma, seçimlerin sorumluluğunu üstlenme, niyet ve sonuçları bir arada düşünme, yargılama, sonuçlama ve dışsal otoriteleri sorgulamak gerekmektedir. Yani ahlaki özne olmak, aydınlanmayı ve özerkliği gerektirir. Bu koşullara sahip olmayan, insanlar, dışa bağlı yaşarlar, sorumluluktan kaçarlar, eylemlerini sadece buyruklarla açıklarlar; tıpkı bir çocuk gibidirler. Onlar için ahlak, dini bir buyruğu, dışsal güçlü bir otoritenin emrini, ya da toplumun genelinin istemini düşünüp taşınmadan, eleştirel bir sorgulamaya tabi tutmadan yerine getirmekten ibarettir. Buyruğu yerine getirdikleri için, eylemlerinden kendilerini de genelde sorumlu tutmazlar. Onların gerçek ahlaki özne olduğu söylenmez. İşte sırf bu yüzden, ahlakın dışsal otoritelerden arındırılıp içselleştirilmesi, insanileştirilmesi gerekir. Ahlaki bilinci geliştirmeyi isteyen eğitimin de, çocukların özerkliğini teşvik etmesi, dogmaları bir kenara bırakması gerekir. Otoritelere bağlı ahlaki bilinç, gerçek ahlaki bilinç değildir; otoriteler öldürmeyi emretse bile bu bilinçte olanlar, düşünmedenöldürebilirler, otoriteler emrettiğinde başkalarını linç edebilirler. Çünkü otoritelerin buyrukları olunca, düşünce kiraya verilmiş olduğunda içsel yargı ve muhakeme gücü devreye girmez.
İnsanlık tarihindeki ahlak dışılığın, şiddetin, cinayetlerin, ötekileştirmelerin, kısacası her türden pis işlerin temeli, otoriteler karşısında insanın kendi insanlığına, hümanist vicdanına, bilincine, muhakeme gücüne yabancılaşması, özerklik bilincini geliştirememesi yatar. Bu nedenle, felsefi olarak bakıldığında, ahlakın dışsal buyruklar toplamı değil, duyarlı ve özerk bir bilinç sorunu olduğunu vurgulamak gerekir. Bu vurgu önemlidir; çünkü ülkemizde ahlak sorunu gündeme geldiğinde, daima dinsel ve toplumsal buyruklar öne alınmakta; ahlak dışsal bir otoriteye geriye götürülmeye çalışılmakta, ahlaki özerklik ve ahlaki bilinç genelde hiçe sayılmaktadır. Oysa ahlaki bilinci gelişmeyen bireylerin, kendisi gibi inanmayanları, kendisi gibi olmayanları ötekileştirdiği ve onlara her türden kötülüğü, ahlaksızlık yaptığını düşünmeksizin yapabildiği görülmektedir. Bu dışsal otoriteye bağlı ahlakın, düşünmeyi ve sorumluluğu engellemesinden kaynaklanmaktadır ve onun hiç de ahlaki olmadığının bir göstergesi olsa gerekir.