Hasan Aydın
Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı topraklara kabaca bir bakılırsa, üç husus dikkatimizi çekmektedir. İlki, onca doğal zenginlik içerisinde yazgıya dönüşmüş fakirlik ve gerilik; ikincisi, tekbir (Allahu Ekber-En Büyük Allah’tır) nidalarıyla, karşılıklı birbirinin boğazını kesme, kan, terör ve şiddet; üçüncüsü ise, emperyalizmin maşası olmuş çağdışı iktidarlar.
Bu manzaranın, bütünüyle modern döneme özgü olduğu sanılmamalıdır. Manzarayı umumiye, çok eski geçmişte de şimdikinden iyi değildi. İslam kültürünün henüz doğduğu 7. yüzyılda, Hz. Peygamberin ardından sahabeleri, eşi Ayşe ve damadı Ali (Cemel Savaşı) , ardından Muaviye ve Ali (Sıffin Savaşı) adına birbirini öldürmediler mi? Kimilerince neredeyse kutsal bir kimliğe büründürülen ilk dört halifenin üçü siyasal nedenlerle katledilmediler mi? İslam uygarlığının felsefi nitelikli kuzey kültürleriyle etkileşim sonucu zirve yaptığı Abbasiler döneminde barışın olduğu ve iç kargaşanın yaşanmadığı kaç gün var? Bu kargaşalar, bağımsız felsefi aklı geliştirme çabası içine girenleri katletmedi mi?
Bu manzaraya belki, modern dönemin kattığı en temel unsur olarak Batı’nın açgözlülüğü, beyaz ırk-üstün ırk, üstün kültür olma ve demokrasi ve insan hakları götürme iddiası altında yürüttüğü ekonomik sömürü ve çıkarlarını korumak için yarattıkları karışıklıklar eklenebilir.
Mehmet Akif gibi bir müslüman bile 20. yüzyıllarda gözlemlenen İslam topraklarının durumu ile ilgili isyan etmektedir. Durum pek değişmediği için onun saptamaları hala geçerliliğini koruyor.
Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: ne geri!
Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!
…
Zaman zaman görülen âhiret kılıklı diyar
Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar
Damarda seyri belirsiz irinleşen kanlar;
Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler;
…
Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;
Esaretiyle mübâhi zavallı milletler;
Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar;
Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar;
Durur sular, dere olmuş akar helâlar;
Sıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sâriler;
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp, hasta baktıran sağlar...
Ataletin o mülevves teressübatı bütün!
Numune işte biziz... Görmek isteyen görsün!
Bakın da haline, ibret alın şu memleketin!
Nasıldın ey koca millet? Ne oldu akıbetin?
Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrah
Dilenciler bile senden şereflidir billâh.
O, Avrupa’nın hala acımasızca devam eden emperyalist yüzünü de bizden daha iyi görmüş gibi gözükmektedir. Bakın bir iç muhasebeyle neler diyor:
“Öyle ya gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkar-ı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz ise tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlaki, insani, ictimaî mevzuları çok hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlakiye ve insaniyyelerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle, özleri arasında asla münasebet, müşabehet olmayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna arız olan bu hata, bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki, yaşım ilerledi, tecrüben arttı, hususiyetle Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak, Avrupalı dediğimiz milletlerin esareti altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce aklımı başıma aldım. (…) Siz o sömürgecilerin elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Sömürgeciler tarafından idare olunan hangi memleketin bir şehrine gitseniz, iki mahalle görürsünüz ki, biri sömürgecilere, diğeri yerlilere aittir. Hiçbir yerli için yabancılar cemiyetine girmek kabil değildir. Bu yerli temiz giyinmek istese, vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz ki, yerliler için ayrı ayrı vagonlar vardır. Hastahanelere gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yatmaya mecburdur. Sömürgecilere: Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz? diye soranlara: Maymunlar adam olur, bunlar adam olmaz, cevabını verirler. Bir sömürgeci, yerliyi istediği gibi döver, ceza lazım gelmez. Şayet öldürürse, hafif bir cezay-ı nakdî ile kurtulur. Yerlinin kazancının yüzde altmışı hükümet tarafından alınarak sömürgecilerin ihtiyaçlarına sarf olunur. (…) Sömürgeciler, Asya’da kumaş tezgahlarını yok etmek için ustaların baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayi yok etmek için hiçbir melanetten geri durmazlar. Seksen milyon yerli için lise derecesi tek bir mektep var. Sömürgeciler bu mektebe son derece düşmandırlar. Bir yerli en küçük bir silah bile taşıyamaz. Büyük çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarptırılır. (…) Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta Müslümanlara, sömürgeciler tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki Hıristiyanlar, Yahudiler a’şar gibi, ağnam gibi vergilerin hiçbirini bilmezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikleri gibi, sömürgecilerin vaz ettikleri, kapı, pencere vergilerini de verirler.
İslam kültüründe durum neden böyle? Bir yazgı gibi 21. yüzyılda bile neden değişmiyor?
Her şeyi dış güçlere bağlayıp, kendimizi aklayabiliriz. Ancak, kendimize şu soruyu acı da olsa sormamız gerekiyor: Müslüman zihniyette ve bir bütün olarak o zihniyetin inşa ettiği kültürde büyük sorunlar yok mu?
Müslüman zihniyette ve kültürün kanımca köklü sorunlar var. İşte onlardan ilk bakışta gözlemlediklerim:
Her şeyden önce İslam kültüründe bilgi ve değer üretilmiyor. Bunu açıkça üretilmiş İslami kültür engelliyor. Bilgi ve değer üretimini köstekleyen bir kültürde aydınlanma, insan hakları, demokrasi, etik değerler yeşeremez. Aydınlanmayan toplumlar, sömürünün odağından kurtulamaz. İslam kültüründe bilgi ve değer üretilememesinin temelinde, öznenin kendine yabancılaştırılması, her şeyin yanıtının kutsanan geleneklerde, dinsel metinlerde aranması yatıyor. Kültür düşünsel meşruiyeti dinsel zemine oturtmuş durumda. Bu durum, toplumu ve kültürü zamansızlaştırıyor. İslam kültürü bu açıdan zamansız bir kültür denilebilir. Zamansızlık, gelişim ve değişimin olmaması demektir. Geçmişi bugünde yaşamaya çalışmak, geleceğe onu ideal olarak sunmak demektir. Aynı durm aklı da atıllaştırıyor, bağımsız aklın gelişimini köstekliyor. Oysa aydınlanma, nesnel bir biçimde geçmişin muhasebesini ve özgür akılla eleştirisini yapan toplumlar için söz konusudur. Aksi halde zamansız yaşamaya ya da yönümüzü ileri diye geriye çevirmeye devam eder dururuz. Zamansız toplumlar Selefiyecilik, Neo-Osmanlıcılık, Neo-Seleficilik, Neo-Mutezililik gibi akımlarla kendini tekrar eder durur. Tabi bu arada atı alan Üsküdar’ı geçer; geçemeyenler de onların uşakları ya da sömürgeleri olur.
Hangi metin olursa olsun –kutsal metinler de dahil-, evrensel kimi ufuklar içerse de, daha çok tarihsel ve yereldir. Bu olguyu, İslam kültüründe, birkaç cılız ses dışında neredeyse dillendiren yok gibi. Onlar da bunu kendi ülkelerinde değil, Avrupa’da ve ABD’de yaşayarak yapıyorlar. Çünkü bunu savunacak demokratik bir tutmamak bulamıyorlar.
Bilgi ve değer üretmek için özne olmak, eleştirel aklı kullanmak, demokratik bilinci geliştirmek, diyalektik bakmak, her şeyi sorgulamak, evrimsel bir bakışa sahip olmak, yani zamansız olmamak gerekli olduğu gibi, Betül Çotuksöken’in kavramsallaştırmasıyla Hümanist bir metafiziği de egemen kılmak gerekiyor. Bu hümanist metafizik, aynı zamanda, olup bitene gözleri kapamamak için, bilinci çarpıtmamak, varolanı kendiliğindenliği içinde görmek için zorunlu gibi görünüyor. İslam kültüründe ise, bu metafiziğin almaşığı olan insanı kendine yabancılaştıran teosentrik metafizik hala baş tacı ediliyor. Eğitimle de bu aşılanıyor. Dinden bağımsız seküler bir kültür üretilemiyor; seküler kültür üretilemeyince de, gelişme gerçekleşmiyor. Her şey zamansızlaşıyor. 7-8. yüzyılın yargıları, kavgaları, mezhep kavgaları altında yeniden üretiliyor.
Burada İslam kültüründe felsefenin hiçbir dönemde tutunamaması sorununa da gönderme yapmak gerekiyor. Biraz filizlense onu ya teoloji ya da mistisizm yutuyor. Felsefeye değinim nedensiz değil; zira tarihsel deneyimler, felsefi düşünce ile kültürlerin aydınlanması arasında, köklü bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. Bir kültürde, felsefi düşünce bir biçimde kök salabiliyorsa, o kültürde belli bir aydınlanma süreci yaşanıyor, felsefi düşünce krize girdiğinde ya da çöktüğünde ise, bir bütün olarak kültür dinamizmini yitiriyor, durağanlaşıyor ve bir süre sonra da kendini yeniden üretemez hale geliyor. Bu gözlemimi, Eski Yunan’da, Batı Hıristiyan dünyasında ve Doğu İslam dünyasında doğrulayan pek çok veri bulunmaktadır. Bu neden böyledir? Kuşkusuz sorunun yanıtı, üretim ilişkilerine değin uzanan karmaşık çözümlemeleri gerektirmekle birlikte, ilk bakışta şunları söylemek olasıdır: Felsefi düşüncede öne çıkan, eleştirel yaklaşım, dogmatik düşünceyi saf dışı ediyor, düşüncelerin serbestçe tartışılabileceği demokratik bir ortamın oluşumuna katkı sağlıyor, refleksif düşünme biçimiyle ortaya konan söylemlerin köklü bir analizini yapmayı olanaklı kılıyor, kavramsal çözümlemeler ve mantıksal uslamlamalar yoluyla var olan düşüncelerin kritik edilmesine olanak sağlıyor, daha da önemlisi, bilgi ve değer üretiminin önündeki engelleri kaldırıyor. Bu süreç, eleştirel düşünen, sorgulayan, analiz eden, körü körüne itaat etmeyen, değişim ve dönüşümü talep eden bireylerin yaşam bulmasını olanaklı kılıyor. Bu anlamda, bir kültürde felsefi düşünce kök saldığında, doğal bir biçimde o kültürde bilim, estetik, etik, siyaset, edebiyat vb. etkinlikler çok boyutlu bir perspektifle yaşam buluyor ve ciddi gelişmeler gösteriyor.
İslam kültüründe yaşanan kültürel krizi ve bunalımı aşmak için, aydınlanma gereklidir ve aydınlanmayı ancak eleştirel bakan felsefi aklın çözümlemeleri sağlayabilir. İnsanı 7. yüzyılın tarihsel değerleri arasına sıkıştıran bir kültürde, bilgi ve değer üretimi, kadın ve erkek insanın özneleşmesi mümkün olamayacağı gibi, geçici çözümlerle iktidarları darbelerle devirerek, ya da iç çatışmalar çıkarıp 7. yüzyıl zihniyeti içinde yaşamakla birlikte birilerine daha liberal görünenleri destekleyerek de demokratik kültür yerleşemez. Bunların köklü kültürel temelleri olmalıdır ve bu temelleri sağlamada kanımca bilim ve teknikten de önemli olan felsefi bilinç ve felsefi akıldır. Bunu iyi kavramak gerekir. Kültürü, düşünen, eleştiren özgür akıl kurar ve ancak o geliştirir. Düşünen aklı kovan, hapseden, boğan bir kültürde, olsa olsa emperyalizm boy verebilir.
Bilimsel Makaleler12 Ekim 2023 21:31
Bilimsel Makaleler05 Haziran 2022 16:16