Alman Dilbilim Ekolüne Kısa Bir Bakış
Polonyalı filozof Leszek Kolakowski’nin ifadesiyle sorgulanan hayatın kıtası olan Avrupa’da (F. Chaubet 7) çeşitli zaman dilimlerinde çeşitli fikir akımları bazı ülkelerin önderliğinde tarih sahnesine çıkmıştır. Disiplinlere göre kimi zaman Almanlar kimi zaman Fransızlar kimi zaman da İngilizler Avrupa biliminin tahtına bir süreliğine oturmuştur. 15. Yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkarak insanı her şeyin ölçüsü olarak ele alan Hümanizm ve 18. Yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma Çağı ile ülkeler entelektüellik savaşına girmiştir. 19. Yüzyılda ise Romantik geleneğin etkisiyle ötekini tanıma isteği entelektüel tarihin gelişimine büyük katkılar sunmuştur.
Romantik dönemle birlikte ötekine duyulan merak sonucunda Alman dilbilimciler çiçeği burnunda milli dilleri öğrenme telaşesine girmiş ve kendi zenginliğine zenginlik katmıştır.
Alman entelektüelliği artık o derece zirveye ulaşmıştı ki pek çok ülkeden genç bilim insanları adeta bilgi bereket boynuzuna sahip olmak için Almanya’ya akın ediyordu ve böylece Almanya entelektüel ithalatın merkezi konumuna gelmişti. (Chaubet 65). Bir başka deyişle entelektüeller, Alman akademik gömleğini giymenin hayalini kuruyorlardı.
Buraya kadar Alman entelektüelliğini tarihsel bir bakış açısıyla ele aldık fakat Alman entelektüelliği felsefeden ayrı düşünülemez. Bu sebeple Alman felsefi geleneğinden bahsetmekte de yarar var.
Alman dilbilim ekolünde felsefe, etkisini daha çok rasyonalizm ve pozitivizmle göstermiştir. Aydınlamanın sihirli asası olan akıl, tesirini yüzyıllar boyu diğer bilimlerde gösterdiği gibi Alman dilbilim ekolünün doğup gelişmesine de katkıda bulunmuştur. Modern dilbilim döneminde Viyana Çevresi tarafından ortaya atılan Analitik Felsefe de felsefe ile dili birleştirmesi ve yüzyıllar boyu süregelen dil-felsefe sorularına pozitivizmle cevap aramaya başlaması da Alman felsefi geleneğinin dilsel açıdan bir ürünüdür.
Kısaca söylemek gerekirse Alman dilbilim ekolünü anlamak için Alman entelektüel tarihi ve felsefi bakış açısına hakim olmak gerekmektedir.
Şimdi ise yukarıda verilen bilgiler temelinde Alman dilbilim ekolünün önde gelen temsilcileri ve fikirlerini tanıyalım.
Martin Luther’i çoğumuz İncil’i Latinceden Almancaya çevirmesiyle birlikte Reformun öncüsü olarak tanır. Fakat kendisi yaptığı çeviri çalışmalarıyla Alman dilbilim ekolünün mihenk taşlarından biridir. Luther’in yaşadığı dönemde Almanya siyasi birlikten yoksundu ve bu Alman halkının dilinin de bölgelere göre farklılaşmasına sebep olmuştu. Hatta bazı bölgelerdeki farklılık o derece fazlaydı ki iki Alman, tercüman olmadan anlaşamıyordu. Tanrı dilini halkın anlayabileceği bir üslupla çeviren Luther, Alman dil birliğinin oluşma sürecine ciddi bir katkı yapmıştır. Luther’in bu çeviri çalışmasında göze çarpan bir diğer önemli durum ise Latince kelimelerin Almancalaştırılmasıydı. Milli ruhun oluşmasında da büyük bir adım sayılabilecek bu durumun bir benzerini Almanlar Hitler döneminde deneyimleyecekti. Alman dehası Goethe “Almanların millet olma özelliğini Luther’e borçlu olduklarını ileri sürmüştür. (Yücel 65)
Yeni Çağ ile birlikte bilim dünyasına egemen olan pozitivist düşünce etkisi altında Descartes’in kartezyen dilbilimini kendine referans alarak ideal bir dil kurma çabasına girişen kişi ise Leibniz’dir. Lebniz ideal dili matematiksel sembolizasyonla kurmayı amaçlar. Leibniz’in nezdinde yapılması gereken şey, muhakemelerimizde hataya düşme olasılığını en aza indirecek bir düşünceler kalkülü icat etmektir. Bu kalkül sayesinde, muhakeme artık cebirsel bir hesaptan hata ise bir işlem yanlışından ibaret olacaktır. (Altınörs 62). Fakat modern dilbilime göre dilin; bireyin ve toplumun psikososyal yaşantısından, kendi enerjisinden soyutlanamaz olduğu da bir gerçektir. Bu sebeple idealize edilen bu oraganon dil asla konuşulmayacak ve sadece teknik boyutta kalacak denebilir. Fakat Leibniz, matematikçilerin çok eskiden beri fikirlerin her türünün kısaltılmasını sağlayan formüllerin dilini kurduklarına dikkat çekerek kendini haklı çıkarır. (Nerimanoğlu, Hacızade 165)
Modern Dilbilimin en önemli temsilcilerinden olan W. Von Humboldt dili eşsüremli olarak incelemesiyle diğer Alman dilbilimcilderinden ayrılır. Kendi dönemine kadar dil hep artsüremli olarak incelenmiştir. Dile kattığı yeni bu bakış açısı dilin tasvirini de değiştirmiştir. Dilin bir ergon değil aksine bir energia olduğu fikrini savunan Humboldt dilin anlık enerjisinin dilbilim çalışmalarına konu olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu fikrini kanıtlamak için de Endonezya’da konuşulan Kawi dilini anlık olarak incelemiştir. Humboldt’un Kawi dilini inceleme sebeplerinden biri Kawilerin diğer dil ve kültürlerden izole bir halk olmasında yatmaktadır. Dil eğer ki tarihsel bir bakış açısıyla inceleniyorsa buna artsüremli denir ki bu da dili arkeolojik anlamda incelemek gibidir. Oysa dil sadece sözceden ibaret değildir. Dil daha sonra Amerikan Yapısalcılığı ve Söz-Eylem kuramının da dile getireceği gibi bir davranışlar bütünüdür. Tarihte dile getirilen sözcelerin davranış boyutunu göremeyiz işte bu sebepten ötürü Humboldt, dil ve davranıştaki bütünlüğü görebilmek için dili eşsüremli inceleme konusu yapmıştır. Kendisine kadar dil hep yapısal olarak ele alınmıştı fakat Humboldt ile beraber dil ilk defa içeirk olarak ele alınmaya başlandı. İçerik olarak verebileceğimiz örnek ise dil-kültür-düşünce ilişkisidir. Daha sonra Saphir-Whorf hipotezi olarak bilinecek olan dilllerin bizim düşünce yapımızı şekillendirmesi fikrine Humboldt’un çalışmaları öncülük etmiştir diyebiliriz.
Dil-düşünce ilişkisini kendisine dert edinen bir diğer Alman dilbilimci ise J. Leo Weisgerber’dir. Weisgerber, her dilin gerçeği farklı biçimde yansıtmasını, insanların dünyayı farklı algılamasıyla açıklamaktadır. Dilleri farklı biçimde yansıtan bu yorum, dilde kapalı tinsel bir ara dünyanın varlığıyla açıklanabilir. (Yücel 179)
Bu fikre Alman düşünce yapısı ve dili arasında bir bağ kurarak yazıyı bitirmek istiyorum. Alman dili oldukça kurallı, disiplinli bir dildir ve bu durum kendini Alman düşünce yapısında gösterir. Bilim tarihine damga vurmuş çoğu bilim insanının Alman oluşu da bana kalırsa tesadüf değildir. Fakat bu durum x dilinin y dilinden veyahut diğer dillerinden üstün olduğu olarak anlaşılmamalıdır.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Alman dilbilimi diğer pek çok bilimde olduğu gibi dünya bilim tarihine farklı bakış açıları katarak bilimin kümülatif ilerlemesinde büyük pay sahibi olmuştur. Alman bilimi her ne kadar bilimsel aydınlanmasını diğer uluslara göre geç yaşamış olsa da arayı aydınlanmacı felsefe ile kapatmayı ve fazlasıyla öne geçmeyi de başarmıştır.
Kaynakça: