Kışkırtılan Arzular Üzerine
Çok da ihtiyacımız olmayan şeylerin bir arzu nesnesi haline getirilmesi kapitalizmin varlık nedeni, aynı zamanda büyük başarısı sanki. İnsanların arzularının sonsuz olduğu kabulüne dayanan ve sürekli arzuları çeşitlendirip piyasasını oluşturan sistem dur durak bilmiyor. Özellikle içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda piyasaya sunulan mal ve hizmetlerin hızına yetişilemiyor. Daha çok şeye sahip olma güdüsü kışkırtılıyor. Bir yandan da kâr güdüsüyle işleyen sistem, kâra dönüştürülemeyen her şeyi değersizleştiriyor, hatta yok ediyor. İnsan için bir sistem değil, sistem için bir insan yaratılıyor. Kimliğimize tüketim kapasitemiz ölçüsünde değer veriliyor.
Bugün daha çok yaptığımız iş üzerinden tanımlanıyoruz. Bu daha çok şey satın alabilme kapasitesinin göstergesi sayılıyor. İçinde bulunduğumuz ortamda buna göre saygı görüyoruz. Sözü daha çok dinlenir olmanın ölçütü de bu sayılabiliyor. Hem değil mi ki, bankalar da bize buna göre kredi veriyor. Döngüyü pekiştiriyor. Sürekli bir para döngüsünün içinde, daha çok şeye sahip olamamanın gerginliğiyle, yaşayıp gidiyoruz. Durmak bilmeden işleyen bu süreç insani duyarlılıklarımızı da zayıflatıyor, törpülüyor. Toplumsal bir varlık olmaktan uzaklaşarak bireycileşiyoruz, kamusal olanı görmez oluyoruz. Tükettiğimiz kadar var oluyor, bencil ve vurdumduymaz insanlara dönüşebiliyoruz.
Hayatımızın her anı piyasa çılgınlığının hedefi konumunda. Zaman sınırı tanımaksızın piyasa heyulası sürekli bize bir şeyler pazarlamaya çalışıyor. Boş zaman anlayışının da ortadan kaybolduğu bir dönemi yaşıyoruz. Her an her yerde piyasa gündemimizi işgal edebiliyor. Kendimizle baş başa kalabileceğimiz anları yaratmak bir hayli zorlaşıyor. Kontrolü elimize almak pek o kadar kolay değil gibi.
İletişim teknolojilerinin muazzam geliştiği günümüzde örneğin internetin sağladığı olanaklardan hepimiz şu ya da bu ölçüde faydalanıyoruz. Bir yandan da her türlü ürün pazarlamasına açık hale geliyoruz. Örneğin reklamlar, bizi avucunun içine alan algoritmalar, mahrem olanın açık hale gelmesi bizi çepeçevre sarıyor. Sosyal medya da bir yandan sosyalleşirken diğer yandan bir ürün ya da hizmetin potansiyel müşterisi haline gelebiliyoruz. Bağımsız bir birey olmaktan uzaklaşıyoruz. Hangi ürünün uygun tüketicisi olacağımızın tespit edildiği bir döngüye zorlanıyoruz. Bunların önlemini almak kısmen mümkün olsa da, etkiyi sıfırlamak mümkün olamayabiliyor.
Çoğunlukla zihnimize işlenen mal ve hizmetlerin alıcısı olamamak bir eksiklik duygusu da yaratıyor. Yetersizlik duygusunu, içedönüklüğü ya da bunları elde etme hırsını bu eksiklik duygusunun göstergeleri olarak sayabiliriz. Çağın gerektirdiği temel ihtiyaçları temin etmek, bunlara sahip olmak her insanın en doğal hakkı sayılmalıdır. Bu arzulara sahip olmanın yadsınacak bir tarafı gözükmüyor. Bunun ölçütünü bulmaksa o kadar kolay olmayabiliyor.
Kapitalizm koşullarında birey olmak giderek güçleşiyor. Kendini tanımak, ihtiyaçlarını bu çerçevede tespit etmek, gelir-gider dengesini kurmak giderek zorlaşıyor. Bu sağlanamadığında şu ya da bunu elde etmek için harcanmış bir ömür kalabiliyor elde. Kişinin, bu arzular gerçekten benim arzularım mı, sorusunu kendine sorması gerekiyor. Bana dayatılan mı bu, farkında olmadan benim sandığım arzular mı bunlar ya da gerçek bir ihtiyaç mı sorusu önem taşıyor. Herkes konforlu bir yaşam ister elbette; ancak bunu elde etmek için kendi gerçekliğinden kopulduğunda insani trajedilerden kaçınmak da mümkün olamayabiliyor. Zihinlere boca edilen sahte ihtiyaçlar hayal kırıklıklarını daha da büyütebiliyor.
İşte burada arzuların terbiyesi ve iradenin terbiyesi meselelerine girmek gerekiyor sanki. Buna da başka bir yazı da değinmeye çalışalım.