HERKES KENDİ “GERÇEK”LİĞİNİ YAŞAR!
“Ormana ne şekilde seslenirsen o şekilde susar.”
G. Simmel
“Gerçek” kavramı kendi anlamı dışında yer alan “hakikat” kadar değerli değildir aslında. Gerçekliğe inanmak meselesi gerçekliği tümüyle kabul edip etmememizle ilgilidir. Oysa sinema kendi gerçekliğini yaratan, yaratmakla kalmayıp bu gerçekliği inandırmaya çalışan bir illüzyon sanatıdır. Sinema, temelinde gerçekliğin olduğu gibi verilmesi ilkesiyle yola çıktıysa da, zaman içinde sinema gerçekliğin yeniden kurgulandığı bir şekle büründü. İşte G. Melies’in yaptıkları da bunun kanıtıydı. Yıllardan beri gerçeğe inananlarla görüntüye inananalar arasında geçen tartışma esasen ne görünenlerin gerçek ne de gerçeklerin görünen olması ile alakalı idi: Özdeşleşme.
Klasik drama anlatı yapısında izleyicinin beklentisi ve gerilimi öykünün sonu üzerinde toplanmaya çalışıldığından izleyicinin özdeşleşme gerilimi öykünün sonlarına doğru gerilimin en üst düzeyine çıkartılması amaçlanır. Klasik drama anlatı yapısında seyircinin öyküyle özdeşleşmesi için, izleyicinin eleştirel bir tutum almasına olanak tanınmaz, izleyici perde üzerinde gördüğü karakterle, perdenin ayna işlevi görmeye başladığı anda özdeşleşir. Özdeşleşmenin temelinde, izleyicinin bilinçaltında yatan imgelerin film aracılığıyla soyut ortamda somutlaştırılması mantığı yatar. Bu mantık erken dönem Sovyet sinemasının ana yapılarından biridir. Rus biçimcileri bu gerçekliği yaratma da büyük çaba harcadılar. Vertov’un Sine-Gözü, Moskova sokaklarında gezerken biz sadece bakmakla yetinmeyip görmenin doğası gereği algılamaya çalıştık. Öyle ki Flaherty’den Ivens’e kadar gerçeğe inananlar kendi gördüklerine inanmaya başladılar. Sinemanın kişiliğinin oturması ile o fantastik algılar yerini bir düşten uyanarak gerçekleşti.
Unutmamak gerekir ki insanoğlu ihtirasları ve arzuları ile var oluyor. Tüm bu hedeflere ulaşma da insan biriktirdiği hayalleri görmek veya hayal gördüğü dünyadan sıyrılıp gerçeğe kavuşma niyeti ile o beyazperdenin önüne oturuyor. İşte tam bu sırada yaşanılanlar görünürde veya görüntü de kalıyor.
Görüntü gerçeğin incelikli bir yanılsamasıydı. Bunun nesnelliği hayaldeki o tuhaflıklarla çelişmesi de cabasıydı. Ama yansıyan şey aslında gerçeğin gösterilme biçimidir. Ve bu gerçek hayalimiz kadar gerçek değildir. Görüntülere inan seyirci oluşturulan gerçeklik içinde filmin gerçekliği ile baş başa kalır. ‘Kahire’deki Mor Gül’lerin kokusunu alacak kadar da o beyazperdenin içine kadar girer.
Bu psişik etkiyi S. Lebovici hayal evreni ile sinemanın evreni arasındaki derin bağdan söz ederek, hayal evreninde de nesneler, sinema evrenindeki gibi
gösterildiğini vurgular. Hatta zaman algısı ile oynanır. Hayaller deki tüm olasılıklar beyazperde de görüntü bulunduğunu söyler.
Gerçekçilik-doğa ve sanat arasındaki ilişkiye daha yakından bakıldığında, biçimcilerin aksine, “gerçekçi” sinema savunucularının, şairaneliği, var olanın döngü sürecinde değil, yansıtılması sürecinde buldukları görülür.
İzleyen baktığı gerçekliğe değil inandığı gerçekliği görür. Görüntü veya gösterilen gerçeklikte özü gereği bir ahlaki yan vardır. Çünkü görünen gösterilene karşı inandırılmak kaygısındadır. Ve bir anda görünenin aslında gösterenin unutturmak istediği o 24/1’lik an’dır. Böylelikle bir filmin hangi görüntülerden oluştuğu değil hangi an’larla ikna edebildiği gerçeği karşımıza çıkar.
Bu ikna çabaları sinemanın doğasının doğal olmayışından ileri gelir. Her şeyi ile her şey uydurulmuştur. Zaman, Mekân ve Karakter-ler. Beyazperdenin gerçeği gösterme biçimi gerçeğin manipüle edilmesiyle doğru orantılıdır. Manipüle edilen görüntü gerçek olmayacağı için de hiçbir zaman, mekân ve karakter-ler kendi gerçekliği ile var olacaktır. Çünkü bizler hayatın gerçekliğinden sıyrılıp en az iki saat boyunca birilerinin oluşturduğu görüntülere bir anlam yüklemeye çalıştık.
Ta ki Godzilla bir şehri yıkana, Örümcek Adam bir insanı kurtarana kadar…
A.KEREM KABAN