Dünya “Dünya”dan Büyük Değildir:
Ekolojik Aydınlanmaya Doğru
Sadece insan aklını, insani menfaat ve talepleri, insan egosunu ve insani hırsları gündemine alan ulus-üstü kuruluşlar ve toplumsalı sadece insani birikimin bir ürünü olarak değerlendiren bakış açıları iflas etmiştir. Başka bir deyişle salt insanı ve onun güç istencini merkeze alan dünya sistemleri ve tasarımları iflas etmiştir. Bu, insanın en önemli aktör veya fail olma misyonunu yitirdiği anlamına gelmiyor. Bu, insanı her şeyin biricik problem kaynağı olarak kötücülleştirmek anlamına da gelmiyor. Temel problem salt insan-merkezli ve devamlı biçimde gücün kendisinin arzulandığı devlet, toplum ve dünya tahayyüllerinin artık işlevsiz ve geçersiz hale geldiğidir.
Doğa yalnızca üzerinde piknik yaptığımız, temiz havayı soluduğumuz ve tükettiğimiz bir ürün veya bize hazır olarak sunulmuş, paketlenmiş bir çevreden ibaret değildir. Doğaya ihtiyacımız olduğu kadar doğanın da bize ihtiyacı var ve bu anlamda ekolojik yeniden üretim tıpkı toplumun kendini türlü şekillerde yeniden üretmesi gibi kendine özgü bir sisteme sahiptir. Ve bence burada en hayati olan husus doğal çevremizin, iklimin, hayvanların, ağaçların, ırmakların, kır çiçeklerinin, suyun, kısacası tüm ekolojik sistemin ne olacağı meselesidir. Ve mesele tüm bunlar olurken bizlere ne olacağı meselesidir...
Bugün yıkmamız gereken bakış açılarından birinin doğanın bize kıt olanaklar sunduğu yolundaki kapitalist uygarlığın bize empoze ettiği üç-kağıtçı, ideolojikleşmiş argümanlarıdır. Oysa ki bir yandan doğanın bize nasıl da cömertçe davranabildiğini söyleyebiliyoruz değil mi? Demek ki birileri bizi aldatıyor olmalı. Gelgelelim tüm olan bitenlerden elbette ki birilerinin gerçekten en büyük sorumlu olduğunu ilan etsek de bu bir şey ifade etmeyecektir. Bu dünyaya ve bu hayata karşı hepimiz bir şekilde suçluyuz. Tüm bunlara rağmen doğa verimli bir sahadır. Yeter ki değerini ve değerlendirmesini bilelim.
Bir şeyler yapılmıyor değil. Elbette ki yeryüzünde bazı melekler de olmalı. Ancak birilerinin bu dünyayı firmaların sürdürülebilir kalkınması için sergilemiş oldukları “iyi çocuk olma” hallerinin de fazlasıyla yapmacık olduğunu ve bize kalıcı bir çözüm üretmedikleri de açıktır. Dolayısıyla temel mesele, birilerinin yapmacık ve geçici proje tipi iyilikleriyle aşılabilecek bir durum olmadığı gibi salt uluslararası nükleer güç tekelini ellerinde bulunduran süper devletlerin oluşturdukları risklerle de sınırlı olmaktan çok daha fazla problem alanıyla ilişkilidir.
Ekolojik felaket yalnızca ekolojinin felaketinden çok daha fazla doğa-toplum ve insan dengesinin yıkımı, mevcut dünya sisteminin iflası demektir. Günümüz dünyasında temel problem basitçe gıdalarda kıtlığın yaşanması değildir. Yine temel problem yalnızca Ortadoğu, Batı veya dünyanın herhangi bir köşesinde baş gösteren bölgesel krizlerle ilgili değildir. En genel anlamda problem bir insanlık krizidir. Ve bu insanlık krizi tüm saydığımız diğer krizlerin ana nedenidir. Bu, yüce(!) insanlığımızın bir krizidir! Bu insanlık krizi ancak ve ancak yine insanlığın kendi insanlığını aşma cüretinde bulunmasıyla başarılabilecek bir şeydir.
Aydınlanmacı “bilmeye cüret et!” (sapere aude) sloganı, yerini “kendini aşmaya cüret et!” sloganına bırakması gerekir. Ancak bu sayede insanlık kendisi ve içinde yaşadığı dünya ve toplum üzerine gerçekçi tahayyüllerde bulunabilir ve gerçekçi fikirler geliştirebilir. Dolayısıyla bir Ekolojik Aydınlanma’ya ihtiyacımızın olduğu açıktır. Bu ekolojik aydınlanma çağında yalnızca insan menfaatlerinin merkeze alındığı bir dünya değil, doğanın merkeze alındığı insan ve toplum hayatını gözeten dengeli bir sistem fikri ön planda tutulmalıdır. Zira insani-kişisel özgürlüklerimizin ve tutkularımızın sınırı, eşik noktası doğadır. Doğa bize sonsuz özgürlükler sunduğu gibi bizi sınırlandırır da. Aynı şekilde toplumun kendine özgü yapısından kaynaklı işleyişin eşik noktası da doğa olmalıdır. Dolayısıyla doğa merkezli bir insan ve toplum modeline ihtiyacımız vardır. Bu modelde doğa “üst-belirleyen” konumundadır.
Burada aynı anda hem doğanın hem insanın hem de toplumun kendine özgülükleri söz konusudur ve bu yüzden kendi aralarında bir dengenin sağlanması esastır. Gerçek olan şu ki burada doğanın her zaman için bağımsız değişken durumunda olduğudur. Şu halde insan ve toplum arasındaki etkileşimin içeriği de bu noktadan itibaren önem arz etmektedir. Her halukarda en çok zarar gören doğadır ve işin enteresan tarafı tam da bu zarar gören doğanın beraberinde insan ve toplum yaşamına olumsuz yansımalarının olmasıdır. Eğer yapıp etmelerimiz üzerine bir düşünümsellikte bulunacak olursak bu doğanın gerçeklerini temele alan “eko-düşünümsel” sosyolojik bakış açısı olmalıdır.
Doğayı çok daha modernize etmişsinizdir veya etmemişsinizdir kuşların umurunda değil ki. Siz doğaya yabancılaştıkça doğa size karşı zaten temelden yabancıdır. Modern veya postmodern oluşunuzun kuşları, ağaçları, kır çiçeklerini ilgilendiren bir tarafı yoktur ve bu yalnızca kendi seçtiğiniz yoldur. Bu yolun ne kadarının doğayla uyumlu olup olmadığıdır önemli olan. Meselenin özü bundan ibarettir aslında.
Kendimizi ne katı 18. yüzyılın ve onun irili ufaklı uygarlıklarının modern-aydınlanmış toptan ve perakende paketleriyle ne de doğadan elini ayağını çekmiş, kayıtsızlığı öğütleyen mistik bilge ve ahlakçılarıyla ne de postmodern düşüncenin karamsarlık vaat eden evreniyle sınırlandıramayız. Her zaman için bir çıkış yolunun, “tutunabileceğimiz bir dal”ın olduğunu düşünüyorum ve bunun için çok gecikmiş sayılmayız.
Bizim doğayı gerçekçi anlamda toplumsal hayatımızın üretken bir parçası olarak yeniden organize etmemiz kaçınılmaz görünüyor. Kim bilir belki de böylece doğa bize tutunabileceğimiz sayısız dalının olduğunu gösterecektir. Ve kim bilir belki de bir gün her şey altüst olup, yok olup gidecektir. Kim bilir…
Yazan: Hamit Ölçer, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Sosyoloji, Doktora Öğrencisi