Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak yazdı:
ADLERYAN BİR SORGULAMA
Desem ki;
Sen, biraz ben… ben, biraz sen.. bizi birleştiren ADLER!.
Desem ki vakti geldi yola çıkmanın..
İçimizdeki okyanusta derine dalmanın..
Geçen ömrü sorgulamanın vakti geldi..
Öyleyse gel tut elimden; sen, biraz ben.. ben, biraz sen..
…
Adler ile ilgili önceki yazımı “Sahi, siz bu yazıya neden ilgi duyup okudunuz?...” sorusu ile bitirmiştim. (Bkz.1) Bu soruya yorumlar kısmında yanıt veren okuyucular oldu. Beni arayıp sözlü yanıt veren tanıdıklar oldu.. Yanıtı bana değilse de kendine verenler oldu elbette. Ya da “aman..sende!” deyip hiç yanıt vermeyenler oldu kuşkusuz!
Benim yanıtım ise şöyle:
O yazıyı okudunuz.. (ve bu yazıyı da okuyorsunuz..) çünkü farkında olmasanız da;
“Ben, biraz sen.. sen, biraz ben..”
Siz benim yazdıklarımda kendinizi bulmak istiyorsunuz, ben sizin tepkilerinizde kendimi arıyorum!. Aramızda bağlantısal bir ilişki var. Bütün bağlantılarımızı keşfedip kendimizi anlamaya, bütünlüğümüze ulaşmaya çalışıyoruz.. Elimizde psikolojinin farklı mercekleri, inceleyip duruyoruz.. Şimdi benim elimde Bireysel Psikoloji Kuramını geliştiren Alfred Adler’in merceği var (2). Bakıyorum.. İnceliyorum.. Düşünüyorum.. Hissediyorum.. Yeni bağlantılar buluyorum aramızda ve açıkça görüyorum ki;
Ben, biraz sen.. sen, biraz ben..
Birey, sosyal bir ortamda var olur
Adler’in kuramının en önemli özelliği psiko-sosyal bir yaklaşım olmasıdır. Sen ve ben aynı (ya da benzer) bir sosyal ortamda var olduk. Kültürel kodlarımız benzer.. Aynı ‘sosyal yazılım’ yüklendi bize.. Ona göre yaşadık..
Öyleyse, hayat denen bu yolda beraberiz.. Bir ucum sende, ne kadar uzak olsan da bana!. Bir ucun bende, bilmesen de..
Belki de aynı yoldayız.. bazen kesişti yollarımız.. Bazen teğet geçtik birbirimize..
Sen, bana benzedin, istemesen de.. Ben, sana benzedim, bilmesem de..
Öyleyse gel tut elimden.. Bence vakti geldi artık!..
Vakti geldi, geçen ömrü sorgulamanın… Ömür hasadı yapmanın.. Ne kaldıysa elimizde bir bir saymanın.. kırılanları onarmanın, geçmişle barışmanın vakti geldi..
Vakti geldi, gelip geçen ömrü bir yandan sıkıca kavramanın.. yaşananları sakince kabullenmenin.. Bize uymayanları koy vermenin..
Bu dünyada nasıl yaşadım, bugüne kadar nasıl geldim, neler yaptım, bu yolda nasıl ilerledim diye dönüp yürüdüğümüz hayat yoluna bakmanın.. O yola döşenmiş taşları tek tek inceleyip varlığımızı sorgulamanın..
‘Neden’leri araştırmaktan vazgeçip ‘nasıl’ları anlamanın vakti geldi..
Vakti geldi artık hayatla kavga etmek yerine uzlaşmanın.. Öfkenin tutsaklığından kurtulup gerçeğe saygı duymanın.. Kendimize yarattığımız prangaları çözüp özgür kalmanın.. Sonu gelmez hırslar yerine, elimizdekinin kıymetini bilmenin..
Olanı kabullenip huzura ulaşmanın vakti geldi.. Bozulan şeylerin iyi bir tarafı olduğu. Zaten her şeyin olması gerektiği gibi olduğu.. İyinin içinde bir parça kötü, kötünün içinde bir parça iyinin olduğu.. Her zaman doğru zamanda, doğru yerde olmanın mümkün olmadığı.. ama zaten öyle olmasının kaçınılmaz olduğu..
Hepimizin biraz eksik olduğu ancak birlikte olduğumuzda tamamlanıp bütünü oluşturduğu..
Birbirimizle yarışmak yerine, birbirimizle işbirliği yapmanın.. Ret etmek yerine kabul etmenin.. Direnmek yerine bazen izin vermenin.. Sığındığımız kaleleri terk etmenin.. Kuşandığımız zırhlardan çıkmanın..
Vakti geldi, artık gerçeği anlamanın.. Aslında bütün meydan savaşlarını egomuzun çıkarttığını.. Düşmanı da dostu da bizden yarattığını.. İçimizdeki muharebe alanında yenenin de yenilenin de kendimiz olduğunu görmenin vakti geldi... Vakti geldi savaş yerine barışın.
Belki de en çok yaralarımızın birbirine benzediğini.. İnsan olmanın; acı çekmeyi bilmek, kendi acılarında başkalarının acılarını da hissetmek olduğunu.. Yaralarını göstermenin zayıflık olmadığı.. Gözyaşlarından utanmamanın.. Ne kadar güçlü olduğumuzu ele güne kanıtlamak yerine, güçsüz de olabilecek cesareti göstermenin erdem olduğunu öğrenmenin vakti geldi..
Savunmalardan vaz geçmenin.. hataları kabullenmenin.. bitmemiş işleri bitirmenin.. Hesabı kesip ödeşmenin.. yarışları berabere getirmenin.. Derin uykulardan uyanmanın.. Karanlıkla boğuşmak yerine bir ışık yakmanın..
İnandıklarımızdan kuşku duyup ön yargılarımızı rafa kaldırmanın.. Yüreğimizin derinliklerine dalıp, bastırdığımız acıları sarıp sarmalamanın.. Kendimizle helalleşip barışmanın..
Her gün kendi içimizde ölmek yerine; kendimizde doğmanın yeniden, özümüze ulaşıp kendimizle var olmanın..
Vakti gelmedi mi?
…
İnsan, sadece insandır..
Başarılı olmak, güçlü olmak, zengin olmak, üstün olmak için çaba harcayarak geçen ömrümüzün bizi getirdiği bu yerde (!) artık durup ‘aşağı’ baktığımızda gördüğümüz nedir? Kendimize biçtiğimiz bu değer ne işe yaradı? Ne bedeller ödedik?
Bir türlü doyuramadığımız ‘üstünlük kompleksi’ nin aslında bir ‘aşağılık duygusu’ olduğunu, çocukken sağlıklı bir şekilde doyuramadığımız bazı ihtiyaçların açlığını, sahip olduklarımızla gidermeye çalışmanın ‘nafile bir çaba’ olduğunu ben değil, A. Adler söylüyor!
Patolojilerimiz bizi ele veriyor..
Daha çok sevilmek, daha çok sayılmak, daha çok takdir edilmek, daha zengin olmak, daha güçlü olmak, daha başarılı olmak.. Daha ..daha..çok sahip olduklarımızla, çocukken doyuramadığımız hangi ihtiyacımızı doyuracağımızı sanıyoruz?
‘Üstün olmak’ mı?
‘Güvende olmak’ mı?
‘Ait olmak’ mı?
Belki de doğru yanıt; “yukarıdakilerin hepsi” !..
Bu çabanın sonu yok, biliyorum. Bu yüzden sormuyorum bu yazıya neden ilgi duyup okuduğunuzu.. Çünkü biliyorum; ben, biraz sen..sen, biraz ben..
B.Y.
25 Ocak 2023 Bahçelievler/Ankara
Kaynaklar