SONSUZLUĞA DOĞRU USULCA GİDERKEN
Akşam saat 21.00 gibi telefon çaldı. O sırada yemeğimi-uzun zamandır olduğu gibi-yalnız başıma yemiş, tv karşısına geçmiş, evin içinde ses kalabalığı olsun diye bir açık oturum programı açmıştım. Ülkenin içinde boğulmakta olduğu ekonomik sıkıntılara çözüm yolları bulmaya çalışıyorlardı. Bunun için durmadan konuşuyor, karşılıklı atışıyorlardı.
Çalan telefonumun sesiyle televizyonu sessize aldım. Bu saatte pek arayan olmazdı; çocuklarım,genellikle daha erken vakitlerde arardı. Hayırdır inşallah, deyip telefonu açtım.
-Alo buyurun, dedim.
Karşıdan gelen ses:
-Hala, babam öldüü; halaaa! dedi.
-Baban mı öldü, diyerek duyduğum sese soru ile karşılık verebildim.
Önce sesin sahibini algılayamaya çalıştı kulaklarım. Ve algıladım da: Arayan yeğenim Yusuf’ tu. Kulaklarımın işittiği sesi beynim reddetti. Sesi duydum ama ruhum kabul etmedi. Nefesim kesildi.
Telefonun ucundaki yeğenimin sesini tekrar duydum, telefon kulağımda kalakalmıştım odanın ortasında.
-Halaaa, hala, orda mısın halaaa? Diye bağırıyordu yeğenim. Ve telefon elimden olduğum yere düşüverdi.
-Gittiii, dedim. Gittiiiiii!..
-Çocukluğum gitti; gençliğim gitti; yetişkinliğim, yaşlılığım gitti…
-İkizim Kemal’im gitti.
72 yaşındaydım ben de. Kemal nüfus kağıdına göre ikizimdi. Çocuklukta annemizi kaybettiğimizde saçlarımı tarayan, elbiselerimi yıkayan, koruyup kollayandı. Benim yerime işlere koşturan, bana hiç kıyamayandı.
-Fatma, canım Fatma! Derdi ve saçlarımı severdi.
Aslında ikiz değildik Kemal’le, o benden bir yaş büyüktü ama ben evlendirilirken 15 yaşında nikah kıyılmasına izin verilmediği için benim yaşımı bir yaş büyütmüşler ve Kemal ile beni ikiz gibi göstermişlerdi.
-Ah Kemal ah, canım abim, ah benim yakışıklı, huyu suyu güzelimm!.. Sen şimdi bizleri bırakıp nerelere gittin, bu yaşımda sen beni kimlere emanet ettin?
Annemiz öldüğünde ben sekiz, Kemal dokuz yaşındaydık. Hayatın zalimliğine inat Kemal; pamuk kalbi, güzel mi güzel huyları olan, yakışıklı mı yakışıklı bir çocuktu. Herkes çok severdi onu, bir karıncayı incittiğine kimse şahit olmamıştır yaşamı boyunca. Beni de bir kez olsun incitmedi. Koruyup kolladı, hem anam hem babam oldu. Arkadaşım, sırdaşım, en yakın dostum oydu. Yetişemediklerime de yetiştirdi. Yapamadığım iş yoktu çünkü Kemal vardı. O, her şeyi benim yerime yapardı.
Babam(!) olacak adam, annemiz öldükten sonra sanki aç ve açıktaymış gibi uçkurunun derdine düşmüş; bir kadının peşine takılıp, bizleri ıssız bir ormanın içinde devasa büyüklükteki evimizde bir başımıza bırakıp iki küçük kardeşimi yanına alıp gitmişti. Büyük kardeşlerimizinde de hepsi evlenmiş kendi hayat koşturmalarının telaşına kapılıp gitmişlerdi. Çoluğa çocuğa karışan kardeşlerin aklına kardeşleri pek gelmez aslında. Nitekim bizler de kimsenin umrunda olmadık zaten! Kemal ile ben kalakaldık bir başımıza…
Kemal de ben de, annemizi çok severdik. Bütün çocuklar, annelerini çok sever ama Kemal güzel huylarından, ben de biraz haylazlığım ve tuttuğunu koparan bir kız çocuğu olmamdan kaynaklı olsa gerek annem de ikimize karşı ayrı bir tutum sergilerdi.
Annemizin en sevdiği oğluydu Kemal çünkü evin en akıllısı, en söz dinleyeni, en saygılısı, en çalışkan erkek çocuğuydu. Annemiz tam on üç çocuk doğurmuştu. Yaşadığımız yayladan dolayı bu sarp dağlar ve ormandaki çam ağaçları arasında şehirden bihaber geçip gitmişti anneciğimizin ömrü. Dile kolay on üç çocuk…
Kemal’im bir başka, derdi. Guzummm, canımın içi guzummm, diye iki eliyle Kemal’in yanaklarını sıkar; ağzını, burnunu, yanaklarını öptükçe öper; saçlarını sıvazlar, kolunun altına alıverirdi Kemal’i.
Kemal, ne küfür bilirdi, ne kabalık ne de köyün diğer çocukları gibi kavga…
Her dediğini yapardı anamızın.
Kemal’ im, derdi anam. Aklıselimim; sen, iyi ki varsın benim yakışıklı oğlum, gururum… Kemal mahcup olurdu, yere bakar, gözlerini kısar, hafiften kızarırdı yüzü. Duygularını içine atar, dile getiremez: Canım anam benim, demekle yetinirdi o an.
Annemiz yorulmasın diye küçük yaşta koşturmadığı iş yoktu evimizde. Ben de onun peşi sıra dolanır dururdum. Bana abilik taslamaya kalmaz aksine ikizi gibi görür her şeyini paylaşırdı benimle Kemal.
Köy yerindeki hoyrat erkek çocuklarına benzemezdi. Naifti. Şimdilerde tarif etmek gerekirse Türk filmlerinin yakışıklı ve iyi karakterini oynayan aktörleri gibiydi: Upuzun, incecik bir çocuktu…
Hıçkırmaya başladım, bir an nefes alamadım. Evde sesimi duyurabileceğim kimsenin olmadığını biliyordum. Sendeledim. Duvardan tuttum o an ve duvardan tuta tuta mutfağa gitmeyi başardım. Musluktan bir bardak su doldurup içmeye çalıştım. Elimdeki su bardağının içindeki suya baktığım an da Kemal’i gördüm.
-Fatma al! Al iç bunu bacım! Korkma, korkma bacım, diye bir ses duydum derinlerden.
Karanlık bir yoldaydık… Ben, Kemal ve sarı öküzümüz...
Annem öldükten sonra babam iki kardeşimi alıp üvey annemiz olan Ayşe Kadın’ ın evine yerleşmişti. Sonra da gönül rızamızı almadan bir sabah gelip bizi de alıp o köye götürdü.
Üvey annemiz Ayşe; kendinden razı, ölen kocasından kalan malı mülküyle şımarıklıkta sınır tanımayan, katı mı katı, acımasız, geçimsiz bir kadındı. Kocasının ölümünden sonra gelen zenginliği ve köy yerindeki özgürlüğüyle hadsiz bir özgüvene sahipti. Kemal ile beni pek sevmemişti, aslında hiç sevmemişti. İki küçük kardeşimize bakmak için gelmiştik biz de babamla, onları çok özlemiştik ve dayanamıyorduk yokluklarına. Babam Kemal ile bana “ Hadi gidiyoruz!” dediğinde sırf kardeşlerimize sahip çıkalım diye babamın ardına düşüp bu köye gelmiştik.
Ama umduğumuz gibi olmadı tabii! Üvey annemiz bizi kardeşlerimize yanaştırmadı. Sürekli bir iş buyurma, sürekli bir çalıştırmayla gün boyu nefesimizi kesiyordu. Dağda, taşta ne kadar odun varsa Kemal ile bana gün boyu taşıtıp durdu. Haftalarca odun taşıdık dağlardan sırtımızda. Evin her tarafı odun doldu taştı ama üvey annemin gözü doymadı. İhtiyacı olmadığını bile bile sırf biz yorulalım diye durmadan odun taşıtıyordu bize. Birgün dayanamadım ve dile getirdim bu durumu, getirmez olaydım o da ayrı…
-Bu kadar odunu ne yapacaksın sen koca ana, dedim öfkeyle!
Sırtımdan odun şeleğini atarken:
-Seni küçük kahpe seni, zoruna mı gitti, küçük yılan? Diyerek üzerime yürümüş, koca gövdesinin gölgesi yüzüme düşmüştü. O an on katı büyük görünmüştü gözüme üzerime doğru ilerleyen üvey annem, saçlarımdan tutup beni yerlerde sürümüştü. Saçlarımı yaba gibi ellerinin arasından kurtarmak için çabalamaya çalışsam da yüzüm gözüm toprağa belenmiş, üstüm başım toza toprağa karışmıştı. Ne kadar ağlasam da ne kadar bağırsam da sesimi duyan olmamıştı, çığlıklarım bu ıssız dağ köyünde dağlarda yankılanmıştı ama yeniden yankılarını yalnız ben duymuştum.
Kemal o an yoktu yanımda, keçileri yaymaya sarp dağlara gitmişti o gün. Yanımda olsaydı beni korur kollardı ama yoktu işte!
-Duuur, ana duuur! Diye avazım çıktığı kadar bağırıyordum ama nafileydi. Tozun toprağın içinde ağlaya ağlaya, bağıra bağıra saçlarımdan sürükleyip durdu.
Ama susmayı da öğrendim yerlerde sürüklendikten sonra, iki küçük kardeşim ağlaya ağlaya bana bakıyorlardı evin kapısının önünde ama yanıma yaklaşamıyorlardı, küçük yaşta korkuyu öğretmişti onlara üvey annemiz.
Kadının içinden bir canavar çıkmıştı sanki kendi kendiyle dövüşüyor gibiydi, ne yapsa hırsını bastıramıyor, kendini durduramıyordu. Şaşkındım, ne yaptığımı bile anlamamıştım, ince bir sitemin beni bu hale getireceğini bilseydim söyler miydim hiç? Saçlarımı bıraktığı an bütün haşmetiyle yaba gibi ellerinin çiviye benzer tırnaklarını bir an da yüzüme geçirdi.
Yüzümde hissettiğim yanma ile elimi yüzüme götürdüm, dokunduğum yüzümde elime bulaşan sıcaklık ve sıvıyı hissettim, tuz basılmış gibi bir acı o an da tüm bedenimi sardı. Üvey annem, imzasını atmıştı yüzümün sağ tarafının tam ortasına bir ömür mürekkebi çıkmayacak olan yaba gibi tırnaklarıyla…
-Kahpe! Bu sana ders olsun, her aynaya baktığında bu izleri hatırla…
Diyerek, beni evin 20 metre ilerisinde, güneşin altında bırakıp çekip gitmişti.
Hala aynaya baktığımda o anı hatırlarım ve aynanın içinden bana bakan kardeşlerimin iki çift gözünü...
O sebeple aynaya bakmayı pek sevmem, saçlarımı kestirmeyi de çünkü üvey annemin saçlarımı kökünden kesip elime verdiği gün aynada gördüğüm yüzüm gelir aklıma ve o lanet olası tırnakları…
Neyse o günü hatırlamak istemiyorum şimdi.
Eziyet etmek kimi insanın kimliğidir. Hatta kimlik üzerine vurulmuş soğuk damgadır, üzerine yapışmıştır, mutluluğu zulmetmekten elde etmektedirler bunlar. Zevk alırlar eziyetten, karşının çektiği acılarla büyürler, gürleşirler, dallanır budaklanırlar. Güçlerini eziyet etmekten alırlar ve dedim ya bununla da mutlu olurlar.
Üvey annem de gücünü pasif babamızdan ve kimsesizliğimizden alıyordu sanırım. Nerden aldığını o günlerde anlayamasam da bizi terbiyeli birer maymuna çevirdiği aşikardı.
Suyumu alıp salona dönerken kapının yanındaki aynada tam 64 yıl önceki tırnak izlerini görünce içim yine ürpermişti.
Kemal, elindeki değneğiyle sağa sola koşturup keçi sürüsünü toplamaya çalışarak dağdan eve doğru geliyordu. Saç örgülerim elimde evin arkasında ahırın yanındaki duvarın dibinde ağlayarak, burnumun sümüğü göz yaşlarıma karışmış, annemin saçlarımı taradığı günlerin hayalini kurarak ağlıyordum. O zaman nasıl göründüğümü hatırlamıyorum ama şimdi hayalimde canlandırdığımda artık tam bir beslemeye döndüğümü düşünüyorum. Anası olmayanın babası olmazmış diye boşuna dememişler. Babamızın pasifliği, üvey annemizi günden güne kudurtmuş; üzerimize nerden, nasıl saldıracağını bilmez olmuştu.
Saçlarımı kırpmıştı üvey annem. Niye yapmıştı bunu, hâlâ düşünürüm. Kötülüğün sebebi olmaz ama zalimliğin nedeni elindeki gücü kötüye kullanmaktı sanırım.
Kemal, beni ahırın duvarına sırtımı yaslamış ağlayarak gördüğünde:
-Fatma,! Fatma, diye koşup boynuma sarılmıştı.
-Kesti Kemal, kesti! Neredeyse yarım metre olan saç örgülerimi elimde sallayarak ona gösterdim.
-Ah Fatma, ah benim güzel bacım! Kim kıydı bu saçlarına? Dediği anda o da hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Sesimizi duyan küçük kardeşlerimiz yanımıza gelemeden uzaktan bakıyorlardı bize.
Aynada geçmişi ve bize bakan iki küçük kardeşimi görüyordum.
-Gidelim Kemal, dedim. Gidelim, kaçalım bu evden. Anamızın evine gidelim, yoksa bu kadın bizi öldürecek! Ölmek istemiyorum ben Kemal! Gidelim bu evden, diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.
-Gidelim Fatma, gidelim bacım! Yeter ki sen ağlama!
Ve o gece anlaştık Kemal ile. Gece yarısı herkes uyurken yola çıkacaktık. Yola çıkarken de annemizin çok sevdiği sarı öküzümüzü de alacaktık. O bizim sarı öküzümüzdü. Anamızdı ebesi o sarı oğlanı seve seve, okşaya okşaya, yalvara yalvara doğurtmuştu anasından.
-Öküzümüzü de alalım Kemal, dedim.
-Tamam bacım, alalım, dedi.
Boynuma sarıldı o an ve hıçkıra hıçkıra ağladı, o ağladı ben ağladım.
-Anamız neden öldü Kemal? Dedim ağlamaya devam ederken.
-Öldü işte bacım, Allah öyle istedi, dedi.
Ve hıçkırıklarıyla büyüyen kalp atışları kalbime değdi o an. Sarıldık sımsıkı Kemal’le, hıçkırıklarımızla anamızın ölümüne ağladık…İki küçük kardeşim uzağımızda bize bakmaya devam ediyorlardı.
Gece yarısı anlaştığımız gibi Kemal de bende uyumuyorduk.
-Fatma, dedi bir ses usulca.
-Uyanığım Kemal, dedim ben de usulca.
Aynı yatakta uyuyorduk Kemal’le çökelek gibi kokan yorganı üzerimizden attık ve iki ayağımızın ucuna basarak dışarı çıkmayı başardık. Üvey annem ile babamın horultuları ahırın arkasından bile duyuluyordu. Babamın varlığı sadece horlarken hissediliyordu zaten o evde.
Kemal ahıra sarı öküzü almaya koştu. Konuşuyordu onunla:
-Aman! sarı oğlan, kıyma bize sakın ses etme ne olur, tamam mı? Diye bir insanı tembihler gibi tembihliyordu. Köyümüze, evimize döneceğiz, yolumuz uzun ama sık dişini olur mu? Uyandırma sakın hayırsız babamla, o şeytan kadını.
Sarı öküz denileni anlamış gibi Kemal’in yüzüne baktı. İpini çözen Kemal’in arkasından usul usul ait olduğu köye doğru ilerledi.
Ben, Kemal ve bir de sarı öküz gecenin zifiri karanlığında dağları taşları aşarak annemizin kokusunu duyacağımız evimize doğru yol aldık.
Kimi kaya şeytandı, kimi kaya eşkıya, kimi canavar, kimi evliya gibiydi…
Ürkütücüydü!
-Fatma korkuyor musun? Diye sordu Kemal.
-Hayır korkmuyorum Kemal, dedim.
-Sen korkuyor musun?
-Erkek adam korkar mı kız? Dedi.
Biliyorduk aslında ikimiz de, korkudan tir tir titriyorduk heybetiyle ürküten yüksek Toros Dağları’nın tepesinden anamızın evine doğru yol alırken.
Yol ilerledikçe kokusu geliyordu evimizin sanki…
Bir zamanlar şen şakrak, kavga dövüş, güle oynaya bahçesinde düğünler, bayramlar kutlanan evimizin…
-Evimizin kokusunu duyuyor musun Kemal? Dedim.
-Havayı içine doğru çekti Kemal, cevap vermedi. Huzurluydu.
Yarasaların rehberliğinde, cırcır böcekleri eşliğinde, kırmızı gözlü tavşanlardan korka korka vardık anamızın evine. Kemal dokuz, ben sekiz yaşındaydık.
Annemiz öleli bir yıl olmuştu. Bir asır gibi geçmek bilmeyen bir yıl...
Bu gün de Kemal annemize benden önce kavuşmuştu işte. 65 yıldır görmediği anasına bu gece sarılacaktı. Tanıyacak mıydı annemiz Kemal’i acaba? Bıraktığında ayağında lastik bir ayakkabı, yamalı şalvarlı sekiz yaşındakini oğlunu şimdi yetmiş üç yaşında bir ihtiyar olarak görünce şaşıracak mıydı? Ölüler hep aynı yaşta, yaşayanlar yaşlanıyor bu dünyada!
Yüzümdeki tırnak izlerine ellerimle dokundum.
-Kemal, ah Kemal! dedim.
Ve elimde su bardağıyla ağlayarak salona girdim. Güle güle Kemal, dedim. Gittiğin o yerlerde annemizi bul ve ona sarıl, benim için de öp onu, onun saçlarını da benim saçlarımı taradığın gibi tara orada…
Yorgun düşmüştü bedenim, üşümeye başlamıştım hatta, gözlerimi kapadığım an da:
-Fatma! dedi bir ses usulca.
-Uyanığım Kemal, dedim ben de usulca.
-Hadi gidelim Fatma…
Sarı öküz yanımızda değildi bu defa...