BÖLÜM 1: ACILAR GEÇİDİ
İnsanlar…
Her şeyin sebebi bu kelime. Çoğul takısıyla ya da takısız. Bulutlar yüksekte, toprak oldukça derinde. Her şey uzak.
Zaman zorlayıcı.
Bütün insanlar kötü. Tâ küçüklüklerinden. Ve öldüresiye karanlıklar içinde… Yürüyüşlerinden, bakışlarından, tüm yapıp etmelerinden bunu anlıyorum.
Kötü, karanlık…
Zaman sarsıcı.
Yel, alıp bir şeyleri götürüyor. Ufak tefekleri, önemsizleri… Kimse ruhunu yele bırakmıyor. Kir, çöküp duruyor dibe... Yüreğinize bakmak istiyorum. O, dağ gibi kötülüğü görmek istiyorum. Röntgende çıkmıyor bunlar. Parlayan gözlerinizin, nazenin bedeninizin gerisindeki karanlığı görmek istiyorum. Gözleri en çok parlayanın, en nazenin (saf) görünenin karanlığı en fazla. Kötülük ne kadar büyürse, karanlık ne kadar artarsa gözler o kadar parlak, nazenin bedenler o kadar mütevazı… Sinsi bir gülüş içinde saklısınız.
Bu oyunun en kıdemli seyircisiyim. Karanlığınızı defalarca seyrettim. Yıllarca, asırlarca seyredebilirim. Bu demek oluyor ki karanlığınız zamanı aşabilir, zaman mola verme ihtiyacı duyduğu anda bile molaya ihtiyaç duymadan yürüyebilir. Zamandan sonra karanlığınız devam edecek. Sonsuz karanlık üreticisisiniz… Son kez sahneye koyun karanlığınızı. Provasız, kostümsüz. Siz sadece sahneye çıkın, her zamanki hâlinizle. Önce anlamayacaklar, sonra anlamayacaklar, hiç anlamayacaklar karanlığınızı. Öldüğünüzde kara çelenklerinize bakacağım, size bakmış gibi… Siz karanlığı boğan gözlerinizle sahnede görüneceksiniz, herkes büyüleyici bulacak sizi, etrafınızın dikenlerine öfkelenecek, gözleriniz daha da parlayacak ve alkışlanacaksınız. Benim dışımda herkes sizi alkışlayacak, karanlığınız sızmıyor çünkü gözleriniz parlak. Ölene kadar saltanatınız, parlak gözleriniz ama iğrenç. Yaşarken taşıdığınız sadece karanlık, bağırmak istiyorum karanlığınızı ama kimse anlamayacak çünkü ustasınız bu işte. Ta küçüklüğünüzden ustasınız. Kapıyı kırmak istiyorsunuz, sorarlarsa kapıyı tıklatıyordum cevabınızı duyuyorum. Yalanı duyuyorum, yalan karanlığınızla atbaşı gidiyor. Dörtnala. Ama ben yapraklar arasındaki o, tek kalmış meyveyi, karanlık meyveyi, görüyorum. İçinizden kovamadığınız, kovmayı düşünmediğiniz bir kurt kemiriyor o kara elmayı, bitmiyor.
Bekliyorlar ve bakıyorlar. Gülmek ve eziyet etmek için. Sabahki kahvaltıyla bir insanı üzmenin denklemi üzerindeler, zihin önceki günü diğer güne kopyalıyor. Aynı duygular ve nefret ve kin ve bu duyguların acı çektirmek istenenin duygularını incitme yüzdeliği... Hesaplanıyor ve düşünülüyor… Acı sürülüyor yaşama; bakışlardan, bekleyişlerden… Ekmeğe sürülen tereyağı gibi. Bunu ara sıra yapıyorlar fakat istedikleri an kötüler. İstedikleri zaman iyi olmayı tercih etmemişler. İstenilen zamanda kötü olmaya ne zaman karar verdiklerini bilmiyorum. “Kötü olmayı tercih ediyorum.” diye bir seçim yapmışlar ve bunu uygulamışlar. Her şeyin içinde; insanlığın, ölümün, başarının, başarısızlığın; saat dokuzda, onda, on birde, öğleden sonra; herhangi bir binadan çıkılırken, bir binaya girilirken... Kötü olmaları sessizce. Onun için acıyı sessizce çektiriyorlar. Sessiz bir acıyı sürüyorlar yaşama, yaşamıma… Bekliyorlar duvarın dibinde ve yüzüme düşen acıyı görmek istiyorlar. Sinsice gülüyorlar ve bunu her daim bilinçli olarak yapıyorlar.
BÖLÜM 2: ACI VE ÜÇ NOKTALARIN SIRAYA GİRMESİ
Oturuyoruz. Ama önceleri oturamıyoruz, sonsuz kelimelere ihtiyacımız olduğunu duyumsuyoruz, yürüyoruz ve ayrı ayrı yerlere gidebileceğimizin farkında olarak ayrı ayrı yerlere gidiyoruz. Daha, sonsuz kelimeler ve sonsuz konular, sonsuz karikatürler, sonsuz yaşamlar söz konusu değil. Kelimeler çoğalıyor, espriler, acılar, işler, sakat yaşamlar, seviyesizlikler, aldatmalar, ilgiler icat ediliyor ve aynı anda çoğaltılıyor bunlar. Her icat dünyaya bölünerek yayılıyor. Sonsuza kadar oturabiliriz şimdi. Masal ve efsane anlatmayacağız birbirimize. Kelimeler beyni zorluyor. Konular sınırsız. Oturduğumuzda konu sınırlaması diye bir derdimiz yok. Hayat kelimeleri besliyor. Ama pespaye bir hayat besliyor kelimeleri. Her kelimeyi kullanıyoruz. Sandalyeler, masalar, çay getirip götürenler arasında gülmek istiyoruz. Bir ağaç altında, en ciddi bir bina karşısında... Bir konu, genelde komik, konuşmalar gülmede bitiyor, gülmede bitirilmesi gerektiğine inanılıyor. Seviyesizlikte. Onca kelime arasından nedense ciddiyetsizlikle başlanıyor söze, uzuvlar giriyor araya, insanı hâlden hâle sokan - ama her daim küçülten – kelimeler seçiliyor. Gülünüyor. İcat edilen kelimelerden seviyesizlik akıyor. Ağız bir kelime bulucusu, kafa seviyesizlik yaratıcısı.
Acı, anlatılamıyor. Kapağı açılamıyor acının. Kola, pet şişe gibi değil acı. İçe doğru gönderiliyor acı, bir alıcısı yok orada, dipten başlayıp bedenin bütün uzuvlarını deniyor, bir yerlerde saplanıp kalmak için. Bedenselse bir bölgeye yerleşiyor, orayı kendine mesken tutuyor ve gidene kadar keyif çatıyor. Diğer acı; yüze yürüyor. Yürüyüş; ölümlerden, mezarlardan, yalnızlıktan geçip geliyor. Arkada bir ressam gibi çalışıyor, acı, yüzü en iyi şekilde yansıtacak hâle sokana kadar ortaya çıkmıyor. Oradan gözlere geliyor ama sözcüklere ulaşamıyor. Yüze yayılıyor magma gibi. Yorgun, bitik gösteriyor insanı. Acıseverler, “İyi misin?” diyor. İçteki ressam, acıyı büküyor, bu soru karşısında iyi misin’i istediği hâle sokuyor. Baş kaldırılıyor ve gözler gösteriliyor, ağız kapalı, sözcükler yok, açıklama yok. “Dertli” diyor biri, başkası kafasını sallıyor, bir başkası konuşmuyor, kelimelerin ressama daha büyük fırsatlar vermesinden korkuyor. “Arabesk” diyor biri… “Bağda gülü kalmayanın vay haline vay.” diye bir türkü geçiyor… Geceler, gündüzler geçiliyor, evet, geçiliyor, sabırla, beklenerek, bilinçle, saniyelerin farkına varılarak geçiliyor. Ressam sonsuza kadar ölmüş. Acının ressamları eserlerinden sonra ölür. Acıyı yüzümden kazıyamıyorum, her ressamdan bir iz. Her acının ressamı farklı. Yüzüm acıya açılan sanat galerisi… “İyi misiniz?” diyor biri. Elimi sıkıyor, hep bunu soruyor, iyi olduğumu gördüğü gün öleceğini düşünüyorum. “İyi misiniz?” Günde beş milyon kez soruyor bunu.
Yapraklar dökülüyor, “Ha, bu ağaçlar günaşırı beni sokağa salıyor, bu taraftaki dallarını kesselerdi iyi olurdu ya, kesmiyorlar, temizlemeye de gelmiyorlar. Sen öğretmen misin?” Başımla onaylıyorum, ayakkabılarım yürüyor, anahtar kapıda. Niçin oluyor bütün bunlar, hiç anlamıyorum… Bir kızın geçmesini bekliyorum sokaktan, herkesin geçtiği. Kalbimi alıp eve kilitliyorum. Niçin?
BÖLÜM 3: BİR MASANIN ÜZERİNDEKİLER
Düşünmem, düşündüğümü öldürmeme neden oluyor. Neyi düşünüyorum, o ölüyor. Her şeyi düşündüğüm zaman kendimi de öldürmüş oluyorum. Her şeyi, zerresine kadar düşünüyorum. Yaşamın içinde ne varsa her şey ölü.
Kaç kişiyiz, diye inceliyorum etrafı, çok az kişi. Biri oldukça yaşlı, saçları bembeyaz. Ne çok ölüsü vardır? Karşımda, aradakilerden oturduğu masadan beni fark edemiyor. Telefonla uğraşmıyor, sağ eliyle alnını ovuyor. Düşüncesi belli ki rahatsız ediyor, alnını ovunca düşüncesi iyileşecek ya da teskin olacak gibi. Beyaz gömlek var üstünde. Yola yakın oturuyor, ona rast gelecek kimsenin olmayacağını biliyor. Oturduğu yerde, tam da yola yakın yerdeki masada oturursanız, burada, en azından bir yarım saat oturursanız muhakkak bir tanıdık denk gelir. Kimsesi yok, belki de biri gelsin istiyor, dertleşeceği, hatta biri otursun yanındaki boş üç sandalyeden birine, çay bahçesine giren yabancı biri de olabilir, hiç görmediği bugüne kadar. Varıp hasbıhal etmeli ama o mu anlatacak, ben mi, kararsızım. Ben anlatsam gülecek, öfkelenecek hem konuyu devam ettiremediğimi görünce düşüncesinden onu ayırdığım için beni azarlayacak. O anlatırsa bu sefer de ben mutsuz olacağım. Ne anlatsa derdiyle dertlenemeyeceğim, sadece onu dinlemiş olacağım. Benim başımdaki anlatılamaz; onunkisi belki geçim derdi, belki bir hastalık, belki bir hasta, belki de hayatın ta kendisi. Kalkıp gitmiş, nasıl da dalmışım derdime. Masalara göz attım. Tek başına oturan bir o bir benmişiz. Bizden başkaları yalnız değil. Çay bahçesine girdiğimde sırtı bana dönük bir kız da oturuyordu bir masada. Sadece erkeklerin oturduğu bu çay bahçesinde nedense garibime gitti bir kızın da orada olması. Sonra anlaşıldı, şu kart dağıtıcılarından. Kız kalkınca adam da kalktı. Kart almayı falan düşünmemişti, kızla konuşmak aklından geçmiş olmalıydı. Biriyle konuşmak. Kızın masama geldiğini düşündüm, onunla ben de konuşacaktım. Ya da o, ne anlatırsa anlatsın dinleyecektim. Çay da ısmarlayabilirdim. Öğreniyorlar mı acaba yalnızların yanına uğramamaları gerektiğini ya da yalnızlar onların en büyük kurbanları mı? Hangisiyim? Hangisiyiz? Yanıma uğrasa kart almazdım, kesinlikle almazdım ama onunla konuşmak isterdim. Bir kadın istediğimden değil, duygusal olabileceğini düşündüğüm için. Kafalar masaya eğik, neşeli değil kimse, saate baktım. Bu saatte neşe yok mu burada? Birkaç genç ilk geldiklerinde gülüştü, ardından onlar da masaya eğildiler. Tam karşımdaki masada az da olsa canlılık vardı, cevap verebiliyorlardı garsona, garson onların masasında bir dakika kadar oyalanıyordu. Tost söylediler, onu yediler. Yeme süresince biri anlattı; kaygısız, sıkıntısız sözcüklerle konuştu, diğerleri orada yok gibiydi o an. Birkaç kişi tost yerken birileri konuşmalıydı demek ki… Bunu hep gözlemlemişimdir, tost yenirken birileri hep konuşurdu. Ama bu konuşan kaygısız ve sıkıntısız sözcüklerle konuşuyordu. Ayağını yorganına göre uzatmış olanlardandı, kalbi heyecanlara uzaktı, kıyafeti onu oldukça kaygısız göstermeye yetiyordu. Bugünden bir şeyleri anlatıyordu; olanlardan, bitenlerden söz ediyordu. Hayalsiz, dünsüz, dertsiz. Kart dağıtıcı kız gelse diğerleri kıza bakardı, kızı incelerdi, evdeki yerine bu kızı tercih etmedikleri için üzüntü duyabilirlerdi ama o bunlardan uzaktı. Kıza karta ihtiyacım yok, derdi, nasıl kartmış o, derdi… Eve gidip uyuyacak, diğerleri hep aynı eve gidip gitmemeyi düşünüyor olabilir. O, eve gidip uyuyacak, sabah kalkmak için. O kadar kaygısız, o kadar sıkıntısız sözcükler seçiyordu ki sıkıntımı daha da artırdı. Eve gelince bir türküyü açtım. Dibi görene kadar gitmem gerekiyor. Çünkü hiçbir şeyi görmedim; çay bahçesinde tüm o kadar saat gezinmelerimde. Şehri bir uçtan bir uca adımlamıştım. Kendimi neden insanlara gösteriyordum ki… Bak, değişiğim değil mi, dertliyim, değil mi, eve gidince türkü açacağım, bunu biliyor musun, eve gidince hep türkü açıyorum, yalnız başımayım, hep yalnız başıma… Dilimi tut kaldır, beni kaldırmazsınız, dilimi tutun kaldırın belki konuşabilirim, saniyeler, dakikalar, çay söyleyeceğim, garson kız yemek söylerken başımda gereğinden çok bekledi, soğansız mıydı, kafamı kaldırdım, kıza baktım, o bekliyor, ben kafamı kaldırmakla dilimi kaldırdım, soğansız, içecek ayran mıydı, başımı tekrar kaldırdım, dilim de kalkmış oldu, ayran, açık mı, kapalı mı, başımı tekrar kaldırdım, dilim kalktı, açık. Bakındı durdu. Neden çıkıyorum sokağa ve neden yaşayıp yemek yiyor, neden çay bahçesine oturup bir çayı içmek istediğim anda “çay” sözcüğünü dakikalarca sonra söyleyebiliyorum? Var git ellerin yâri, sen bana yâr olmasın, yüzüme gülme bari…
BÖLÜM 4: EVSİZLER YURDU
Hakkımda hiçbir şey bilmiyorlar yine de bir şeyler hatta daha fazlasını biliyorlar gibi gösteriyorlar kendilerini. Yok ediyorlar böylece herkesi. Kim kurtulabilecek bu cendereden? Pat diye dünyaya düşüyorum. Kimler vardı ben bu cendereye atılırken, kimseler sahip çıkmıyor sonra. Büyüdükçe, o ilk düşüşün birlikteliği bozuyor kendini. Kendi başınasın. Bir şeyler yapman isteniyor, hep diğerlerinin istediği bir şeyler. Kendileri kadar mağlup olmam ya da düşük zaferleri kadar da olsa zafer kazanmam isteniyor. Evlenmem, çocuk sahibi olmam, gelip gitmem, kapı görmem, farklı kapılar. Bir sürü isimler, beyler, hanımlar. Toplumsal törenler, çatal kaşık bıçak ve masa ve sandalyeler ve geceler ve uyanış ve mutluluk diye yutturulan küçük eğlenceler. Toprakla oyna, ağaca çık, koş… Yiyiciler, söz söyleyenler, anlamsızlar arasında bir yaşam savaşına başlayıveriyorsun. Eve kapanmak, cehenneme ara vermektir. Cehenneme kendi ayaklarımla gidiyorum, beni görünce tebessüm ediyorlar, hâl hatırdan sonra, eğer ki o gün zaten kötüysem bu mutluluk veriyor etrafa, mutluysam seni bugün mutlu gördümle başlıyor ilk cümle, savunmasız kurbana çevriliyorum.