Çiç-çek
Burdaaa!
Annesine, babasına, hele hele babasına hiiiç çekmeyen, gen sırası değişmiş olan ama onların hata dedikleri kültürel deformasyon, ardlarınca sürüklenmeyen, o aşıyı olmayan benim. El kaldırıyorum ya hu, buradayım işte, benim o.
Selam.
Hoş selamımı alır mısın onu da bilmem de Allah’ın selamı işte.
…
Bilge***** az önce buradaydı. Bir çift yıldız işlenmiş, saçının ve elbet kaderinin gecesine inat güneşi masama getiren gülümsemesiyle vallahi buradaydı demincek.
Başı masaya düştüğünde yirmi beş kez güneş dünyanın etrafında dönmüştü. Şaşkındı Bilge, ne yalan söyleyeyim ben böyle şaşkınlığı yeryüzünün hiçbir efendisinde görmedimdi. Görseniz ay yüzünü, deniz Musa’sını yarmıştı, o mağaradan daha demin ölen bir baba kalkıp gelmişti, işte öyle şaşkın, öyle yaralı, öyle yorgundu Bilge.
Daha demin buradaydı yemin ederim. Çiçekleri* solmasın diye koluna dikmişti, büyülendim, nasıl ben bunu hiç akıl edememiştim, hayret doğrusu. O da çiç-çek gibi çiç-çekti**. “Soluyorum arkadaş!” dedi, “beni de kitabının arasına koysana***.”. Ben de aldım onu tam buraya koydum, solmasın diye. O, yapraklarını dökerek gitti az önce. Masama bakın! Bakın, bakın! Nasıl ıslak. El ele verdik açtık çeşmeleri sulayıverdik, yine de dökülüp gitti. Bura böyle ıslak kaldı.
Amman kolunuza dikkat! Bulaşmasın.
Biraz önce buradaydı Bilge. Çocuk olamamış belli büyüyüvermiş, ama gülüşü diyorum muzip kalmış. Elleri, kaz ayakları büyümüş; nefes alış ve verişi derinleşmiş görseniz nefes alırken göğsü arşa değiyooor da aldığı onca nefesi şimdi şuracıkta ölecekmiş gibi veriyordu. “Koşamadım bu sokaklarda, çiç-çeğime arı bulamadım, dölleyemedim onu, döllenemedim.” dedi. Annesi ellerine vurmuş, öyle söyledi. “Annem de” dedi, “babasının hiç sulamadığı, ya da belki bol suladığı, yüzünde mor çiçekli bir anne tarafından beslenmiş o adam tarafından öpülmüş.”. “Ben bu çiçekli vücudu taşımayı işte annemden öğrendim.” dedi. Böyle söyleyince fark ettim de dudağından çenesine ve keza o güzel boynundan göğsüne uzanan şu kırmızı-mor-mürdüm şey de çiçekmiş. “Bu çiçeği” dedim kim verdi?”. Hiçbir şey demedi, döndü yine çiçeğini suladı. Vallahi bir çiçeği böyle sulayanını da hiç görmedimdi, ben de dayanamadım aldım onu kitabımın arasına koydum.
Bilge, vallahi buradaydı. Etrafına bak, hepsi Bilge. Bilge, kırklara karıştı**** da gitti. Ayna kırığı gibi bin parça, bin Bilge oldu da gitti. Keşke tek kalsaydı. Keşke Bilgeler çiçeklerle böyle kalmasalardı, keşke çiçeklerini böyle güzel sulayan güzel Bilgeler olmasaydı, ne bileyim başka şeyler yapsalardı. Mesela nefis çiç-çek gibi çiç-çeklere gebe kalsalardı, ne bileyim, güzel güzel yemekler yapsalardı, dünyanın başka yerlerinde başka dillerle kendilerini anlatsalardı, hiç yoksa vallahi razıyım bir vileda kova alıp evi ev yapsalardı, evi kırklasalardı da kırklara karışmasalardı, çiçeklerini böyle güzel sulamayı öğrenmeselerdi keşke. Ben de
kaybetmeye kıyamadım onu, izi silinmesin diye, aldım kitabımın arasına koydum, unutmayayım diye yaptım gerçekten.
Taabbi canım ondan bu sayfalar böyle ıslak.
Bilge gitme. . Su akar yolunu bulurdu çünkü. .
Git ti.
Esin AL
* Çiçek: Vücuttaki ve ruhtaki darplara bağlı oluşan morluklar, yaralar.
** Çiç-çek: Çiçek ve çiçekle beraber düşünülebilecek tüm çağrışımlar. *** Kitabın arasına koymak: www.anitsayac.com
**** Kırklara karışmak: Cenazenin kırkı, kırk gün çile; kırk kişilik evliya topluluğu, ermişler.
***** Bilge’nin yokluğunu anlamlı hâle getiren ve beni onunla tanıştıran Meltem AKÇA’ya sonsuz sevgi ve saygılarımla. Teşekkür ederim.