Dr. Onur Uzer ile Kent Sosyolojisi
Kentler, tarihsel gelişiminde farklı dönemlerde siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşümlere uğramıştır. Savaşların ve göçlerin coğrafyasında kentler dinamik bir yapıda kalıp mekânsal olarak farklı gruplar, etnik unsurlar ve yapısal değişimleri de beraberinde getirmiştir. İlk çağ kentleri gibi orta çağ kentleri de kent tarihi açısından incelenmesi gereken bir dönemi kapsamaktadır. Kent sosyolojisi kuram ve kavramsal çalışmaların alt disiplinini de oluşturan bir tarihsel, kültürel hafızayı da resmeden bu dönemi analiz etmek son derece önemlidir.
1)Orta Çağ kentlerinin oluşumu ve toplumsal etkileri nelerdir?
Eski dünyanın bütün uygarlıkları, karalarla kuşatılmış bu büyük denizin çevresinde doğmuştur. Bu eski uygarlıklar onun aracılığıyla iletişimde bulunmuşlar, fikir ve ticaretlerini onun aracılığıyla geniş alanlara yaymışlardır ki bu durum, Akdeniz’i, Britanya’dan Fırat’a tüm eyaletlerin etkinliklerini bir araya getiren, Roma İmparatorluğu’nun gerçek anlamda merkezi haline getirmiştir. Ancak büyük deniz, Cermen istilâlarından sonra bu geleneksel rolünü sürdürmüştür. İtalya, Afrika, İspanya ve Galya’da yerleşen barbarlar için, Bizans İmparatorluğu ile ilişkilerinin aracısı olmaya devam etmiş ve böylelikle sürdürülen ilişkilerin, kısaca, eski dünyanın devamı olan ekonomik hayatın desteklenmesini olanaklı kılmıştır. Burada, Suriye denizcilerinin beşinci yüzyıldan sekizinci yüzyıla kadar Batı ile Küçük Asya limanları arasındaki faaliyetlerini, Akdeniz havzasının ekonomik birliğinin sembolü ve aracı olan Roma altını solidus’un Cermen krallıklarınca korunmasını ve son olarak, insanların hâlâ, tıpkı Romalılar gibi, haklı olarak Mare nostrum (Bizim Deniz) diye adlandırabilecekleri bu denizin kıyılarına yönelik ticaretin genel doğrultusunu hatırlatmak yeterlidir. İslamiyet’in yedinci yüzyıl içinde birdenbire sahneye çıkışı ve bu büyük Avrupa gölünün doğu, güney ve batı kıyılarının fethiyle durum, tarihin bundan sonraki tüm akışını etkileyecek olan sonuçlarıyla, değişmiştir (Pirenne, Bundan böyle Akdeniz, o zamana kadar Doğu ve Batı arasında yüzyıllar boyu sürdürdüğü bağlantı olma işlevini yitirmiş, bir engel olmuştur. Her ne kadar Bizans İmparatorluğu, donanması sayesinde, İslâm saldırılarını Ege Denizi, Adriyatik ve İtalya’nın güney sınırlarından püskürtmeyi başarmışsa da, Tiran Denizi bütünüyle Sarazen’lerin egemenliği altına girmiştir. Balear Adaları, Korsika, Sardinya ve Sicilya, bu denizi, güneyden ve batıdan kuşatan Araplara, bölgedeki egemenliklerini tamamlayan deniz üsleri sağlamıştır. Sekizinci yüzyılın başından itibaren bu büyük deniz dörtgeni içindeki Akdeniz ticareti mahvolmuş ve tüm ekonomik hareket şimdi Bağdat’a yönelmiştir. İbn-i Haldun, canlı bir anlatımla, “Hıristiyanlar,” diyor, “burada artık bir tahta bile yüzdüremezler” (Marcais, 1931). Bir zamanlar ortak âdetlerin, ihtiyaçların ve fikirlerin etkileşimini sürdüren bu kıyılarda, iki uygarlık ya da daha doğrusu iki yabancı ve düşman dünya, Hilâl’in ve Haç’ın dünyası şimdi karşı karşıya gelmişti. Cermen istilâlarına karşı koyabilen antikitenin ekonomik dengesi, İslâm’ın saldırısı karşısında çöktü. Karolenjler, Arapların Pirene’lerin kuzeyine yayılmasını önlediler ama denizi yeniden ele geçiremediler ve hatta yetersizliklerinin bilinci içinde bunu denemeye gerekli bulmamışlardı. Şarlman İmparatorluğu, Roma ve Merovenj Galya’sının tam tersine, esasen bir kara imparatorluğu ya da (bazılarının yeğleyeceği bir anlatımla) bir kıta imparatorluğuydu ve bu temele ilişkin olgudan, zorunlu olarak, erken Ortaçağ kentlerine özgü yeni bir ekonomik, toplumsal bir düzen doğmuştur (Pirenne, 2005: 41).
Orta Çağ kentlerinin büyük çoğunluğunda, daha sonra Batı’da ortaya çıkacak olan gelişmelerin meşrutiyetinin kurulmasında önemli bir yer teşkil edecektir. Diğer bir ifadeyle, Orta Çağ ve Orta Çağ Batı kenti, sanayi döneminin ve sanayi kentinin hazırlık süreci olarak görülmektedir. Yıkılmış olarak adlandırabileceğimiz bir dünyanın kalıntılarından ortaya çıkan Ortaçağ ise gelecek için önemli sayılabilecek yeni bir yaşam ortamıydı. Belli ölçüler sınırlı olmasına rağmen, homojen bir sistem oluşmuştu. İlk zamanlarda teknolojik ve örgütsel kaynakların sınırlı olması ve tapınma amacından dolayı, iç ve dış mekanlar arasındaki bağlantının gerekliliği vs. gibi yeni yapıların birleştirilmesiyle bölünmez ve çok biçimli bir kent ortamı doğmuştur. Tarımsal üretime pek katılmayan kent halkının, beslenmek zorunluluğundan dolayı, kentlerin çevresinde topraklar tarıma açılmış, verim yükselmiştir. Kent, çevresindeki kırsal bölgeden sadece yiyecek sağlamayla kalmamış, yöre insanını da kendine çekmiştir. Yani kırdan kente göç olayı gerçekleşmeye başlamıştır. Ortaçağ kenti, nüfuslarının yoğunluğu ve yönetimlerinin karmaşıklığı ile farklılık göstermektedir. Bölgeler, İtalya, Provence ve İspanya’dır. Bunun dışında ise büyük ticaret yollarının bulunduğu Kuzey İtalya, Kuzey Almanya ve Flandra bölgeleri vardır. Bu bölgelerde dikkat çekici en önemli husus, çok zengin ovaların bulunması ve ayrıca üç yıllık ekimlerde en önemli gelişmelerin kaydedildiği yerler olmalarıdır. Yani Ortaçağ kentleri, gelişmek için kırsal çevreye de ihtiyaç duymuşlardır.
Ortaçağda kentler büyüdükçe içinde barındırdığı kurumlar da büyümeye başlamıştır. Büyük kentler, tek merkezle tanımlanmıyordu. Kentin bir siyasi merkezi, dinsel merkezi ve bir de ticaret merkezi bulunmaktaydı. Olağanüstü durumlar, politik kararlar, savaşlar, ekonomik gelişmeler vs. kentlerin gelişmesinde veya gerilemesinde belirleyici bir rol oynamıştır. Avrupa’da Ortaçağın bitiminden sonra kentler, genişlemiş ya da yeni koloniler veya kentler kurulmuştur. X. ve XIII. yüzyıllar arasında ise Batı kentlerinin çehresi değişmeye başlamıştır. Henri Pirenne’nin dediği gibi, bu dönemde ekonomik işlev, hem ticari hem de zanaatsal anlamda ön plana çıkmakta, eski siteleri canlandırmakta yenilerini kurmaktadır. Zamanla kentler, feodal senyörlerin nefret ettiği ekonomik etkinliğin merkezi haline gelmiştir. Ortaçağ kenti, aslında burjuvanın halim ve etkin olduğu bir yerdi. Hatta kentler, onlar için kurulmuştu ve onlar sayesinde varlığını süründürmekteydi. Çünkü onlar kendi çıkarları ve yalnızca kendi çıkarları açısından kentsel kurumları yarattılar ve kentin ekonomisini örgütlediler. Başlangıçta kentte ruhban sınıfının yabancı bir unsur olarak algılandığı da görülmektedir. Çünkü sahip oldukları ayrıcalıklar, bu süreçte onları kent hayatını paylaşmaktan alıkoyuyordu. Ticari ve endüstriyel özellikli bir nüfusun içinde onların ekonomik rolü yalnızca tüketici olarak vardı. Ancak bu durum, kiliselerin kentin veya kentlerin ekonomik yaşamına aktif katkıları sayesinde değişmeye başladı. Soylular ise daha çok ticaret kentlerinde oturuyorlardı. Yönetsel özerkliğin ardından, savunmaya yönelik olarak, tedbirler alınmaya başlanmıştır. Çünkü ticaret kent içinde çok önemli bir unsurdu. Doğal olarak tacirlerin ve onların eşyalarının korunması gerekiyordu. Bunun için de kentlerin çevresine kale duvarları yapılmaya başlandı (Pirenne, 2005: 66). Kale duvarlarının yapımı işinin de kentler tarafından üstlenilmiş olan ilk bayındırlık işi olduğu söylenebilir. Ortaçağ kentinin yaşamı, ulusal yaşamla iç içedir. Kentin hukuku da, tıpkı dinsel yaşamı gibi, başkentle birlikte tek bir özerk cumhuriyet oluşturan tüm insanlar için ortaktır.
Modern toplumların gelişim sürecinde şehirlerin gelişimi önemli bir etken olmuştur. Şehir sosyolojisi çalışmalarında Giddens (2000: 151) ’ın; ‘şehir sosyolojisi, sosyoloji biliminin yalnızca bir alt disiplini olmanın çok ötesindedir’ şeklinde ifade ettiği gibi modern toplumun inşasında şehir yaşamı önemli bir dinamik olarak görülmektedir. Batı şehirlerinin modern dünyanın oluşum evresinde önemli bir noktada konumlanışı batı şehirleri üzerine çokça araştırma yapılmasını gerekli kılmıştır. Sosyolog Max Weber’in ‘Şehir, Modern Kentin Oluşumu’ eseri de bu araştırmaların en önemlilerinden biridir. Weber'in yaklaşımı Batı tarihinin açıklanması noktasında şehrin konumunu ve farklı bileşenlerini anlamak açısından eşsiz bir eser niteliğindedir. Modernitenin benzersizliğini göstermek bakımından şehirlerin gelişimini önemseyen Weber, şehrin tüm boyutlarıyla yalnızca batıda ortaya çıktığını düşünmektedir. Ona göre şehirlerin gelişiminde toplumsal gelişmenin önemli bir aşaması olan şehirleşmenin bir yerden başlayıp sınırları aşan bir yapıda kendisini ürettiğini tanımlamaktadır. Weber’e (2010: 108)göre şehir genel olarak büyük bir yerleşme alanını temsil etmektedir. Ona göre bir yerleşmenin şehir olabilmesi için ekonomisinin tarıma değil ticarete ve üretime bağlı olması bunun yanında bir pazara sahip olması gerekmektedir. O yüzden şehirleri; “Tüketici Şehirler, Tarım Şehirleri, Üretici Şehirler, Ticaret Şehirleri” olarak tanımlamıştır. Weber’e göre antik şehirler tarım şehirleridir. Antik toplumda şehri çevreleyen toprakların sahibi olan soyluların yaşadıkları merkezler olarak ortaya çıkmaktadır. Weber, şehirdeki doğrudan üretime bağlı olan şehirleri üretim şehirleri olarak görmektedir. Tüccarların ticaretine bağlı ekonomik ilişkilerin görüldüğü şehirler de ticaret şehirleri olarak değerlendirilmektedir. Weber şehirleri, kıyı ve kara şehirleri olmak üzere ikiye ayırmıştır. Kıyı şehirleri daha çok ticaret şehirleri olarak değerlendirilmiştir. Orta Çağın Akdeniz şehirleri kıyı şehirlerine örnektir. Kara şehirleri ise tarım ve tüketim şehridir. Weber’e göre Çin’den Mısır’a tüm doğu şehirleri bir kara şehridir. Weber’in (2010: 111) şehir tanımlamalarında kale ve pazar şehirleri çokça görülmektedir. Weber’e göre pazar şehrinin dış ticari ilişkilere açık bir konumda olmasından dolayı modern şehrin temelini oluşturduğunu, kale şehrin de garnizonun ve kalesinin olmasından dolayı şehrin kurulmasında hayati bir değere sahip olduğunu ifade etmiştir.
Weber Antik Yunan ve Roma şehirlerinin işlevsel ve coğrafi açıdan konumlanışını önemseyerek modern batı şehirlerini temsil ettiğini belirtmiş, feodal Orta Çağ şehirlerinin aksine Yunan ve Roma Şehirlerinin merkezi otoriteden bağımsız şehirler inşa ettiğine dikkat çekmiştir. Weber (2010: 114) modern şehrin Orta Çağ’da başarılı olduğunu şu ölçütlerle açıklamıştır:
Weber, Batı’nın toplumsal yapısını açıklamak için Doğuyla karşılaştırmalı incelemeleri önemsemekte ve bu kapsamda şehre merkezi bir konum vermiştir (Ringer, 2004: 204). Weber’in modern batı şehirlerinin oluşumu ve gelişimi ile ilgili sunduğu savlar, şehir sosyolojisinin tarihsel arka planını anlamak açısından son derece önemlidir. Batı’yı tanımlama ve şehirlerin yapısal dönüşümlerini inceleme noktasında Weber’in modern şehirleri ele alış yöntemi ve değerlendirmesi çağdaş kent kuramları açısından da bir şehir rehberi niteliğindedir. Weber, Modern Batı şehirlerinin gelişiminde kapitalizmin oynadığı role sıkça değinerek, Avrupa’da ticaretle uğraşan şehirlerin, Asya’nın karasal şehirlerine göre daha serbest bir yapıda gelişim gösterdiğini de ayrıca belirtmiştir (Sunar, 2011: 442). Şehir sosyolojisi çalışmalarında Weber’in ‘Şehir: Modern Kentin Oluşumu’ eseri farklı dinamikleriyle incelenmesi gereken bir eser konumundadır.
Kaynakça
Giddens, A. (2000). “Tarihsel Matelyalizmin Çağdaş Eleştirisi”, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul Paradigma Yayınları, s. 151.
Marcais, G. (1931). “Histoiere Et Historiens De Algerie”, Librairie Felix Alcan, Paris, s.11.
Pirenne H. (2005). “Ortaçağ Kentleri”, İletişim Yayınları, ss.45-66.
Ringer, K. (2004). “Max Weber: An Intellectual Biography”, Chicago: University of Chicago Press, s. 204
Sunar, L. (2011). “Weber’in Tarihsel Şehir Sosyolojisi: Modern Toplumun Temeli Olarak Şehir”, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, s. 442.
Weber, M. (2010). “Şehir, Modern Kentin Oluşumu”, Yarın Yayınları, ss. 108-114.
Sosyoloji07 Haziran 2024 12:47