ÖZ TERAPİ ‘içsel bir kazı’ ÜZERİNE:
Okur, yazarın elinden tutar ve bırakamazsa!
Yazan: Orhan Yoncalık
A.Ü. Psikolojik Danışma Programı Doktora Öğrencisi
Eminim, yazının ilk bölümünü (bkz.1) okuduktan sonra sipariş verdiğiniz Öz Terapi kitabınız geldi ve okumaya hazırlanıyorsunuz.. Öyleyse, bir okur olarak benim kitaba ilişkin okuma deneyimimi öğrenmek istersiniz belki de..
Kitabın (2) her sayfasında bu kitabı yazmanın ne denli zor bir serüven olduğunu iliklerime kadar hissettiğimi söylemeliyim öncelikle.
Değerli Hocam bu kitabı yazarken ne kadar zorlandıysa benim için de kitabı okumak o denli zor oldu. Öğrencisi olarak ideal benliğimde yer etmiş; güçlü, başarılı, özgür ruhlu Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak’tan sonra, masum ve kırılgan çocuk Binnur’a rast gelmek, onun hikayesinin içine dalmak ve bu kazı çalışmasına şahitlik etmek, başlangıçta kitabı okurken bende oluşan duygu yoğunluğuna ve hocama karşı duyduğum sevgi ve saygının en üst düzeyde patlama yapmasıyla baş edemeyip kitabı elimden bırakmama sebep oldu defalarca. Sonra bu durumu, kitabını imzalatmak için gittiğim bir söyleşisinde kendisine açtığımda;
“Sevgili Orhan’a… İçsel yolculuğumda elimden tutar mısın lütfen!” cümlesiyle kitabını imzalayarak beni cesaretlendirdi ve eminim bu cesaretlendirme olmasaydı, ben bu kitabı okuyamayacaktım.
Yine de kitabı okumam zaman aldı. Çocuk Binnur ile onun elini sımsıkı tutarak yürüdüm onun hikayesinin içinde. Deprem oldu onunla aynı evin içindeyken… Koştum, “Binnur, haydi, çık bu yıkılan evden. İleride Orhan’ın elinden tutman gerecek” diye bağırdım. Duydu sesimi ve çıktı oradan…
Sonra Binnur’un bir kabusunun içinde buldum kendimi. Bir canavar vardı. Binnur ve kızkardeşini almak istiyordu. Binnur’un annesi canavara onları almaması için yalvarıyordu. Kan ter içinde uyandık kabustan. Binnur bana sordu: “İkimizden birini feda etmek zorunda olsaydı, annem hangimizi verirdi canavara?” diye.. Bir şey diyemedim. Sessiz kaldım.
Devam ettik serüvene.. Binnur bana, ‘Uzun Nuri’nin Türkçe öğretmenine verdiği cevabı’ anlattı. Kahkaha attık beraber. Zaman zaman şiir okudu bana Binnur:
“Bak, güneş sana, ‘önce yaşamak’ diyor - Önce yaşamak!”.
Şehirler değiştirdim Binnur’a eşlik ederken. Beni alıp Amerika’ya da götürdü. Şarkılar dinledim onunla.. Yazarlarla, filozoflarla, psikologlarla, pedagoglarla tanıştım, sohbetler ettim.
“Sonnur bebeğin kopuk parçalarını” aradık beraber. Binnur bir rüyada “babasının kalbini göğsünden sökerken de o kalbi tekrar yerine koyarken de” oradaydım. “Seçilmiş öfke nesnelerini, hayali sevgili şablonunun yarattığı beklentileri” konuştuk beraber.
Mektup arkadaşlarına muzip ve hınzır mektuplar yazdık. Deniz kenarında yürüdüm onunla.. Aşkı da konuştuk tabii. Ayrılığı da… Dini de konuştuk.. Annesini, babasını, kardeşlerini, anneannesini, dedesini, öğretmenlerini, arkadaşlarını dinledim Binnur’dan. Binnur’un deyimiyle “anneannesi ve babaannesinin annesine ördüğü, annesinin de benzer şekilde ona ördüğü sosyal yazılımın dört duvarından oluşan hapishaneden” çıkma ve özgür bir birey olma hikayesine sessizce tanıklık ettim.
Kitabı yazarken Binnur Hoca’mın kullandığı boş sandalye yöntemini ben de kitabı okurken kullandım. Defalarca karşımdaki boş sandalyeye koydum Binnur’u.. Bazen kızdığım oldu ona.. Bazen şefkatle konuştuğum.. Ben de ona şiirler okudum:
“Bunalıyoruz çocuk, bunalıyoruz.
Biçim veremediklerimizin biçimini alıyoruz”.
(Şükrü Erbaş)
Bazen düşünürlerden alıntılar yaptığım da oldu:
“Neyden kaçtığımızı biliyoruz ama neyi aradığımızı bilmiyoruz, Binnur. Güzel söz değil mi? Montaigne’den.”
Kocaman bir serüvenin içinde, yer yer beni kitaba ara vermek zorunda bırakan duygu yoğunlukları ile baş etmeye çalışarak, duygumla kalıp hem Binnur’la hem de sanırım kendimle yüzleşerek parçası olduğum bu içsel kazı yolculuğu, bir ömür dimağımda yer edecek, biliyorum. Bu satırları yazarken masanın diğer ucundaki sandalyede Binnur oturmuş bana gülümsüyor. Zaman zaman kalkıp neşe içinde şarkılar söyleyerek danslar ediyor..
Size okumanız için bir kitap önermiyorum. Size Montaigne’in dediği gibi “Her insanda insanlığın bütün halleri vardır.” sözünün ne kadar haklı bir söz olduğunu anlayacağınız, her anında kendinizi sorgulayacağınız, uzun soluklu bir “öz terapi” sürecinden geçmeyi öneriyorum bu kitabın eşliğinde…
Bu sürece başlarsanız zaman zaman sakinleşmeniz gerekebilir. O zaman kalkıp mutfağa giderek bulgur pilavı pişirmeyin. Binnur Hoca’da işe yaramamış. Benim bu yazıyı sonlandırıp kalkıp şu etrafımda sosyal yazılımın bütün prangalarından kurtulmuş coşku içinde dans eden Binnur’a eşlik edesim var. Belki siz de bu kitabı okuduktan sonra gelip bize katılırsınız. Siz kendi yolculuğunuza başlarken benim bu kitapla çıktığım yolculuk bitiyor burada.. Aldığım ilhamları, heybemde çok özel ve korunaklı bir yerde saklayacağım.
Sanırım bu yazıyı kitaptan bir alıntı ile bitirmek en güzeli… Binnur Hocama yol arkadaşlığı edenlerden biri de Stefan Zweig. Ne güzel sohbet etmişler:
“İnanıyorum ki bir insan olarak kendi yaşam deneyimim, insanlığın deneyiminin bir parçası. Benim yaşadığım olguların bazıları, başka insanların yaşadıkları ile benzer olabilir, çok farklı olabilir, yine de kendimi anlamaya çalışmak tüm insanlığı anlamaya katkı sağlayıcıdır. ‘Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık! Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.’ diyor Stefan Zweig” (s.593).
Bu deneyimi yaşamaya hazırsanız kitabı okumaya başlayabilirsiniz bence.
…
ORHAN YONCALIK