Toplumsal Olmayan Toplumsal Hayatımızı Düşünmek Üzerine
Kişisel vizyonum en temelde toplumumuzun toplumsal düşünmeyi başarması gerektiği ile ilişkilidir diyebilirim. Ne enteresandır ki bizdeki toplumun bildiğimiz anlamda toplumsal olmadığıdır. Başka bir ifadeyle bizde toplum olma bilincinden ve bildiğimiz manada toplumsal bilinçten söz edemiyorum. Evet, biçimsel olarak bir insan kalabalığı var ve bu insanlar bir araya geliyorlar. Ancak burada örneğin toplumsal meselelerin alımlanması ve buna yönelik gerçekçi, spontane bir toplumsal tepkinin üretiminden söz edemem. Belirli bir gruba, herhangi bir şirkete veya herhangi bir sivil toplum kuruluşuna angaje biçimde belirli toplumsal meseleler karşısında duyarlıklar sergilemenin sözün gerçek anlamında spontane bir toplumsal davranma biçimi olmadığını belirtmek istiyorum. Daha çok “herkes”in, “kalabalık”ların hüküm sürdüğü geniş bir derleme-toplama alanından söz edebiliriz. Bu derleme ve toplama organizasyonunun işe yarar görünen taraflarının kullanılıp tüketildiğinden ve bir kısmının da dijital-siber uzamda emilip yutulduğundan söz edebiliriz.
Çağımızın dijital-siber uzamında bambaşka bir toplumsallık düzleminde bir araya geldiğimiz gerçeğiyle karşı karşıyayız. Gerçek korkuların, gerçek özlemlerin, gerçek gülüşlerin, gerçek acıların yerini dijital yeniden üretimin ürünleri almıştır. Kişisel-toplumsal duyguların (emotion) yerini dijital-sanal duyguların (emoji) aldığı, tabir yerindeyse, bir çeşit "dijital plavralar" aleminde ömrümüzü tüketiyoruz. Herhangi bir olayı anında dijital mecralarda paylaşmamız belki de teknik açıdan her zaman için ilk akla gelen şeylerden biri olabilir ancak toplumsal tepkinin dijitalleşmeye uğradığı böylesi sanal uzantılı tepkilerin gerçekçi bir sonuç alacağını sanmıyorum. Çünkü dijital alemde her şey eriyip gidiyor ve başkalaşıma uğruyor, başka bir şeye evriliyor. Dahası toplumsal meseleler dijital platformlara taşındığı vakit neredeyse olayın çeşitli biçimlerde suistimal edildiğinden bile söz edebiliriz.
Sanırım kişisel olan ile toplumsal olanın neliği, boyutları ve sınırlarının ne olduğuyla ilgili önemli bir kafa karışıklığı içindeyiz. Öte yandan hiç de kafa karışıklığı yaşamaya vaktimizin olmadığı bir sürü hayati meselelerle karşı karşıyayız. Örneğin sokak aralarında bir grup veya çete, komşumuzun bir arabasını parçaladığı vakit bu olayın sadece kişisel bir husumet olmayıp aynı zamanda -ve en önemlisi- toplumsal bir problem olduğunu idrak edemediğimiz vakit şiddeti kanıksamış ve içselleştirmiş, korkmuş kalabalıklar oluruz. Yine örneğin toplumumuzun en korkunç felaketlerinden olan çocuk istismarı, çocuk kaçırma ve yine çocuk ve kadın cinayetlerinin yalnızca bu çocukların ve kadınların aileleriyle ilgili bir mesele olmadığını ama aynı zamanda bu olayların tüm toplumun ortak bir meselesi olduğunu idrak etmemiz gerektiğinin herhalde ne denli önemli olduğunu başka türlü izah etmeme gerek olmayacaktır. Tüm başımızdan geçenler bir yana öte yandan her şeyi ivedilikle çözme anlayış ve yönteminin de sıkıntılı bir durum olduğunu ayrıca belirtmek gerekir. Şu halde toplumsal olmayan toplumsal hayatımızı düşünmeye çalışırken bu devamlı olağanüstüleştirilmiş, ivedileştirilmiş ruh halinden kendimizi kurtarmamız gerektiği de açıktır.
Toplumsal meselelerimizi ele alırken kendimizin başlı başına problem arz etmediği bir bilme ediminde nasıl bulunabiliriz? Bu hayata karşı davacı bir anlayıştan uzak biçimde kendi sorunlarımızı nasıl çözüme kavuşturabiliriz? Gösterişçi davranma eğiliminden ve sanallıktan uzak gerçekçi bir toplumsal hayatı nasıl yeniden inşa edebiliriz? Sanırım bu sorular yanıtlanması epey güç ve bir o kadar kafa yorulması gereken konularla yüklü olsa gerektir.
........
Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyoloji, Doktora öğrencisi
Sosyoloji07 Haziran 2024 12:47