Baştan uyaralım, güncel politik mesajlarla işimiz yok; yazımızın başlık cümlesi de günümüzün Brutus’larına değil! Onu, 2068 yıl önce Roma Cumhuriyeti’nin “tek adamı” olmak isteyen Senatör Caesar, bu isteğini engellemek için kendisini sırtından hançerleyen Brutus’a söylemiş… ve Roma Cumhuriyeti imparatorluk olmuş! Zaman ne kadar da hızlı akıyor…
Türkçesi yazının başlığındaki gibi. Fransızlar “Et toi, Brutus?”, Almanlarsa “Und du auch, Brutus?” diyorlarmış. Ama Latince orijinaline en yakın çevirisi İngilizlerin söylediğiymiş: “Et tu, Brute?” Ben, Gemini’nin yalancısıyım. Vikipedi de diyor ki, ihanete uğrayıp bu sözü söyleyen Julius Caesar’ın adı, ölümünden sonra Roma İmparatorlarına unvan oldu: “Sezar”. Latince “Casear”ın ‘kaisar’ biçimindeki okunuşu, Almancaya ‘kaiser’, Rusçaya ‘çar’ Osmanlıcaya ‘kayser’ olarak yansımış. Etimologlar da haklı olarak, ‘Kayseri’ ilimizin adını buraya bağlıyorlar…
Ama biz başlıkta kalalım. Kim bilir kaç insan, kim bilir kaç kere, güvendiği birinin ihanetine uğradığını anladığında ya da sezdiğinde “Sen de mi Brutus?” diyerek yaşadığı şaşkınlığı, hayal kırıklığını ve acıyı ifade etti? Değilse, tarihin en ünlü siyasi suikastının kurbanı Julius Caesar’ın, yakın arkadaşı Brutus tarafından sırtından hançerlendiğinde, bu dünyayı terk ederken söylediği rivayet edilen bu söz, bir veciz ifadeye dönüşmez; politikada, iş hayatında, arkadaşlık ilişkilerinde ve hatta aile bireyleri arasında olası güven sarsıcı durumlarda kullanılmaz, bu kadar yaygınlaşmaz, bizim yazımıza dek ulaşamazdı!
Kuşkusuz bu yaygınlıkta edebiyatın, sanatın büyük etkisi var. Özellikle tiyatronun büyük ustası Shakespeare’nin Julius Caesar adlı tragedyasının, bu iki tarihsel adın bugünlere kadar ulaşmasında belirleyici rolü oldu. Shakespeare bu tragedyasındaki karakterleri, Yunan tarihçi Mestrius Plutarchus’un, 23 çift antik Yunan-Romalı tarihi şahsiyetin yaşam öyküsünü, birbirlerine koşut inceleyip kıyasladığı ve karakterlerin özelliklerini belirgin çizgilerle ortaya çıkardığı “Paralel Hayatlar” adlı yapıtından aldı.
Tam adıyla Gaius Julius Caesar, MÖ 100 – 44 yılları arasında yaşamış ünlü Romalı devlet adamı, asker ve yazar. Roma Cumhuriyeti’nin son döneminde, Roma İmparatorluğu’nun kurulmasına giden yolu açan önemli bir figür. Patrisyen sınıfına mensup, yani soylu bir ailenin üyesi. Genç yaşta siyasete atılmış ve birçok önemli görevde bulunmuş. Galyalılarla yaptığı savaşlarda büyük zaferler kazanmış, askeri prestij ve güç elde etmiş. Siyasi rakiplerine karşı kurduğu ittifakla Roma Cumhuriyeti’nin kontrolünü ele geçirmiş, kendisini ömür boyu diktatör ilan ettirmiş. Ancak artan gücü senatoda ve aristokratlar arasında büyük bir endişe yaratmış. MÖ 44’te, martın 15’inde, senatoda bir grup suikastçı tarafından öldürülmüş. Suikast, beklenenin tersine Roma Cumhuriyeti’nin sonunu ve Roma İmparatorluğu’nun başlangıcını hızlandırmış. Yazarmış da Caesar; yazıları, özellikle “Commentarii de Bello Gallico” (Galya Savaşı Üzerine Yorumlar), tarih ve edebiyat alanında önemli kabul edilmiş.
Ancak Shakespeare, çağdaşı şair Sir Thomas North’un İngilizceye çevirdiği Paralel Hayatlar’da yaşamları ve karakterleri kıyaslanan Plutarchus’un Yunan ve Romalı ünlülerine, bir tarihçinin gerçeğe bağlılığıyla yaklaşmamış; onlara, tiyatro yapıtının gerektirdiği dram yazarının yaratıcı duyarlığıyla eğilmiş; bir karakterde olması gereken özelliği diğerinden almış, onda olmaması gerekeni başkasına vermiş, hatta kendi yarattığı dram kişilerini de eklemiş ve oyununu Elizabeth Dönemi İngiltere’sinin sosyal siyasal kaygılarıyla bezeyerek kurguyu tamamlamış. (Julius Caesar- Makaleler, MEB Yay. 1989) Paralel Hayatlar’dan Julius Casear’a yansıyan tarihsel kişiliklerden bazıları, birinciler Antik Romalı, ikinciler Antik Yunan olmak üzere şunlardır: Genç Cato-Phocion, Lucullus-Kimon, Marcus Junius Brutus-Dion, Julius Caesar-İskender, Cicero-Dimosthenis, Marcus Antonius-Demetrios… Caesar’ın karısı Calpurnia, Brutus’un karısı Portia, şair, filozof, kâhin ve halkı temsil eden çeşitli karakterlerse Shakespeare’nin yarattığı kurgual oyun kişileridir.
Açımızı biraz daha genişleterek bakacak olursak, bilimin dünyayı, toplumu ve insanı anlama; sanatınsa, bunları ifade etme yolu olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir deyişle bilim, doğayı ve toplumu anlamaya yönelik sistematik bir çaba iken sanat duyguların, düşüncelerin ve toplumsal gerçekliklerin estetik bir biçimde ifadesidir. Birbirlerinin dokularına zarar vermedikleri sürece bu iki disiplin, kendilerine özgü olanaklarla ama bu olanaklarını takas etmeden birbirlerini besleyebilirler. Tıpkı tarih ve edebiyat disiplinlerinin bilim ve sanatın birer alt türü olarak ilişkilerinde birbirlerini geliştirmesi, yetkinleştirmesi gibi. Tarih ile edebiyat ilişkisi, bu iki disiplini, aralarındaki sınıra saygılı olmaları koşuluyla birbirine yaklaştırır. Ama tarih, geçmiş olayları, süreçleri ve kişileri incelerken, edebiyat bu olayları, süreçleri ve kişileri anlatısal bir forma sokar.
Marksist edebiyat kuramı, edebiyatı toplumun ekonomik ve sosyal yapıları ile ilişki içinde inceler. Bu perspektiften bakıldığında, edebiyat ve tarih ilişkisinin, toplumsal yapıları ve sınıf mücadelelerini anlamakta kritik bir rol oynadığını görmek mümkündür. Karl Marx ve Friedrich Engels, her ne kadar doğrudan sanat ve edebiyat üzerine sistemli ve toplu bir çalışma yapmamış olsalar da çeşitli makalelerinde sanat ve edebiyatın toplumsal bilinç ve ideoloji üretmedeki rolünü vurgulamaktan geri durmamışlardır. Onlara göre edebiyat, toplumun altyapısını oluşturan ekonomik ilişkilerin ve üstyapısını kuran ideolojilerin bir yansımasıdır. Tarihsel materyalizm perspektifiyle, edebi eserler belirli bir dönemin toplumsal ve ekonomik koşullarını yansıtır ve aynı zamanda bu koşulları eleştirir veya pekiştirir.
Marx’ın, Shakespeare ve Schiller’in tarzlarını, karşılaştırmalı biçem (üslup) eleştirisini belirginleştirmek amacıyla kullandığını yazan Prof. Dr. Onur Bilge Kula, onun bir biçem tarzı olarak sözünü ettiği “Shakespeareleştirmek” kavramının, geleceği imleyen çağdaş ve özgürleştirici düşüncelerin yazınsallaştırılması demek olduğunu söyler ve ekler: Buna karşın, Schillerleştirmek, yazınsal kahramanları zamanın ruhunun, egemen düşüncenin sözcüsü olarak tasarımlamaktır (Marx’ın Yazınsal Eleştiriye Katkısı, gercekedebiyat.com, 2024)
Bu bağlam içinde düşünüldüğünde, Roma tarihinin kritik bir anında, Roma Cumhuriyeti ile Roma İmparatorluğunun kesişme noktasında ünlü diktatöre düzenlenen suikastı ve sonrasındaki siyasi karmaşayı konu edinen Shakespeare’nin Julius Caesar adlı tragedyasında oyunun kahramanları karşısında bir bilim adamı nesnelliğinde ve bir tarihçi soğukluğunda olmamasını anlayabilir ve yazarın tarih-edebiyat ilişkisini doğru kurduğunu söyleyebiliriz. Shakespeare’nin hem tarihe düşürdüğü ışık hem de siyasal ve toplumsal kargaşalar ile karakterlerin karmaşık iç dünyaları arasında kurduğu koşutluk son derece önemlidir. Oyun, dönemin Roma’sı ile 18 yüzyıl sonraki İngiltere sosyolojisine, hatta günümüzdeki siyasal entrikalara dek uzanan ve toplumların süreklilik arz eden nitelikleriyle kişilerin kolayca değişmeyen yanlarını aydınlık kılmaya devam etmektedir.
Peki bu nasıl mümkün olmaktadır; tarih, zamanın bir kesitinde donup kalırken edebiyat, kendini durmaksızın üreterek yarattığı anlam katmanlarıyla yaşarlığını ve etkisini nasıl sürdürebilmektedir? Sanatın/edebiyatın yaratıcı sırrıdır bu, ondaki insan odaklı bakıştır. Bunu Shakespeare ve Julius Caesar bağlamında örnekleyecek olursak, tarihçi Plutarchus’un baktığında güç, otorite, devlet adamı gördüğü Caesar’ı, Shakespeare bir kulağı işitmeyen, sara nöbetleri geçiren, batıl inançlarla dolu, kaygılı, hatta karısının sözünü dinlemeye yatkın, yumuşak başlı bir karakter olarak betimlemiş ve böylece ona gücüyle birlikte zaaflarıyla insani bir derinlik kazandırmıştır. Marx’ın “Shakespeareleştirmek” dediği de bu olsa gerektir.
Yine Plutarchus’un “Zulüm içinde kötülüğe kayabilirdi.” dediği Brutus, Caesar’a karşı hiç de kişisel bir düşmanlık ve kötülük içinde değildir; “Roma’yı kasıp kavuran haksızlıklar onun başına bu işi açtı.” diye düşünür. Ölümünün ardından Marcus Antonius onu şöyle anar: “Hepsinin içinde en asil Romalı oydu. Öteki bütün fesatçılar, yaptıklarını büyük Caesar’a karşı olan garazlarından yaptılar. Sadece o (Brutus) dürüst bir Cumhuriyet düşüncesiyle ve halkın ortak çıkarları için onların arasına katılmıştı.” (Akt. Nureddin Sevin, Julius Casear- Makaleler, MEB Yay. 1989)
Tragedya bu derinliğini, kuşkusuz bireyi es geçmeyen bir tarihsel arka planda kazanır. O arka plan, Caesar’ın suikastı Roma Cumhuriyeti’nin sonunu ve Roma İmparatorluğu’nun başlangıcını işaret eden kritik bir dönüm noktasıdır. Shakespeare, bu olayı dramatik bir şekilde ele alarak, birey ve toplum düzleminde iktidar mücadelesi, ihanet, sadakat ve siyasi entrikalar gibi temalara yönelir. Bu yöneliş içinde, tarihsel olayları ve karakterleri dramatik bir biçimde ele alarak, sınıf çatışmaları ve toplumsal dinamikler ile insan doğası üzerine derin analizlere olanak sunar.
Oyunun ana çatışması, Caesar’ın otoriter yönetim arzusu ile senatörlerin cumhuriyetçi idealleri arasındadır. Bu çatışma, Antik Roma toplumunda plebler (halk) ile patrisyenler (seçkinler) arasındaki güç dengesinin ve mücadelesinin bir yansımasıdır. Senatörler, aristokratik sınıfın çıkarlarını korumak ve Roma’nın krallığa nazaran demokratik yapısını savunmak için Caesar’a karşı dururken, Caesar, kişisel iktidarını pekiştirmek, genişletmek ve Roma’yı Cumhuriyet’e son verecek İmparatorluğa sürüklemek ister. Marcus Antonius’un, Caesar’ın cenaze törenindeki konuşması, kitlelerin nasıl yönlendirilebileceğini ve ideolojik söylemin siyasi amaçlar için nasıl kullanılabileceğini işaret eden yazınsal bir göstergedir. Onun, halkı siyasi rakiplerine karşı kışkırtarak amaçlarına ulaşması, güncel örneklerine sık tanık olduğumuz hırslı ve çıkarcı siyasilerin toplumsal hareketleri nasıl manipüle edilebileceklerinin bir temsilidir.
Oyunun günümüze kadar okur ya da izleyicinin algısında tekrar tekrar ve hatta zengin bir ileti yelpazesiyle durmadan üretilen algısını böylesine verimli kılan, kuşkusuz ki sanatın yaratıcı dinamiği ile tarihsel/sosyal bağlama denk düşmesidir. Nihayet yönetmenlerin 18. yüzyıla kadar meşru ve merkezî otoriteye baş kaldırmanın yıkıcı sonuçları biçiminde yorumladıkları oyunun, Fransız Devrimi rüzgârında mutlak monarşilerin savunucuları olan aristokratlar ile Cumhuriyet yanlısı burjuva ve halk tabakaları arasındaki mücadele zemininde değerlendirildiği bir gerçektir.
Brutus, 20. yüzyılın ilk yarısında milli mücadele ve ulusal bağımsızlık savaşlarının yurtsever ve ülkücü bir önderi; Caesar’sa sömürgeci ülkelerin silahlı gücünün bir temsiliydi. Bu nedenle ona karşı suikast, emperyal düzene karşı haklı bir isyan olarak görüldü. İkinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında demokratik toplumun inşasında önder konumundaki Brutus, tiyatro sahnelerinde “faşist” diktatör Caesar’a karşı mücadele etti. Hatta tiyatro, televizyon ve radyo eserleriyle 20. yüzyıla damgasını vuran Orson Welles, 1937’de “Bir Diktatörün Ölümü” alt başlığıyla sahneye koyduğu oyunda Brutus rolünü üstlendi (C. Sevgen, Julius Caesar, TİB Kültür Yay. 2024). Günümüzün postmodernist kültür krizine tutulmuş “alzheimer”li algı dünyasında ise sallantılı yaşamında ne yaptığından emin olamayan, kafası karışık Brutus’lar sahne almaktadırlar!
Shakespeare’nin Julius Caesar adlı oyunu popüler kültürde derin etkiler yarattı. Caesar ve Brutus’un hikâyesi; liderlerin ihanet ve sadakatle karşılaştığı birçok modern bağlamda analoji, “Sen de mi Brutus?” gibi çeşitli ifadeler referans olarak kullanıldı. Oyun, başka sanat yapıtlarında özgün hikâyeye ve temalara gönderme bulunmak için, başka bir oyunun veya filmin içinde meta referanslarla sık sık kullanıldı; popüler dizilerde, filmlerde alıntılandı. Opera gibi türlü müzik türlerine, grafik roman, kısa hikâyelere uyarlanmasından başka Julius Caesar, dünya genelinde edebiyat ve tiyatro derslerinde öğretilen temel metinlerden biri oldu; öğrenciler, oyunun temalarını, karakterlerini, tarihsel bağlamını inceleyerek bunları yazınsal ve dramatik analiz becerilerini geliştirmek için kullandılar…
İşte böyle… sanat ve edebiyat, tarihsel bir olguyu alıp ondan farklı tarhsel dönemeçlere karşılık oluşturabilecek kavramlar üretebiliyor. Caesar ve Brutus, 2068 yıl öncesinin yaşamış kişileriydi; popüler kültür kişiliklerini türlü dönemlerde eğip bükse de Shaekespeare onları, bireysel var oluşlarının ötesinde, tarihsel kişiliklere dönüştürdü. Dönüştürürken de adlarını yurt veya birey bağlamında “bağlılık-ihanet” kavramlarıyla eşanlamlı kıldı.
Ve biz, onları hâlâ dün gibi anımsıyoruz!