Nirvana Sosyal

Anasayfa Künye Danışmanlar Arşiv SonEklenenler Sosyal Bilimler Bilimsel Makaleler Sosyoloji Fikir Yazıları Psikoloji-Sosyal Psikoloji Antropoloji Tarih Ekonomi Eğitim Bilimleri Hukuk Siyaset Bilim Coğrafya İlahiyat-Teoloji Psikolojik Danışma ve Rehberlik Felsefe-Mantık Ontoloji Epistemoloji Etik Estetik Dil Felsefesi Din Felsefesi Bilim Felsefesi Eğitim Felsefesi Yaşam Bilimleri Biyoloji Sağlık Bilimleri Fütüroloji Edebiyat Sinema Müzik Kitap Tanıtımı Haberler Duyurular İletişim
Kendini Bil! Neşet Ertaş, Rousseau ve Felsefi Bir Emrin Anlam ve İçermeleri Üzerine

Kendini Bil! Neşet Ertaş, Rousseau ve Felsefi Bir Emrin Anlam ve İçermeleri Üzerine

Etik 15 Mayıs 2019 02:35 - Okunma sayısı: 4.281

Doğan Göçmen yazdı...

‘Kendini Bil!’
Neşet Ertaş, Rousseau ve Felsefi Bir Emrin Anlam ve İçermeleri Üzerine

Doğan Göçmen

ÖZET

İnsan kendisine bir aynada bakar gibi bakmaya başladığından beri, yani kendisini sanki iki kişiymiş gibi bölüp aynı anda hem gözleyen hem de gözlenen olma yetisini geliştirdiğinden beri ‘ben neyim?’ diye kendini ve dünyayı sorgular. Kendini bil! emri insanın kendi kedisine yaptığı çağrıdır aslında. İnsan kendisini ahlaklı olmaya çağırıyor. Bu yazı bu emrin veya çağrıya değişik açılardan ışık tutarak, konuya emrin anlamı, tarihi içermeleri bakımından açıklık getiriyor. Yazı konuyu toplumsal yapısal sorunlar bağlamına taşıdığı gibi, öznel değerler ve vicdan kurumu bağlamında da ele alıyor.

Kendini bilmek. “Kendini bil!” buyruğu, halk arasında insanın ahlaki eğitimi için somut durumlarda kendiliğinden başvurulan en yaygın araçlardandır. Büyüklerimiz, özellikle analarımız ve nenelerimiz bizleri yetiştirirken, özellikle kamusal alana uygun düşmeyen yanlış davranışlarımızı düzeltmek ve kamusal alanda eyleyebilecek yetkin insan bireyi yapabilmek için bize “kendini bil” derler. Kızgınlık halini bildirmek için, aynı anlama gelen “haddini bil!” dendiği de olur. Anadolu halk ozanları arasında insana kendini nasıl bilebileceğini öğretme çabası çok yaygındır. Örneğin Âşık Veysel’in tüm türküleri ve şiirleri sanki insana kendini nasıl bileceğini farklı açılardan ve farklı bağlamlarda göstermeyi amaçlar. Bunun kökleri Anadolu’da derindir, çok eskilere uzanır.

Kendini bilmek, insanın her şeyden önce kendisiyle kurduğu bir ilişki biçimidir. Türsel bir boyutu olduğu gibi bireysel bir boyutu da vardır. Hatta, türden çok bireyi hedeflendiği de söylenebilir. İlişkiye epistemolojik boyut temel oluşturur, fakat amaç ahlaki belirlenimdir. Epistemolojik olarak, insanın ne olduğunu ortaya çıkarıp göstermeyi amaç edinmektedir. Bu epistemolojik çabanın en az iki boyutu vardır. Bunlar insanın kendisine tarihsel ve mevcut durumda eleştirel bakmasıyla ilgilidir. Tarihsel olarak, insanın ‘neydi-ne-oldusu’ araştırılır. Bilinebilindiği kadarıyla insanın tarihsel olarak nasıl evrimleşip bugüne geldiği incelenir. Güncel mevcut durum analizinde insan, insanlığın içinde bulunduğu durum bağlamına yerleştirilir. Böylelikle insana kendisine aynada bakar gibi eleştirel bakma olanağını sunulmuş olur. Buna ben insanın kendisiyle yansısal ilişkilenmesi diyorum ki buna reflektif ilişkilenme de denebilir. Bu, insanın kendisine bir mesafeden bakmasıyla mümkün olur. İnsanın neliğine veya özüne dair belirlemeye böyle ulaşırız. Birey kendisine tüm insanlığa dair bu bilgilerin ışığında bir aynada bakar gibi bakabilir ve ahlaki bir kişilik kazandırabilir.

Bu yazının amacı, insanın kendisini bilebilmesi talebinin bazı ön kabullerini ve içermelerini açığa çıkarmaktır. Böylece bu konuya dair çağımızın gerekleri ışığında biraz daha açık bir kavram oluşacağını umuyorum.

Neşet Ertaş’ın “Bilebilseydi” Türküsü ve ‘Kendini Bil!’in Anlamı

Büyük halk ozanı, “bozkırın tezenesi” Neşet Ertaş, bir şarkısında “İnsanlar kendini bilebilseydi/

Dünyada haksızlık kavga olmazdı” diyor. Ozan burada dünyada yaşanan haksızlıkların, kavga ve savaşların nedeni olarak insanın kendini bilmezliğine işaret ediyor ve bu durumdan çıkıp dünyada adalete ve barışa dayalı bir düzen kurulabilmesinin önkoşulu olarak insanın kendisini bilmesi gerektiğini belirtiyor. Ve devam ediyor Ertaş: “İnsan doğan yine insan ölseydi/Belki de dünyada hayvan kalmazdı”. Ertaş, burada, Rousseau’nun İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri’nde uzun uzun açıklamaya çalıştığını sadece bir mısrada betimliyor. Ozan, “Belki de dünyada hayvan kalmazdı” derken insandan başka diğer canlıların yok olup, gitmiş olacağını söylemiyor. Ozan burada “hayvan” kavramıyla daha çok barbarlığı kastediyor. Sonraki iki mısraya bakalım: “Hayvanlar yabanda sürüsüyünen”. Ozanımız burada ne demek istemektedir? Kanımca şunu: İnsan elinin değmediği, insanın insancıllaştıramadığı, yazıya dönüştürmediği yaban doğada sürüyle hayvan bulunmaktadır. Burada belirleyici olan, bir sonraki mısrada dile getirilir : “Geçinemez biri birisiyen”. O halde, yabandaki doğada hayvanlar, aralarındaki ilişkiler düzenli olmadığı, eş deyişle yalnızca spontane olduğu için birbirleriyle geçinemezler.

İnsan kendini bilebilseydi, sadece dünyada olan haksızlıklar veya adaletsizlikler ve kavgalar yok olmakla kalmayacaktı, aynı zamanda diğer canlılar da uygarlaşacaktı, insanlık uygarlığından kendi ilişkilerini uygarlaştırmak için pay alacaktı. İnsanlar vahşetin kanunun yerine doğaya uygarlığın kanunu yerleştirecekti. Fakat insan kendisini bilemediği için, ozanımızın deyişiyle dünyada “İnsan cennetinin hurisiyinen” sevişemediği için, insan dünyada cennetini kuramadığı için, hak yabana salınmıştır. Ertaş’ın burada yaptığı gözlem son derece anlamlı ve derindir. Denmek istenen, hak ve adaletin yabani doğaya götürüldüğü değildir, tersine söylenmek istenen, insan yeryüzünde cennetini kuramadığı için, büyüğün küçüğü yuttuğu, güçlünün güçsüzü ezdiği yabani doğadaki barbarca ilişkileri uygarlığın içine taşımıştır. Ozan burada sanki Thomas Hobbes gibi konuşmaktadır. Zira Hobbes’un bir insanlık hali betimlemesi olan doğa durumu tasviri insanlığın içine düşmüş olduğu barbarlık halinin bir tablosunu sunar. Eğer yapmış olduğum yorum önerisi doğruysa, ozanımızın yaban doğa kavramının içermeleri buna denk gelmektedir.

Nedir o halde doğaya, diğer canlılar dünyasına ve insanlık toplumuna adaleti ve ebedi barışı getirecek olan bu barbarlıktan çıkış yolu? İnsanın kendisini bilmesi. Bu bizi Rousseau’nun işaret ettiği ve kökleri Anadolu’da olan “kendini bil!” emrine götürüyor. Kendini bilmek ne demektir? Burada bu sorunun yanıtına girişmeden önce bu emrin yanında anılan ve aynı şekilde Apolloncu bilgelik olarak kabul edilen başka bir özdeyişi daha aktarmak istiyorum: “Kefalet, yıkım çoktan gelmiştir”. Kefalet, güvensizlik ve bağımlılık ilişkisini içerir ve özgürlüğün kaybolması anlamına gelir. Öyleyse, insanın kendini bilmesi, insanın özgürleşmesi için gerekli koşulları sağlaması anlamına gelmektedir. Böylelikle ozanımız bu kısa şiirinde insanlığın binlerce yıllardan beri gerçekleştirmeye özlemi dile getirmiştir. Buna Neşet Ertaş’ın ütopyası diyebiliriz. Bu aynı zamanda felsefenin de arayışıdır. İnsanın kendisini bilebileceği koşulların sağlanması için bir perspektif sunmak.

Emrin Çok Kısa Bir Tarihi ve Kişilik Kavramı Açısından Bazı İçermeleri

Rousseau’ya göre bilimlerden, insanın kendisini bilmesine hizmet eden bilimler en önemli bilimlerdir. Zira bu bilimler insanı kendi kendisiyle daha doğrudan yüzleştirir, insanı kendisiyle yüz yüze getirir. Böylece insan kendisine aynada bakar gibi bakar. Bakan da bakılan da kendisidir. Bu bakış, insanın kendisini bilmesinin önkoşuludur. Bu bakışı mümkün kılan bilimler, böylelikle insanın kendisini bilmesini sağlar. Rousseau açısından bu bilimlerin neden en faydalı veya daha doğrusu en önemli bilim olduğu sorusunu yanıtlamak için, insanın kendisini bilmesinin neden önemli olduğu sorusunu yanıtlamak gerekmektedir. Vereceğimiz yanıt aynı zamanda bu bilimlerin neden önemli olduğu sorusuna da bir yanıt olacaktır.

Rousseau, Delfi Tapınağı’nın girişindeki gn?thi seautón yazıtında ifadesini bulan ‘kendini bil!’ buyruğunun, en önemli ve aynı zamanda en zor olan bir buyruk olduğunu belirtir. Söz, yedi bilgeden birisi olarak kabul edilen Spartalı Klion’a atfedilir. Fakat düşünce ilk defa Efesli Herakleitos tarafından dile getirilmiştir. Bir fragmanında Herakleitos şöyle der: “Kendini bilmek ve akıllı olmak, tüm insanlara verilmiştir.” Burada kendini bilmek ve akıllı olmak birbirini şart koşuyor. Bu bakımdan kendini bilmek ve akıllı olmak, doğru düzgün düşünüp, doğru düzgün davranabilmek anlamına gelmektedir. Akıllı olmanın önkoşulu, insanın kendisine dair kapsamlı bilgisidir. Ancak bu bilginin ışığında insan, düşüncelerine sistematik bir düzen kazandırabilir, duygularına şekil verebilir ve tutkularını yönlendirebilir. Peki, burada akıllı olmak ne anlama gelmektedir? İnsanların davranışları nedensiz değildir ve bir sonucu elde etmeyi amaçlar. Nedenler genellikle insanların gidermeyi arzuladıkları gereksinimlerdir. Gereksinimleri gidermek, mutlu olmak ve özgürleşmek anlamına gelmektedir. Amaca uygun yol, yöntem, araçlar ve gereçler edinmek ve geliştirmek zorundadırlar. Akıllılık, bütün bunların, neden ve istenen etkinin, araçların amaç ile uyumluluğunda kendini gösterir.
Fakat bunların uyumluluğu tek başına yetmez. Bu genellikle gözden kaçırılır. Bütün bunların hepsinin uyumluluğu, doğrudan istenmese de, niyetlenip doğrudan amaç edinilmese de, teker teker bireylerin ve herkesin gereksinimlerini gidermesine, dolayısıyla özgürlüğüne hizmet ettiği oranda akla uygundur. Bu, yapısal sorunlara ve insanın kendini bilebilmesi için yapısal ilişkilerin de akıllı ve kendini bilir olması gerektiğine işaret eder. Bu aynı zamanda ahlaklı olmak, anlamına da gelir. Zira halk arasında günlük dilimizde de sıkça ahlaklı olmak anlamında ‘akıllı ol!’ dendiğini biliyoruz. İnsanın kendisini bilmesi yine ancak kendisi tarafından gerçekleştirilebilecek olan bir şeydir. Kendini bilmek, insanın kendisine ve değerlerine bir sınır çizmesi, eş deyişle çerçeve kazandırması demektir. Sınır burada özgürlüğü sınırlayan değil, özgürlüğü mümkün kılan bir işleve sahiptir. Böylelikle bugün yaygın haliyle görülen belirsiz, dolayısıyla günlük dilimizdeki bir tabirle ifade edecek olursak “omurgasız” kişiliğin tersine, kişilik bir belirlilik kazanır. Kişiliği bir belirlilik kazanmış olan, bir duruşu, bir bakışı, bir görüşü olan ve kazanma ve kaybetme hesabı yapmadan buna uygun davranabilendir. Bilimler ve felsefe, insanın kendi kendisine gönüllü olarak sınır koyması için gerekli zihinsel koşulları oluşturmaya hizmet eder. Yani insanın kendisini bilmesi ancak gönüllü olabilir. Bu nedenle ahlaklılık, gönüllülük ve özgüllük ve özgürlük meselesidir aynı zamanda.

Kendini Bilmek, Vicdan ve Felsefenin Bütünleştirici İşlevi

İnsanın kendi kendisini bilmesinin farklı yol ve yöntemleri, araçları, değişik aşamaları ve seviyeleri vardır. Örneğin bir tiyatro oyunu izlemek de insanın kendi kendisiyle yüzleşmesinin bir yöntemidir bir resim yapmak da; bir film seyretmek de, bir tabloya bakmak da; diğer insanlarla sohbet etmek de kendi başına durup düşünmek de; bir insanın çocuğuyla oynaması da insanı kendisiyle yüzleştirir bir hayvanla oynaması da; bir konser dinlemek de kendi başına kulaklıktan müzik dinlemek de. Kısacası hayatta yapıp ettiğimiz ister sıradan etkinliklerimiz olsun ister daha üst zihinsel veya güzel duygusal uğraşlarımız olsun; hepsi insanın kendini bilmesine hizmet eder. Zira Descartes’ın belirttiği gibi, tüm bilimlerin varlığının yegâne amacı, ahlakın temellendirilmesine ve pratik olarak gerçekleşmesine hizmet etmektir. Felsefe bir bütün olarak insanın kendi kendisiyle yüzleşmesinin en temel ve en derin biçimini sunar bize. Felsefenin nesnellikten çok öznelliği ilgilendiren alanlarında, yani özne felsefesinde kendi kendisiyle yüzleşmesi aynı zamanda en çok, en ince ve bu nedenle ruhuna işleyen en derin acıyı verir. Bu bakımdan insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi, elbette cesareti, belki de çok cesaretli olmayı şart koşar ve tabi karakter gücü gerektirir. Fakat söz konusu yüzleşme sonucu, insanın kendi kendisiyle hesaplaşması sonucu kendisine dair ortaya çıkan yeni ‘tablo’, yamalı bir bohçayı andırmıyorsa veya basit bir şekilde bir puzzle gibi değilse, yani iç ve dış ilişkileri bakımından bütünlüklü ve uyumlu bir tablo sunuyorsa ve bu, vicdan denilen yargı organının onayını buluyorsa, sonunda büyük bir huzur da verir. Bu belki de bireysel mutluluğun en üstün biçimlerindendir. Yoksa insan kendisini için için yer ömür boyu. Dünya çapında toplumun giderek neredeyse bir bütün olarak psikolojik bir vaka haline geliyor olmasının nedeni, kimsenin arzulanan bu iç huzuru bulamıyor olmasıdır. İnsan kendisine dair tablonun iç ve dış ilişkileri bakımından, hem geçmişe hem mevcut olana dair eleştirel hem de perspektifsel olarak geleceğe dair uyumluluğunu ve bütünlüğünü ve tikel bir tablo olarak evrensel tabloyla içkin ilişkisini ancak felsefenin yardımıyla elde eder. Bu nedenle felsefe aynı zamanda doğrudan felsefi olmayan tüm uğraşlarımızın içinde de az-çok görünür olarak gizlidir.

Vicdanlılık ve Vicdansızlık

İnsanda vicdan zorunlu olarak oluşur ve oluşumu doğum öncesi bir evrede başlar. İnsanın tüm toplumsallaşma ve bireyselleşme süreci aynı zamanda kendisine bir vicdan oluşturma sürecidir. Bunda okul hayatının ve arkadaşların, alınan eğitimin ve yapılan işin ve görülen mesleğin, kısacası tüm iş ve mahalle ilişkilerinin ve alının eğitim sonucu az-çok eleştirel olarak edinilen dünya görüşünün etkisi vardır. Vicdanın oluşum şekline göre, davranışlarımızda yönlendirici etkisi farklı olur. Örneğin spontane, geleneğe ve alışkanlığa göre kendiliğinden oluşan vicdandan farklı olarak bilinçli ve aktif olarak oluşturulan vicdan, kendisine göre yaşanmadığı zaman acı verir, bazen yıllar ve belki de ömür boyu sürebilecek ince ve derin acı verir. Burada bencillik durumlarını, içinde bulunduğu sefaleti mutluluk sandırıp sefaletine sevinçten güldüren çarpık bilinç hallerini burada dikkate almıyorum. Bu kendi başına ayrı bir konudur zira. Diğer bir deyişle geleneksel, kendiliğinden alışkanlıktan neredeyse ‘otomatikman’ oluşan vicdanı ötelemek, hatta görmezlikten gelmek daha kolaydır. Fakat bilinçli oluşturulan söz konusu olduğunda aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bunun için insanın kendisiyle yüzleşmesi cesaret ister. Zira o zaman insanda bilinçli bir vicdan oluşur. Bu vicdan duygusuna göre yaşamayanda vicdan azabı veya vicdan duygusunu bilerek bastırıp ona rağmen yaşayanda ve eyleyende ise utanma duygusu oluşur. Bu utanma duygusunu bastırmak için gösterilen sinik gülümse aslında bencil duygular karşısında içine düşülen biçareliğin belirtisidir. Bu biçarelik kesinlikle masum değildir. Vicdansızlık dediğimiz durum budur işte. Tüm insanlık düşmanı eylemler ve hareketler bu duygulardan yararlanır.

Sonuç olarak; vicdansızlığın ve utanmazlığın öncelikli kaynağı, bile bile kendini bilmezliktir diyebiliriz. Bilgi ve cahillikten kaynaklanan vicdansızlık ve utanmazlık, masumiyetin sınırını ne kadar çok aşsa da yine de bunların en masum olanıdır. Cesur değildir çünkü; en fazla bilgisizce ve cahilce davranmaktadır. Bunun (art) niyete dönüşmüş hali cüretkârlıktır. Diğer bir deyişle cüretkârlık bilgisizlikten kaynaklanır ve ancak cahil olan cüretkâr olur. Cesaret kapsamlı bilgiyi ve tutarlılığı gerektirir. Bu nedenle bilgisizlikten kaynaklanan vicdansızlık ve utanmazlık affedilmeye en yatkın olanıdır.

Vicdan, Araçsal Düşünce ve Karakter Gücü

Bu söylediklerimizden anlaşılacağı gibi insanın kendisiyle yüzleşmesi aynı zamanda karakter gücü gerektirir. Zira insanın kendisiyle yüzleşmesi sonucu bilinçli bir şekilde oluşturduğu duygu, düşünce ve değerlerin toplamının, kısacası vicdanın içselleştirilmesi gerekmektedir, yani ondan haberdar ve farkında olmanın da ötesinde, onu kendinin yapılmasını gerekli kılar. İnsanlar değişik nedenlerden dolayı, bunlar öznel veya nesnel, öznel ve nesnel olabilir, belki de başta çok iyi niyetlerle kendisiyle yüzleşmesine rağmen, sonra dünyaya ve kendisine dair edinmiş olduğu bilgiyi kötüye kullanabilir, irade zayıflığından, ahlaki kişilik çarpıklığından, hayal kırıklığından veya insana, topluma ve geleceğe olan umudunu yitirmiş olmadan veya başka bir nedenden dolayı kendisiyle yüzleşme sonucu oluşturmuş olduğu vicdana uymayabilir. Halk arasında buna “okumuş cahillik” denir. Birisinin bilmesine karşın bilgisizce, yani bilgiyi ölçü ve temel almadan davranma hali.

Enstrümantal veya araçsal düşüncenin eleştirisinin bir anlamı varsa, kendisini öncellikle bu bağlamda gösterir. İnsanın duygularıyla, düşünceleriyle, yani aslında kendisiyle araçsal ilişki kurması, aynı zamanda diğerleriyle araçsal ilişki kurduğunu da gösterir. İrade zayıflığı, teorik düşünce ile pratik davranış arasında oluşan tutarsızlık, yani pratik oportünizm de kendini bu bağlamda dışa vurur. Tutarsızlığın kişiden kaynaklanan nedeni fırsatçılıktır. Zaten oportünizmin bir anlamı da budur. Bu, toplumsal yapıların işleyişi ve bunlara uygun şekil kazanan değerler tarafından üretilir, beslenir ve teşvik edilir. Zira vicdanlı olmak, yani ahlaklı, kendine ve diğerlerine karşı dürüst ve samimi olmak, oluşturulan vicdana göre, yani kazanma veya kaybetme kaygısı gütmeden gerçeğe uygun düşünebilme ve doğru davranabilme gücünü gerektirir. Adil davranmak denilen şey budur. Her şeye rağmen adil davranabilen, karakter gücü gösterir aynı zamanda. Bu nedenle insanın kendisiyle yüzleşmesi cesaretin yanında karakter gücü gerektirir.
Karakter ve irade zayıflığından kaynaklanan vicdansızlık ve utanmazlık, ahlaken suçtur –ki çoğu kez hukuki sonuçları da olabilir. Bu, bilgilenmiş ahlaksızlık olduğu için cüretkâr değildir, ama ilk bakışta sanıldığının tersine cesur da değildir. Zira kaybetmeyi ve kazanmayı hesaba katmadan gerçeğe göre adil davranmayı göze alamamaktadır. Yani korkaktır.

Yaranma Ahlakı, Yalancılık, Piyasa İlişkileri ve Kandırmacılık

Adam Smith genellikle koşulsuz neoliberal piyasa savunuculuğunun kaynağı olarak gösterilir. Oysa Smith, kendisinin “ticaret toplumu” olarak tanımladığı kapitalist toplumun piyasalarına hâkim ahlakı en gerçekçi bir şekilde analiz eden büyük filozoflardan birisidir. Smith’e göre kapitalist toplumda herkesin satacak bir şeylerinin olması gerekmektedir. Satıcıların elbette alıcıları da olacaktır. Öyleyse, ahlak açısından bu ne anlama gelmektedir? Satıcılık ve alıcılık nasıl bir ahlakı temel edinmektedir? Konuya açıklık getirmek ve yeni bir boyut kazandırmak için Karl Marx’ın bir gözlemini aktarmak gerekiyor buraya. Bilindiği üzere modern toplumun ahlakı yararlılık kavramı altında toplanır. Marx bunu en erken döneminden itibaren ve son olarak Das Kapital’de ‘karşılıklı yaranma’ olarak tanımlar. Öyleyse herkesin birbirine birşeyler satmaya çalıştığı mevcut topluma hâkim olan ahlaklılığı, karşılıklı yaranma ahlaklılığı olarak tanımlamak gerekiyor.

Karşılıklı yaranma ahlakı nasıl bir ilkeye dayanır? Adam Smith, Ulusların Zenginliği’nde, bu ilkeyi, yaptığımız ettiğimiz hiçbir şeyin bizim yararımıza değil, diğerinin ve insanlığın yararına olduğunu gösterme çabası olarak betimler. Yani aslında son derece bencil hesaplar ve çıkarlardan, yani aslında son derece düşük değerli motiflerden hareketle eylesek de, bunu yüce değerler uğruna bir eylemmiş gibi gösterme çabası içine girmektir yaranma. Yaranmak, yaptığım senin ve genelin yararınadır, benim değil, demektir. Oysa gerçek motif, son derece bayağı ve kişiseldir. Ahlak açısından asıl olması gereken, fakat olmayan, oluyormuş gibi gösterilirken; ahlak açısından olmaması gereken, fakat olan, olmuyormuş gibi gösteriliyor. Açıkça yalan söyleniyor ve gerçeğe aykırı davranılıyor. Eylemlere hâkim asıl motifler, değilmiş gibi gösterilmeye, olmayan motifler işliyormuş gibi gösterilmeye çalışılıyor yani. Öyleyse karşılıklı yaranma ahlakı, bile bile ahlaksız davranılmasına karşın, ahlaklı davranıyormuş gibi gösterme, ahlaksız olunduğu bilinse bile, ahlaklıymış gibi gösterme çabasıdır denebilir. Diğer bir deyişle karşılıklı yaranma ahlakı, karşılıklı kandırma ahlakıdır. Buna artık ahlak denebilirse tabi. Piyasa veya ticaret ilişkilerine hâkim olan karşılıklı yaranma ahlakının ilkesi budur.

Çıkarlar, Vicdan ve Ahlaksızlıktan Çıkış İçin Perspektif

Bilindiği gibi Thomas Hobbes, bu karşılıklı kandırma ahlakını, Leviathan’da karşılıklı rekabet ve bundan kaynaklanan durumu ise ‘herkesin herkese karşı savaşı’ olarak tanımlar. Savaşan insanlar, ahlakın buyurduğu gibi, birbirine iyilik eden değil, birbirlerine kötülük eden insanlardır. Şöyle de diyebiliriz: Tüm insanlar herkesin kendilerine karşı iyi olmasını istese de kendileri diğerlerine ilkesel olarak kötülük yapma eğilimindedirler. Hobbes bu durumdan çıkış yılları arar toplum ve devlet kuramı çerçevesinde. Bu durumdan kalıcı çıkışı Hobbes, aklı temel alan ve buna dayalı olarak ahlakı ve “ölümsüz barış”ı tesis etmeyi amaçlayan bir toplumda görür. Hobbes’un, modern toplumların ‘ortak iyisi’ olmadığı için açıkça ‘ahlaksızlık durumu’ olarak betimlediği bu savaş durumu betimlemesinin, ahlak ve vicdan açısından açıklamasını Rousseau’da buluyoruz.

Rousseau, Christophe de Beaumont’a yazdığı açık mektupta insanda doğuştan gelen bir duygu veya tutku olduğunu belirtiyor. Bu duygu, “özsevgi” duygusudur. Bu duygu insanın “kökensel” veya “doğal” iyiliğine tekabül ediyor. Bu duygudur ki insanı “doğadan iyi” yapar ve aynı zamanda hem hisseden hem de akıllı varlık yapar. İnsanın hisleri ve duyguları, onun daha çok bedensel iyiliğini amaçlarken, onun akıllı varlık oluşu, onu “adaleti ve düzeni” sevmeye sevk eder ve bu sonucu olarak da onun ruhsal sağlığını amaçlar. Adam Smith Ahlaksal Duygular Kuramı adlı eserinde bu duygunun hem diğerlerinin hem de kendisinin mutluluğunu aynı zamanda amaçladığını göstermiştir. İşte, Rousseau, bu sonuncu duyguyu, aynı zamanda potansiyel vicdan duygusu olarak tanımlar. Zira eğer insanın düzene dair sevgi duygusu “gelişirse ve etkin olursa, vicdan ismini alır” (alıntıdaki vurgu bana aittir).

Fakat Rousseau’ya göre, “vicdan, insanın kavrayışları arttıkça gelişir ve etkin olur”. “Yalnızca bu kavrayışlar aracılığıyla düzenin bilgisine ulaşır ve eğer insan bu düzeni kavrayıp tanırsa, vicdanı onu, düzeni sevmeye götürür.” O halde, Rousseau açısından vicdanın her ne kadar his ve duygulardan kaynaklanan ontolojik bir zemini olsa da, insan tarafından aktif bir şekilde yaratılmaktadır ve dolayısıyla her şeyden önce toplumsal bir kurumdur. Son alıntıladığım yerde şöyle devam ediyor: “O halde, daha bir karşılaştırma yapmamış ve ilişkileri tanımayan bir insanın henüz vicdanı olamaz.” Vicdanı henüz gelişmemiş bir insanı nasıl tanımlamak gerekir? Rousseau’yu olduğu gibi aktarmaya devam ediyorum:

Bu durumda insan kendisinden başka kimseyi tanımaz, kendi iyiliğini başka birinin iyiliğine ne karşı olarak görür ne de onunla uyumlu; hiçbir şeyden nefret etmez, hiçbir şeyi sevmez de; ve basit fiziksel dürtü ile sınırlı olarak o, hiçbir şeydir, bir hayvandır. Bunu benim Eşitsizlik Üzerine Deneme’mde kanıtladım. Rousseau’nun, bizi hiçbir şekilde geri dönülmesi gerekir diye çağırmadığı, ‘vahşi iyilik’ durumu budur. Bu aşamada Rousseau açısından vicdandan ve dolayısıyla ahlaklılıktan bahsetmek mümkün değildir. Rousseau bu durumda olan insanı, “iyilik ve kötülük bakımından umursamaz” olarak tanımlar. Gelişiminin bu aşamasında insanlar henüz iyiyi ve kötüyü değer yargıları olarak geliştirmemişlerdir. Bundan sonra ne olduğunu yine doğrudan Rousseau’nun kendi betimlemesiyle aktarmak istiyorum:
İnsanlar, ilerleyişini gösterdiğim bir gelişme sayesinde gözlerini kendilerinin aynısı olanlara döndürmeye başladıklarında, onların ve şeylerin de ilişkilerini görmeye başlarlar ve uygunluk, adalet ve düzen kavramını elde ederler ve ahlaki iyiyi hissetmeye başlar ve bundan sonra vicdan etkin olur. Bundan böyle erdemlere sahip olurlar ve kötü alışkanlıkları olsa da, bu, çıkarları kesiştiği ve tutkuları, kavrayışlarına orantılı olarak yaygınlaşır. Fakat karşıt çıkarları birbirine denk gelen kavrayışlarından daha az olduğu sürece, insanlar iyidir. Bu ikinci durumdur.

Rousseau burada iç ve dış davranışlarımız için yönlendirici olan iç yargı merciimiz olarak vicdanların bir toplumda nasıl oluştuğunu ve her şeye karşın birbirleriyle az-çok nasıl uyumlu işlediğini betimliyor. Görebildiğim kadarıyla toplumda birarada yaşayan bireylerin çıkarları birbirleriyle kesiştiği oranda vicdan işler oluyor ve ahlaki değerler de o oranda herkes temel olduğu için yaygınlaşıyor ve rağbet görüyor. Fakat tersi söz konusu olduğunda, yani eğer “tüm özel çıkarlar birbirlerini ötelerse” ve bu çıkar çatışmaları nedeniyle “her bir kişi başkasının doğuştan düşmanı olursa ve kendi rahatını diğerinin zararında bulursa, vicdan aşırı gerginleşmiş tutkular tarafından boğulur ve insanın ağzında birbirlerini aldatmak için yalnızca sözcük olarak kalır.” Rousseau, bu son durumu “üçüncü durum” olarak adlandırır. İnsanlar birinci durumda ahlaken kaygısızdırlar, çünkü bunun için gerekli olan ahlaki değerleri ve kurumları henüz üretememişlerdir. İkinci durumda ahlaki değerler ve vicdan kurumlaşmıştır ve her şeye rağmen çıkar uyumluluğu olduğu için herkeste az-çok özgürce işlemektedir. İkinci durumda toplum, ahlaklı ve vicdanlıdır. Üçüncü durumda çıkar çatışmaları nedeniyle toplum ahlaken çökmüştür, çünkü insanlar başta iyi olmalarına karşın artık “kötü” ve böylelikle herkes herkesin düşmanı olmuştur ve birbiriyle sürekli çatışmaktadırlar.

Rousseau’nun bu durum betimlemesinden takriben 85 yıl sonra Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da çıkar çatışmalarını yeniden tanımlar ve bu durumdan çıkmak için bir perspektif sunar. Marx’ın yeni bir durum betimlemesi yapar ve bu durum betimlemesi, Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde betimlediği, herkesin çıkarının herkesin çıkarıyla ve herkesin çıkarının bütünün çıkarıyla uyumlu olduğu durumdan ilkesel olarak çok farklı değildir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde önerdiği duruma ulaşabilmek için, Emile’de bir eğitim planı geliştirdiğini belirtiyor –ki Emile, Köy Enstitüleri için de vazgeçilmez en önemli esin kaynaklarındandır: “Kitabımı, insanların kötü olmasını engellemek için işe nasıl başlanması gerektiği araştırmasına vakfetmiştim.” Burada aktardığım Christophe de Beaumont’a Mektup’ta toplumun vicdanlı ve ahlaklı bir topluma dönüştürülmesi için biraz aşağıda şöyle bir perspektif sunuyor Rousseau:

Ne yapılırsa yapılsın, büyüklerin çıkarları her daim aynı kalacaktır; fakat halkın önyargıları, sabit bir noktaya odaklı olmadığı için, değişime daha çok tabidir; halkın önyargıları daha da kötüleştirilebilir, değiştirilebilir, çoğaltılabilir veya azaltılabilir. Öyleyse, eğitim bu açıdan hala yarar sağlayabilir ve gerçeğin dostu dikkatini buna yöneltmelidir. O, halkın akıllı yapılabileceğini ümit edebilir, fakat halka hükmedenlerin, adil insanlar yapılabileceğini değil.

Buyurun. Rousseau. Gidin, halkı eğitin, aydınlatın! Umut onda. Rousseau’nun içinde bulunduğu kendini bilmezlik durumundan çıkmak için önerdiği perspektif budur.

Kaynakça

1. Descartes, R., The Philosophical Writings, c. 1, Cambridge University Press, 1985.
2. Herakleitos, Fragmanlar, Die Vorsokratiker, c. I içinde, Reclam Verlag, Stuttgart, 1983.
3. Hobbes, T., Leviathan, çev. Semih Lim, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.
4. Marx, K., Das Kapital – Kritik der politischen Ökonomie, c. 1, Marx-Engels-Werke, c. 23 içinde, Dietz Verlag Berlin, 1988.
5. Rousseau, J.-J., Brief an Christophe de Beaumont, Schriften, c. 1 içinde, yay. Henning Ritter, Carl Hanser Verlag, Münih, 1978.
6. Rousseau, J.-J., İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Say Yayınları, İstanbul, 2010.
7. Rousseau, J.-J., Toplum Sözleşmesi ya da Siyaset Hukukunun İlkeleri, Say Yayınları, İstanbul, 2008.
8. Rousseau, J.-J., Emile ya da Eğitim Üzerine, Say Yayınları, İstanbul, 2009.
9. Smith, A., An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, c. 1, Liberty Fund, Indianapolis, 1981.
10. Smith, A., The Theory of Moral Sentiments, Liberty Fund, Indianapolis, 1988.

Yorumlar (0)

SON EKLENENLER
ÇOK OKUNANLAR
DAHA ÇOK Etik
Özgür Düşünmek, Akılla Kurgulamak, Ahlakla Eylemek

Etik11 Ocak 2020 09:53

Özgür Düşünmek, Akılla Kurgulamak, Ahlakla Eylemek

Barış, İnanç ve Modern Felsefede Özgürlük

Etik04 Ocak 2020 22:24

Barış, İnanç ve Modern Felsefede Özgürlük

Prof. Dr Doğan Göçmen Friedrich Schiller, 'İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar' ve Ahlaklı Bir Uygarlık Arayışı

Etik07 Haziran 2019 21:29

Prof. Dr Doğan Göçmen Friedrich Schiller, 'İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar' ve Ahlaklı Bir Uygarlık Arayışı