Dirgen Ali
Serinliğin dilsiz, sıcağın şakır şakır öttüğü günlerdi. Sarıya bürünmeye başlayan ovada yaşlı, son anlarını yaşayan bir hastanın soluğu gibi akıyordu rüzgârlar. Çiğ renklerin cümbüşünde bir yalım çökmüştü ovanın üzerine. Rüzgâr vurdukça ekinler sallanıyor, uzun bir sallanıştan sonra sabitleniyor ve o yakan, eriten yalım tekrar ovaya hükmediyordu. Ağaçsız, gölgesiz; rengini geçmiş zamanların katillerinin döktüğü kandan alan kırmızı topraklar nice insanı doyuruyor, nicesini örtüyordu. Zenginlerin icat ettiği yoksulluk ise toprağın, rüzgârın, sıra dağların üzerinde buğulanan sarı sıcaklar gibi kalplerde ağır bir sızı oluşturuyor, bitimsiz bozkırı, çatlamış toprakları çekilmez kılıyordu. Kırmızı topraktaki çatlaklara bakan Ali, bu çatlakları yaraya benzetiyordu. Toprağın da yarası var, bu kadar acının gömüldüğü toprak çatlamayıp da ne yapsındı, diye düşünüyordu.
Ovaya tekrar baktı Dirgen Ali, düşündüklerini mırıldanarak. Uzakta, ovanın güneyinde içrek bir şarkı gibi dumanlar yükselince ayağa kalktı. Gözlerinde sevincin ışıltıları parladı. Gördüğü, bozkırın sıcak buğusu muydu, yoksa gerçekten duman mıydı? Başka yöne baktı aynı görüntüyü görüp görmeyeceğini düşünerek. Yoktu. Sevindi. Dönüp baktı güneye, duman daha bir koyu, daha bir geniş yükseliyordu. Sevinci katlandı. Demek başlamışlardı. Hayret, nasıl aramamışlardı onu, niye haber verilmemiş ola ki? Bekleyecekti, nasılsa haber gelirdi, telefon çalar, “Ali ocağına düştüm, yetiş.” derlerdi. “Kurbanın olam, kül olacak mahsul, yarından tezi yok gel.” Bekleyecekti. Bu hayalle içeri geçti Ali. Eski yazmaları, renkli puşileri, siyah şalvarını ve kuşağını çıkarıp bir kenara koydu. Karısı, başladı mı, diye sordu.
“Başladı, ilk duman yükseldi, kara tren dumanı gibi allahıma.”
“Hemencecik çıkarmışsın giyitleri, seni çağırırlar mı ki?”
“Dirgensiz olur mu, ilk duman çıktı mı hemencecik çalar telefonum, yetiş Ali, yetiş Dirgen derler. Allahıma kitabıma bu işte benden üstünü yok.”
Böbürlendi.
Gözü oğluna değdi Ali’nin bir an. İçinde bir şeyler kımıldadı. Oldum bittim dayanamazdı oğluna. Tüp bebekti o. Biriciğiydi. Zamanın, çileli günlerin yıllar sonra armağanıydı. Şımarık büyütmüşlerdi bu yüzden. Çok koşar, çok yaramazlık yapar, babasının dibinden ayrılmaz, bulduğu serin bir yerde hemen uzanır; uzanır uzanmaz da uyuverir, uyanmayı bilmezdi. Bu, onu tatlı kılardı.
“Gel bakim aslan.” diyerek açtı kollarını Dirgen. Çocuk babasına koştu. Babasının sert, dalgalı saçlarını tutup eğlendi oğlan. Çekti, ısırdı, okşadı; sıkılıp indi kucaktan. Dirgen Ali, bahçeye koşan oğlunun arkasından gülümseyerek baktı. Çocuk ne güzel nimetti böyle. Sevgi, yoksulların mal varlığı. Çocuğuna sevgiden başka verecek neyi vardı ki Dirgen’in? Babası o daha küçükken ölmüştü. Annesiyle bir başına kalan Ali, o yaşta aldı eline sabanı tarlalar sürdü, sarıldı dirgene samanları batöze attı, ağaç köklerini belledi, çapaladı çatlak toprağı; kimin ne işi olduysa bu yetimi çağırdı. Kimine karın tokluğuna, kimine yevmiyeyle gitti Ali. İş ayrımı yapmadı. Çalıştı. Çalıştı ama el işiyle de adam olunmazdı. Ne çare! Fakirlik zengin icadı. Çalışmalıydı. Şu oğlan, şu dili pabuç avrat olmasa gamlanmazdı bu kadar. Canı sıkılınca bırakırdı işi, o çok sevdiği keklik avına çıkardı. Gider kozun içinde saatlerce gizlenir, meri kekliğin ötüşünü dinlerdi. Erkek kekliğin bu ötüş karşısında fazla direnemeyeceğini sezinler, bunun verdiği hazla kozda sessizce beklerdi. Meri keklik, erkek kekliğe bir sanatçı edasıyla nağmeler söyler, tüm dişiliğini ötüşüne katıp onu izbar eder, kayalıklarda yankılanan sesiyle şuh bir tad sunardı erkeğine. Bu ötüşün güzelliği, büyüsü ve şehvetine karşı koyamayan erkek keklik dişisine kavuşmak, içindeki hasreti dindirmek için meriye yaklaşır, tuzağa düşerdi. Dirgen Ali onu alıp kafese koyar, mutluluktan gözü dünyayı görmezdi. Ama Maviş’i vardı işte. Çalışmalıydı. O esmer, mavi gözlü oğlan içindi çabası. Okusundu. El işine muhtaç olmasındı. Onlar yaşlanınca onlara baksındı.
Bir sıkıntı bastı Ali’yi, ya bu yıl çağırmasalardı onu, maviş oğlanına üzüldü. Oyuncaklar, kıyafetler alacaktı ona. Bu yevmiyesi yüksek iş için diğer işleri kabul etmemişti. Avradın da diline düşerdi. “Kıymete binip iş mi beğenmez oldun sen, gideydin sarımsak toplamaya, çalışaydın bir ay, illa firiğe mi gidecen, dirgen mi sallayacan alevlere?” Bunu düşününce içindeki sıkıntı daha da büyüdü. Telefonuna bakıp hadi çal be yiğidim, diye iç geçirdi. Telefon o gün çalmadı.
Sabahın 5’inde kapı çalındı.
“Ali, Ali uyan. Dumanı görüp de uyur musun sen Dirgen Ali. Kocadın mı yoksa?”
İçerden ses yok.
“Ali, Ali, hadi be Dirgen, oyun mu oynarsın bizle, ilk duman göğe kavuştu mu senin şalvarla, başında puşiyle yattığını cümle âlem bilir. Ali, Ali hey koca Dirgen, eyleme bizi.”
Çıt yok içerden.
Birkaç dakika sonra Ali, başında renkli puşisi, belinde kuşağı ve elinde tülbendiyle gülümseyerek çıktı. Neşesi yüzünden okunuyordu. Ameleler, Ali’yi görünce bizi çok beklettin, hadi atla Dirgen, deyip Ali’ye takıldılar. Ali içine sığmayan sevinciyle traktöre atlayacaktı ki traktörü sürenin Hamza olduğunu gördü. Yüzü ekşidi. Geçen seneden beri kavgalılardı. Ne ölüme ne dirime, deyip küsmemişler miydi? Şimdi kapıma gelip beni işe mi götürecek? Gitmem, diye düşündü. Elindeki çıkını sırtına atıp eve gitmeye yeltendi. Arkadaşları, Dirgen küslük bitsin, Hamza da pişman, de gel gayrı, barışın artık, deyip Ali’den anlayış beklediler. Dirgen Ali bu isteğe kayıtsız kalmak istemiyordu ama Hamza’dan da küçük bir af gayreti bekliyordu. Bunu hisseden Hamza, direksiyondan inip Dirgen’e doğru geldi. “Kusurum affola. Bir kavgaydı, geçti bitti. Küslükten kimseye yarar yok.” deyip Ali’ye elini uzattı. Ali de bu küslüğün manasız olduğunu düşünerek Hamza’nın talebini kabul etti. Böylece firik tarlasına doğru yola koyuldular. Traktöre binerken aklı oğluna gitti. Delilik yapıp tarlaya gelmesindi? Bu yazı yabanda nice olurdu hâli! İçi bir garip sıkıntıyla doldu Ali’nin. Kimseye belli etmedi.
Tarlaya geldiler kısa süren yolculuktan sonra. Orakla biçilip köm yapılan buğday şelekleri yakılmaya hazırdı. Ateşi harlandırıp en doğru anda söndürmek ustalık gerektirirdi. Dirgen Ali ustaların ustasıydı. Hemen işe koyuldu. Dirgenle karıştırmaya başladı şelekleri. Kibriti çıkarıp ölü rüzgârın estiği yönden kömü tutuşturdu. Harlandırdı iyice. Yabanıl, tatlı bir tınıyı dinliyormuşçasına dirgeni ekinlere saplıyor, çeviriyor, dirgenle dans edercesine sağa sola hareket ediyor, ateşi harlandırıp söndürüyordu. Büyülü anlardı bunlar Ali için. Seslenseler sağırdı Ali, dokunsalar kayaydı, cansızdı, yiyip içmezdi, yorulmazdı, ruhsuzdu.
“ Baba!”
İşte bu ses bütün bunların tek galibiydi. Maviş’i gelmişti. Şaşkındı Ali. Bu çocuk tarlaya nasıl gelmişti?
“Aslanım nasıl geldin buraya?”
“İşi öğrensin diye ben getirdim.”dedi Hamza pişkin pişkin gülümseyerek. Gözlerinde intikamın ışıltıları vardı. Yediği yumrukların acısı geçmişti işte şimdi. Ali kızdı, kızdı ama ne fayda. El işi.! Dut ağacını gösterip, git o gölgede otur, bir yere ayrılma, diye tembihledi oğlunu. Hamza’ya olan öfkesini hissettirmedi kimseye. Ağaca baktı. Kırlangıç cıvıltıları geliyordu ağaçtan. Dirgen Ali yanan kömü karıştırırken durup oğluna bakıyor, onun geleceği için katlanıyorum bu sıcağa, ise, dumana diye iç geçiriyor, babasının düşüncelerini okuyorcasına oğlu da ona en tatlı haliyle gülümsüyordu. Gün tepede bekleyen zalim bir bekçiydi. ‘Hey güneş! Tez sönesin.’ diye söylendi dirgeni hızlıca tınaza saplarken. “Tez sönesin!” Maviş’ine bakıp muzipçe seslendi sonra:
“Sucu sucu, yandı amelenin bir ucu! Su getir, çok getir; derdi tasayı tez götür.”
Oğlu termostan soğuk su getirdi. Gulp gulp içti Dirgen. Oğluyla gülüştüler. Oğluna dönüp “Haydi Maviş’im git ağacın gölgesinde otur bir yere kaybolma.”dedi.
Dirgen Ali, dut ağacına uzak buğday yığınına doğru gidip harmanı yakılacak düzene getirdikten sonra bir sigara yaktı. O sırada oğlu ağacın gölgesine birkaç tane şelek çekip üzerine uzandı. Sinekler sokmasın diye buğday sapı attı üzerine. Hemen uyudu. Top patlasa uyanmazdı artık. Şelekleri toplayan traktör, ağacın gölgesindeki bu şelek yığınını gayriihtiyari -belki de kasti- aldı. Dirgen Ali’nin karıştırdığı köme kattı. Cigara molasında olan Ali, kalkıp köme doğru gitti. Sönmüş ateşi harlandırdı. İsin yüzünde bir misafir değil de yüzünün bir parçası, üst derisi gibi olduğu Dirgen Ali, dirgeni yakılmış ekin yığınlarına her saplayışta acının, kederin, yoksulluğun da böğrüne saplıyor gibi hissederdi. Aynı hisle traktörün yeni döktüğü buğday şeleklerini karıştırırken yumuşak, canlı, narin bir şeye sapladı dirgeni. İçine bir ateş düştü Ali’nin. Elleri kolları boşandı. Bir umutla dut ağacının gölgesine baktı. Maviş’i yoktu. İnce, yanık bir ses çığlığa dönüşüp Ali’nin kulaklarında patladı. Ali, dizlerinin üzerine düştü. Kalkacak mecali yoktu.
“Küstüm sana Hamzaaa!”diye acıyla inledi.
“Küstüm sana!”
O sırada göz göze geldik.
“Sana da küstüm gözlüklü.”dedi. “Başka türlü de olabilirdi. Nasıl kıydın bize?”
Sustum. Gerçekten daha farklı olabilirdi. Suskunluğuma sinirlendi.
“Konuşsana, ne susuyorsun, elinde kalem her şeyi değiştirmek senin elinde. Oğlumla mutlu mesut eve dönebilirdik. Kalem sensin, hâkim sen!”
Haklıydı. Ve bu yüzden daha çok sustum. Ben sustukça o konuştu. Küplere bindi.
“Şeytan diyor ki, dirgeni al; tam karnına sapla, görsün acı neymiş!”
Suskunluğumu bozup “Şeytan değil, bunları sana söyleten benim! Masal değil bu, mutlu son olamazdı. Bu coğrafyada kaç çocuk tarlada öldü biliyor musun sen Dirgen Ali?”dedim.
Sonra ikimiz de sustuk. Yaraya benzeyen çatlak toprağa bakıp sustuk. Ekin yığınından kan sızıyordu toprağa. Rengini, katillerin döktüğü kandan alan kırmızı toprağa. Bakıp sustuk.