Siyaset alanı ideolojik ve toplumsal açıdan farklı perspektifler dâhilinde, sanılanın aksine muhafazakârdır. Kaçınılmaz olan bu gerçeklik, yani muhafazakârlaşma, sonuçları bakımından "biz ile öteki olan her şey" arasındaki düşünselliğin katı sınırını temsil eder. Hayatın her alanında genelden özele her toplumsal katman açısından geçerliliğini koruyan bu durum; toplum ve siyasetin işleyişi, gelişimi, dönüşümü ve sosyolojik olarak toplumsala içkin olan her türden olgunun kuluçka oluşturmasına imkân tanıyan bir mecradır. Bu nedenle temelde iktisadî olan ancak bazen siyasal bazen sosyokültürel ya da bazen de ideolojik olan ve her bir bileşenin tamamını ya da bir kısmını içerecek şekilde tezahür eder. Tezahürün böylesi, algılanan ile gösterilen/sunulan rızanın teminini kolaylaştırırken siyasetin gerçekliğini toplumun benliğinde kamufle ederek "normallik" kazandırır. Diğer yandan kabuller ve genel örneklerin aynı tavrı, davranışı, hareketi ve söylemi barındırması nedeniyle giderek sınırlayıcı bir etmen olmaktadır. Nihayetinde toplumsal açıdan "mahalle baskısı"; siyasal açıdan ise siyasal kültürü ve işleyişi temin eden "normallik" üzerinden kontrol edilmesine; buradan da doğrudan veya dolaylı rızanın/onayın üretilmesine geçiş sağlanmaktadır.
Siyasal, iktisadî, sosyal ve kültürel düzeylerin her biri birbiriyle ilişkili olan ancak kendi bağlamlarında işleyişleri olan bir otonomiye sahiptir. Özellikle iktisadî olanın ihtiyaçları, siyasal olanın örgütlenme, işleyiş ve yönelimini (siyasalında iktisadî olanı yönlendirebildiği göz ardı edilmeden) belirlediği şartlar ve koşullar; öncelikle sermaye birikimi ve bölüşüm ilişkileri açısından önemlidir. Dahası, bu önem burayla sınırlı değildir. Sermaye birikiminin ve bölüşümün "nasılı" toplumun sınıfsal yapısını, kişisel ve toplumsal aidiyet ilişkilerini, değer yargılarını belirleyen ya da dönüştüren gücü elinde bulundurmaktadır. Bu nedenle toplumsal ve toplumsala ilişkin değerlendirmelerden kişisel olan ya da olduğu belirtilen eylemlerin toplumsal bir kimlik oluşturmasındaki asli değerin önemli bir parçasıdır.
Burada modernleşmenin cumhuriyet dönemine tekabül eden kısmında Kemalist tek parti (1923-1946), çok partili dönem ve Demokrat Parti (1946-1960), 1960’lar, 1970’ler ve 1980’ler ile 2000’lerin başına kadarki dönemsel aralıklar çeşitli tanımlamalarla ele alınabilir. Her bir dönemsellik farklı tabir edilebilse de ortak payda bu dönemlerin sermaye birikim rejimi ve bölüşüm politikasının istikrarında meydana gelen kırılmalar veyahut dengesizliklerin görünür olmasıdır. Ancak bu husus, siyasal alanın sağ-sol, alevi-sünni, kürt-türk gibi kimliklere dayalı çatışmaların gölgesine itilerek tartışmalardan mahrum edilmiştir. Betimlemenin yapılış tarzı mevcut üretim yapısındaki egemen sınıf fraksiyonlarıyla bağımlı sınıfların niteliği gibi temel ilişkiyi algılamanın itici gücü konumundadır. Diğer yandan Türkiye gibi tarım toplumu formasyonu olan bir ülke de demokrasiyi (!!!) gerçekleştirme çabasının bir yanda maddi zorlukları içermesi ve bu zorlukların yanı sıra toplumsal mücadelenin sosyokültürel veya ideolojik ayrışmaya dayalı olarak somutluk kazanması diğer yandan şiddetin ve otoriter politikaların çözümün merkezi olarak kabul edilmesi özü ikinci plana itmiştir. Dolayısıyla egemen ideolojinin ve egemen sınıf fraksiyonun öncülüğündeki egemen sınıfın bileşenleri toplumsal ilişkiler sarmalının niteliği üzerinde kayda değer bir etkiye sahip olmuştur. Çünkü özellikle birden fazla üretim tipinin/tarzının bir arada olduğu bütünlüğün varlığı nedeniyle yekpare bir özellik göstermez. Burada önem arz eden şey, iktidar ilişkilerinin önemli bir sonucu farklı üretim tiplerinde güç sahibi olan egemen sınıfın, sınıf fraksiyonlarının (ticaret, sanayi, finans sermayesi, büyük toprak sahipleri gibi) sınıf içi ve sınıflar arası iktidar mücadelesinin seyridir. Hem genelde hem de özelde/mikro düzeyde farklı toplumsal kesimler arasında farklılaşan ağrılıklarda etkiyi barındıran sınıfsal ve toplumsal mücadele de egemen siyasal düzenin işlevini yerine getirebilmesi, toplumun farklı kesimlerinin doğrudan veya dolaylı rızasının gerekliliğine; bu da yoksa zor (devletin şiddet tekeli-güç kullanma yetkisi) gücünü devreye koymasına bağlıdır.
Toplumsalın veya kişiselin[1] [birey ya da bireysellik değil] sosyokültürel içerikleri kadar önemli bir etki boyutu siyasal olanın inşa edilmesidir. Bu açıdan, siyasal olan asıl olarak iktisadî olanın ihtiyaçlarına göre örgütlenen ve şekillenen bir yapı olduğundan, siyasal olanın işleyiş ve kodlarından siyasal-ideolojik aygıtların niteliğine kadar geniş bir eksende toplumsal olanın algı belleğini işgal edip belirleyebilmektedir. Bu nedenle toplumsal olan her şey aynı zamanda siyasalın, daha ziyade iktisadî olanın bir yansıması ya da onun doğal bir sonucu olduğu söylenebilir. Ancak bu etkinin daha önemli çıktısı/sonucu devletin ideolojik aygıtları aracılığıyla şekillendirilen, şartlar gereği de atomize olmuş toplumsal kesimlerin siyasal düzenin rengini belirleyen niteliğidir. Siyasal düzenin işleyişini belirleyen tüm unsurlar, genel anlamda sosyokültürel faktörlere ya da liderlere (aktörler), partilere yapılan atıflar üzerinden tariflenmekte ya da onunla tartışılmaktadır. Bu nedenle siyasal ve siyasala ilişkin olan olguların tamamı belirli bir ideoloji, söylemsel vurgu, lider veya anlayış üzerinden yorumlanarak değerlendirilmekte ve yeniden üretilmektedir. Bu değerlendirme ya da yeniden üretilmenin partiye, aktöre, ideolojiye ya da herhangi bir kimliğe indirgenerek tartışılması sorunun maddi kaynağının göz ardı edilmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.
Kurulu veyahut yerleşik düzen için süreklilik ve özellikle olabildiğince istikrar olmazsa olmazdır. Bu açıdan toplumsal kesimlerin olabildiğince aynı alanda tutmak ve bunun sürekliliğini sağlayacak genel politikaları sürdürmek elzem olmaktadır. Türk siyasetinin gelişim evrelerinde bu husus, ikinci faktörler aracılığıyla temin edilmiştir. Özellikle sosyokültürel faktörler, otoriter yaklaşımlar ve milliyetçilik gibi katalizör işlevi gören ideolojilerin ya da değer yargılarının ön plana çıkarılması bir yandan toplumun sınırları belli ancak parçalı bir bütün olacak şekilde ayrışmasına; sonrasında ise her bir parçanın kendi içinde olabildiğince homojen, değişimin daha ağır olduğu bir sosyolojiyi beslemiştir. Siyasal oluşumların siyasal dili, bakış açılarının da katkı sağladığı bu durum, toplumun yapısını beslerken siyasal oluşumlarda hali hazırda toplumun mevcudiyetini besleyen kaynaklar olmuştur.
Toplum, sermaye birikimi ve bölüşüm ilişkileri ile iktidar aygıtı üçlüsü arasında süregelen ilişkinin 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki gelişmeler doğrultusunda "eskinin öldüğü ancak yeninin halen doğmadığı" bir "hegemonya krizi" olduğu oldukça alenidir. Aleniyetin bu kısmında direnç oluşturan en önemli faktör egemen siyasal düzende söz sahibi olan aktörlerdir. Aktörün kurum (keza kurumlarında kişiler aracılığıyla kimlik kazandığını göz ardı etmemek gerekir) veya kişi bazlı olması fark etmeksizin zihniyeti temel veri olarak kabul ettiğimiz bu aşama da, yozlaşmanın gerekçesi genel olarak kurumlara ya da ideolojilere atfedilir. Ancak ideoloji, yapılan veya yapılmak isteneni kamufle eden bir araç olabileceği gibi söz konusu olan belirleyici şey aktörlerin iktidar konumlarını korumak adına algıladıkları değer yargılarına sarılmaları ve bu eksende toplumun genel durumunu değiştirmek yerine olabildiğince stabil olmasını sağlama çabasında olmalarıdır. Bu nedenle aktörlerin, bir şeyi nasıl algıladıkları ve toplumun bu algının neresinde kaldığına ilişkin gerçeklik ile arasındaki mesafe direncin ve dönüşümün derecesini belirlemektedir. Diğer yandan söz konusu durumu direnç haline getiren genel kanı iktidar aygıtlarını kontrol eden aktörlerin, ister içselleştirilmiş olsun ister araçsal olsun, siyaset ve topluma ilişkin algılarının, girdaplarının, psikolojik eşiklerinin veyahut bir şeyi anlama ve algılama tarzlarını dayandırdıkları öğrenilmiş ve düşünsel birikimleridir. Bu nedenle, aslında, aktörlerin siyaseti ve toplumu görmek istedikleri görsel ile gerçekliğin makas açıklığı bir devrin, zihniyetin ve dolayısıyla statünün kaybı olması itibariyle, tam da verili/mevcut düzen ile değişim arasındaki çatışma/mücadele olarak lanse edilen şeydir. Burada en acı olan şey ise gelecek adına yapıldığı iddia edilen şeyin geleceği esir aldığının idrak edilemeyecek derece de içselleştirilmiş veya araçsallaştırılmış olmasıdır. Türk siyasetinin, özellikle son çeyrek asırlık döneminde bu husus aleniyetini korumaya devam etmektedir… Dolayısıyla, politik olarak alternatif olmak belirli bir değer yargısına ya da kimliğe sahiplikle ilişkili değildir. Daha ziyade toplumun içsel veya dışsal etmenler aracılığıyla harmanlandığı ve buna karşın siyasal veya toplumsal yapıların bu harmanlanma sonucunda ortaya çıkan ve dönüşü olmayan zihni dönüşüme verebildiği karşılıkla yakından ilişkilidir… Bu açıdan "yeni" veya alternatif olma kısa süre öncesinde siyasetin sahnesine çıkış veya egemen olanın dışında kalmak değildir, kısa vadeli pragmatizm uğruna geleneksel algılar içeren ve onu besleyen egemen veya alışılagelmiş toplumsal, siyasal, ideolojik düşünsel sınırlardan kaynaklı algılara neşter atılabildiği ya da uzun vadeli bir bakış geliştirilebildiği oranda anlam kazanılabilir…
[1] Kişiden kast ettiğimiz şey rasyonel olan, kararlarını kendi alan ya da hiçbir etkiye sahip olmadığı iddiası taşıyan değildir. Bilakis, toplumsal olan, toplumun bir parçası olan ve toplumsal olarak üretilen her türden değeri kendinde taşıyan; içinde bulunduğu toplumsal kesimin niteliğine göre kişiliğinde ve karakterinde yer edinmiş doygunluklar ya da zaafiyetler (tatmin edilmemiş/doygunluğa ulaşmamış) ile kendi kararlarını hem bu doygunluk ve zafiyetlerin şiddetine/derecesine/eşiğine hem de öğrenilmiş tavır, davranış ve ifade kültürüne göre verebilen ve rasyonelliğin buradan kaynaklandığını farkında olan olarak değerlendiriyoruz…