Kadın ve Emek II
20. yüzyılda süreç felsefesinin başta gelen düşünürlerinden Alfred North Whitehead, kendi felsefesi üzerine yazılmış makalelerden derlenen bir kitap için yazdığı otobiyografik notlarında karısından şöyle gururla bahseder: “Eşimin estetik zevki gittiğimiz her eve harika bir büyü bırakırdı, neredeyse mucizevi bir şekilde. Bu yorumum özellikle güzellikle alakası olamayacakmış gibi görünen Londra evleri için geçerlidir. Gece yarısından sonra erken saatlerde güzel bir kızın evimize girdiğini gören polis görevlisini anımsıyorum. Eşim mahkemede ifade vermiş ve sonra bir partiye gitmişti. Polis görevlisi daha sonra yardımcımıza gördüğü kişinin gerçek biri mi yoksa Bakire Meryem mi olduğunu sormuş. Enfes bir elbise içinde gerçek bir insanın o evde yaşayabileceğine inanamamış. Ama içeride güzellik vardı.” (Whitehead, 1941, s. 11)
Whitehead’in bu samimi paylaşımını, Viktoryan toplumun modellediği “evdeki melek” imgesine birebir uyduğu için aktardım. Simone de Beauvoir’in İkinci Cins adlı kitabında “Ebedi Dişi” olarak adlandırdığı bir dizi birbiriyle çelişik beklentiden oluşan bir kadın idealinin bir yüzünü temsil eden bu “içerideki güzellik” elbette sadece Viktorya Dönemi’ne ait bir ideal değildir. Bu modelleme; tarihin farklı dönemlerinde farklı coğrafyalarda değişik şekiller almakla beraber, neredeyse evrensel denebilecek bir sıklıkla tekrar eden motifler içeren toplumsal cinsiyet ideolojisinin önemli bir paradigmasıdır. Kadının Viktorya Dönemi’nde idealize edilen özellikleri, dönemin toplumsal ve ekonomik düzenini sağlayan ideolojik düzenlemeleri yansıtır: çekirdek ailenin yeniden üretiminden sorumlu, yuva yapan, bakım veren, anne olmasına rağmen cinsel anlamda tamamen “saf” olan (Kutsal Bakire).
Bu düzenlemeler kadınlarla erkeklerin toplumda farklı alanlara ait olduğu görüşüne dayanır. Erkekler kamusal alana aittir, kadınlar özel alana. Erkekler güçlü ve bağımsız, kadınlar bağımlıdır. Bir başka deyişle, geleneksel işbölümüne göre, erkeğin işi “ekmek kazanmak”tır; kadının işi “bakım vermek”.
Bu dizinin ilk yazısında “ilgi etiği/bakım verme etiği” olarak çevirebileceğimiz “ethics of care” yaklaşımındaki “ilgi/bakım/özen” (care) kavramı ile emek kavramı arasındaki ilişkiyi vurgulamıştım. İlk yazımda “ilgi etiği” ifadesini kullanmışken, bu ikinci yazının bağlamına daha uygun olduğunu düşündüğüm ölçüde, “bakım verme etiği” ya da kısaca “bakım etiği” ifadesini kullanacağım. ‘İlgi’ ya da ‘özen’ sözcükleri, yaşamla kurduğumuz ilişkiyi, diğer bireylere ve şeylere yönelik bir duruş, bir tutum, bir eğilim olarak, yani bir erdem (ve onun türevleri) olarak imlerken; ‘bakım verme’ kelimesi bu ilişkiyi, bu etik kuram içerisinde vurgulanan erdemleri özellikle gerektiren ve geliştiren, hatta profesyonelleştiren (ve dahi bazen metalaştıran) emek harcama biçimleri olarak imlemektedir.
Kendini, kadınların geleneksel olarak üstlerine düşen bakım verme işlerinde edindikleri deneyimler, nitelikler ve değerler üzerinde temellendiren bakım verme etiği, etik kuramda insanların ilişkiselliğine vurgu yapan bir yaklaşım olarak ortaya çıkar. Diğer bireylerin (özellikle bakım verilen bireylerin) ihtiyaçlarına; duyarlılık, anlayış ve empati ile karşılık vermeyi ön planda tutar. İnsanları kendi kendine yeten değil, ilişkisel varlıklar olarak görmesi ve rasyonel değerler yerine, sevgi, şefkat, özen gibi duygu temelli değerleri yüceltmesi açısından, sosyal sözleşme geleneği içindeki düşünürlerin teorilerinden, Kant etiği ve faydacılık gibi yaklaşımlardan ayrılır.
Böyle bir etik yaklaşımın sıklıkla direk “feminist etik kuram” olarak adlandırılması, onunla iç içe ele alınması birçok feminist için rahatsızlık vericidir. Bakım etiği, Carold Gilligan, Alison Jaggar ve Virginia Held gibi düşünürler tarafından geliştirilmeden ve çeşitli eleştirilere maruz kalmadan birkaç on-yıl önce, Virginia Woolf, tamamen diğerkam olan, “kendi düşünceleri ya da istekleri olmayan, hep başkalarının istekleri ve düşüncelerini paylaşan” “evdeki meleğin” kendisini ne kadar rahatsız ettiğini anlatmıştır. Kendi ifadesiyle, bu melek her zaman onunla yazıları arasına girmiştir; ta ki Woolf “onu sonunda öldürene dek”. (Noddings, 1998 içinde)
Bakım verme etiğini eleştirenler, bu yaklaşımı geleneksel olarak kadınlara atfedilen değerleri vurguladığı için eleştirirler. Bu eleştiriye göre, kadınlara atfedilen özelliklerin toplum ve özellikle de kadınların kendileri tarafından benimsenmesi, kadınların ezilmesinin ve sömürülmesinin sürdürülmesine katkıda bulunur. Bir başka açıdan da, bu etik yaklaşım, kadınlara atfedilen değer ve erdemlerin doğal olarak kadının özüne aitmiş gibi düşünülmesine yol açma riskini taşıdığı için eleştirilir. İki eleştiriyi birleştirerek şu sav öne sürülebilir: Bakım verme etiği vesilesiyle yüceltilen değer ve erdemler, kadınların doğal yatkınlıklarıyla ilişkilendirildiği ölçüde, kadın ve erkek arasındaki eşit olmayan toplumsal işbölümünü meşrulaştırmaktadır. (Bu noktada belirtmek gerekir ki, Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde kadın ve erkek arasındaki işbölümünü “cinsler arasındaki doğal işbölümü” olarak adlandırdıklarında, “doğal” kelimesinin kullanımı kadın ve erkeğe değişmez bir öz atfetmez. En fazla bazı biyolojik özelliklerden kaynaklı olarak belirli bir şekil almış olan olumsal bir gelişimi imler. Onlara göre bu doğal, olumsal işbölümünün yerini rasyonel ve gönüllü bir işbölümü almalıdır. )
Kadın ve erkek arasındaki geleneksel işbölümünün kadınların ezilmesine ve sömürülmesine yol açmasının temel bir nedeni bakım verme işinin ve daha genel olarak ev işinin bir emek harcama şekli olarak kapitalist düzen içinde görünmez olmasıdır. Feminist düşünürlere göre Marx’ın “üretken olan emek” ve “üretken olmayan emek” arasında yaptığı ayrım kapitalist düzen içinde kadın emeğinin görünmez kılınmasına katkıda bulunmuştur.
Bu nedenle feminist düşünürler ev işini, ev kadınlığını “yeniden üretken emek” olarak baştan tanımlamıştır. Rosa Luxembourg (1913)’un açıkladığı gibi, ‘yeniden üretim’ öncelikle emek sürecinin yenilenmesi, tekrarı anlamına gelir. (s.31) Ancak “yeniden üretim” basit bir tekrardan ibaret değildir. Yeniden üretim belirli bir emek üretkenliğini varsayar ve korur; bir başka deyişle, insanın doğa üzerinde kurduğu üstünlüğü temsil eder ve sağlama alır.
Emek piyasasında görünen işgücünün değeri aslında sadece satın alınacak metaların ederi değildir. İşçinin emek gücünün her gün yenilenmesi, işçinin bakımının yapılmasının yanı sıra, ileride işçi ordusuna katılacak çocukların dünyaya getirilmesi ve yetiştirilmesini de gerektirir. Bu işler ev tabanında, ücretlendirilmeyen emek tarafından yapılır. “Yeniden üretken emek” bu ücretlendirilmeyen emeği ifade eder; çocuklara, yaşlılara ve hastalar gibi diğer çalışamayan kişilere bakım vermenin yanı sıra, yemek pişirmek, temizlik yapmak gibi etkinlikleri de içerir. Bir diğer deyişle, yeniden üretken emek, sermaye ve ücretli emeğin varoluşunun toplumsal koşullarını üreten ve yeniden üreten emektir.
Bu tip etkinliklerin kadın doğası ile ilişkilendirilmesinin neden feministlerin bu kadar tepkisini çektiğini daha iyi anlayabilmek için, Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda betimlediği yabancılaşma olgusunu kadın emeği bağlamında tekrar gözden geçirerek, kadın emeğinin yabancılaşmış emek ile karşılaştırılması faydalı olacaktır. Ev kadınlığı bağlamında kadın emeği, ürettikleri başkaları tarafından tüketildiği ve bunun karşılığında bir ücret almadığı ölçüde sömürülmektedir. Üstelik ürettiği emeğin “üretken olmayan emek” olduğu iddia edilir. Bu anlamda, kapitalistin artı değer sağlamasına katkıda bulundukça kendisi yoksullaşan işçi gibi, kadın da emeğiyle ev hanesini ve halkını ve hatta kapitalist sistemin kendisini ayakta tutmasına rağmen, maddi olarak bağımlı, müteşekkir olması ve itaat etmesi gereken olduğuna inandırılarak ezilir. Özveriyle başkalarına bakım verdikçe, kendine bakmaya fırsat bulamaz ve bu nedenle hor görülür. Ev yaşamında sevgi saygı görmediği, tanınmadığı, bir teşekkür bile almadığı ölçüde kendi emeğine ve ürettiği ürüne yabancılaşması kaçınılmazdır.
Ancak burada, emek piyasasında görünen emek ile ev kadının emeği arasında—yabancılaşma açısından—önemli bir fark vardır. Kadın emeği kendi çocuklarına ve eşine bakım vermeyi içerdiği ve kadın bu kişileri sevdiği ve sahiplenebildiği ölçüde, ürettiği şeye ya da emeği sonucu elde ettiği şeye (bu şey sevdiklerinin hayatta kalması, mutlu, sağlıklı ve başarılı olması, gelişip serpilmesi gibi şeyler olabilir) yabancılaşmamış olacaktır. Fakat bunun için kadında bulunan (ya da bulunduğu ya da bulunması gerektiği iddia edilen) ve erkekte aranmayan özelliklerin devreye girmesi gerekir: koşulsuz sevgi ve özveri. Böylelikle kadının “anneliğin doğası gereği” ya da iddia edildiği üzere (?!)“seven kadının doğası gereği” ürettikleri elinden alınsa da kendini emeğinin karşılığını almış gibi hissederek seve seve üretmeye devam etmesi beklenir. Bu beklenti kadınların duygu ve deneyimlerinde gerçekten karşılık bulabildiği ölçüde, kapitalist aradığı “altın yumurtlayan tavuğu”, Marx’ın iddia ettiği gibi emek piyasasında değil (ya da sadece orada değil), asıl erkeğini ve çocuklarını o piyasaya hazırlayan ve eve döndüklerinde sarıp sarmalayıp besleyen ve bakım veren ev kadınlarında bulmuştur.
Yeniden üretken emek , kapitalist ekonomi içinde özgül ve yoğun bir sömürüye maruz kalmasının yanı sıra, kadını ev içine hapsederek, kadınların kamusal meselelerle ilgilenmelerinin olanaklarını ortadan kaldırdığı ya da önemli ölçüde azalttığı için de birçok feminist düşünür tarafından reddedilmektedir.
Kadınların, hem bir erdem hem de bir emek harcama biçimi olarak bakım vermeyi benimsemelerine yöneltilen eleştirileri iki aşamada ele almak istiyorum. Bu eleştirilerin bir ayağı özcülüğe karşı varoluşçu bir eleştiriye dayanır. Günümüzde biyolojik özcülük kabul edilemez bir öğreti haline gelmiştir; bireylere belirli roller ve nitelikler atfeden bütün öğretiler olasılıklarımızı ve dolayısıyla özgürlüklerimizi sınırlandıran öğretilerdir. Bunun yanı sıra kültürel özcülüğe de, ırkçı ve cinsiyetçi genellemelere ya da varsayımlara dayanacağı, ya da bu varsayımları ve genellemeleri besleyeceği için, mesafeli durmak norm haline gelmiştir. Ancak her ne kadar varoluşçuluğun özgürlükçü ruhunu yadsımak ya da en azından takdir etmemek mümkün olmasa da; Marxçı perspektiften bakıldığında, Sartre’ınki gibi radikal bir özgürlük anlayışında diretmek de bir o kadar gerçekçilikten uzak görünmektedir.
Bu açıdan bakıldığında, bakım etiği kuramını geliştiren kadınların kendi yaşamsal deneyimlerinden yola çıkarak teori oluşturmaları hem doğal olan, hem de yöntemsel açıdan olması gerekendir. Ayrıca bir çok kadının gündelik yaşam deneyimlerinde de karşılık bulmaktadır. Bu kuramcılardan Virginia Held, American Philosophical Association’ın (Amerikan Felsefi Birliği’nin) Kasım 2018 toplantısında yaptığı konuşmasında, bireyleri kendi kendine yeten, öncelikle kendi çıkarlarını gözeten ve bu nedenle sosyal sözleşmeye katılan, atomik varlıklar olarak ele alan geleneksel sosyal sözleşme düşünürlerinin toplumda “bağımlılık” konusunu neredeyse hiç ele almamalarına dikkat çeker. Held (2018)’e göre bunun nedeni açıktır: Bir diğer feminist düşünür Eva Kitay’ın da belirttiği gibi, çok az siyasi düşünür ya da politikacı “mecburen bağımlı olan kişilere bakım vermek zorunda kalmış ya da bakım vermek zorunda olanların deneyimlerini önemsemiştir.” (Held, 2018 içinde) Held, felsefi kariyerinin başlarında, bir yandan da çocuklarını büyütürken, onların bakımı ile felsefe arasında bir ilişki olmadığını düşündüğünü, çocuk bakımı ile etik kuram üzerine düşüncelerinin birbiri ile ne kadar ilişkili olduğunu ancak arkadaşı ve bir diğer feminist düşünür Sara Ruddick sayesinde fark ettiğini söyler.
Elbette 1960’larda ve 1970’lerde kadınların ev işini, ev tabanlı üretime hapsedilmeyi reddetmesi, Federici (2014)’nin de belirttiği gibi, “çağımızın en önemli, en dönüştürücü toplumsal devrimi” olarak nitelendirilebilir. Ancak bu noktada şu iki soruyu sormak önemlidir: (1) Kabaca “bakım verme” ve “ekmek kazanma” olarak sınıflandırılan emek alanları arasında kavramsal olarak, zorunlu olarak hiyerarşik bir ilişki var mıdır? (2) Birinci sorunun cevabı ne olursa olsun, eğer bu iki emek alanı arasında tarihsel ve olumsal olarak hiyerarşik bir ilişki oluşmuş ise, kadınlar bakım verme işlerini yapmayı bıraktıklarında bu işi kimlerin yapması beklenmektedir?
Luxembourg (1913)’un da açıkladığı gibi, yeniden üretim, üretimin tekrarı, “insan medeniyetinin bütün tarihsel formlarının olmazsa olmazıdır”; bu nedenle kapitalizmden önceki bütün tarihsel üretim biçimlerinde yeniden üretimin tekrar etmesi için bazı önlemler alınmıştır. (ss. 31-32) Dolayısıyla kapitalizm dışındaki üretim biçimlerinde, yeniden üretim ancak bir doğal afet ya da savaş gibi bir dış etken tarafından kesintiye uğrayabilir. (Rosa Luxembourg bir başka olasılık olarak da “despotik bir üretim planının yeniden üretime müdahalesi”nden söz eder: Çin Seddi ya da Mısır piramitlerinin yapılması gibi). Oysa, kapitalizmin farkı, kapitalist toplumlarda sadece üretimin değil, yeniden üretimin de kar etme güdüsü tarafından belirlenmesidir.
Dolayısıyla, kadınlar ev işlerine hapsolmayı reddettikçe, bakım verme işi serbest piyasaya eklemlenmektedir. Ancak geleneksel olarak kadınların yaptığı bakım verme işi toplum tarafından hor görüldüğü için, kadınların bu işleri reddetmelerinin sonuçları oldukça karmaşıktır. Bu sonuçların birkaçını şöyle özetleyebiliriz: bakım verme işlerinin ve dolayısıyla duygulanımsal emeğin gittikçe metalaşması; bu işleri gene daha çok kadınların yapıyor olması; kadınların ya hem ev dışında hem ev içinde çalışarak erkeklerin iki misli çalışmak zorunda kalmaları ya da ev işleriyle beraber yürütebilecekleri yarı zamanlı, esnek işlere yönelmeleri; bu yarı zamanlı, esnek işlerin de daha düşük ücretli olması ve daha çok sömürülmesi; kadınların çocuk bakımı ve temizlik gibi ev içi işlerini bu işleri çok düşük ücretli ve güvencesiz çalışan kişilere havale etmesi (göçmenler gibi).
Bir önceki yazımda “emeğin feminizasyonu” kavramının bir yandan ve ilk başta kadınların ücretli işgücüne katılmasını betimlerken, bir yandan da erkeklerin de daha çok geleneksel olarak kadınlarla ilişkilendirilen işlerde istihdam edilmeye başladıkları anlamına geldiğini belirtmiştim. Bu anlamda “emeğin feminizasyonu” ifadesi ile aslında “bakım verme işinin cinsiyetsizleşmesi”ni ima etmiş oluyoruz. Fakat bu cinsiyetsizleşme kadın emeği ile erkek emeği arasındaki ayrımın sorunsuz bir şekilde ortadan kalkması anlamına gelmemiştir.
Bu sorunları açacak olursak, birinci olarak, yukarıda tartışıldığı gibi, bakım verme işi hala tam olarak evrenselleşmiş, cinsiyetsizleşmiş değildir. Ayrıca, toplumda bakım verme işini üstlenenler hala düşük ücretli ve güvenliksiz çalışmakta ve ciddi anlamda sömürülmektedir.
İkinci olarak: aslında “emeğin cinsiyetsizleşmesi” bakım verme işinin piyasada daha sık rastlanır hale gelişini ifade eder ve daha geniş bir perspektiften ele alırsak görebileceğimiz, konumuzla ilişkili fakat farklı bir başka toplumsal dönüşümle ilişkilidir. Bu dönüşümde post-Fordist (daha iddialı bir formülasyonla, post-endüstriyel) kapitalizmde hizmet sektöründe istihdam artışı önemli bir rol oynar. Hizmet sektöründe sunulan emek ile bakım verme emeği arasında önemli benzerlikler bulunmaktadır; her ikisinin de genel şeklinin “duygulanımsal emek” olduğunu söyleyebiliriz.
“Duygulanımsal emek” kavramındaki ‘duygulanım’ kelimesi literatürde, özellikle Hardt ve Negri’nin başını çektiği bir okumada, Spinoza ile ilişkilendirilmektedir. Spinoza, Etika’da duygulanımları “bedenin eyleme gücünü artıran ya da azaltan küçük değişiklikler” olarak tanımlar (Federici, 2014 içinde, s.124); bu duygulanımlar içeriden geldiklerinde etkin, dışarıdan bir etkenle tetiklendiklerinde edilgendir. Ama duygulanım her iki durumda da çevremizle “etkileşim” gücümüze işaret eder. (Federici, 2014 içinde, s. 124) Bu düşünce aynı zamanda Spinoza’nın felsefesinde beden-zihin ilişkisini düalist olmayan bir şekilde kurmasına yardımcı olur.
Bu dizinin ilk yazısında kadın emeğinin zihinsel emek-bedensel emek ayrımını öncelediğini belirtmiştim. Hizmet sektöründe harcanan emekle bakım verme arasındaki en önemli benzerliklerden biri her iki durumda da harcanan emeğin zihinsel ve bedensel yönlerinin birbirinden net bir şekilde ayrılamayacağıdır. Bu iç içe geçmiş etkileşimi ifade etmede Spinoza’nın duygulanım düşüncesi son derece uygundur.
Federici (2014) hizmet sektöründeki emek ile bakım verme arasındaki benzerliği, hizmet sektöründeki “çalışan-müşteri ilişkisi” ile ev içindeki “kadın-erkek ilişkisi” arasındaki benzerlikleri göstererek vurgular ve hem hizmet sektörü çalışanlarını hem de ev kadınlarını duygusal sömürü ve şantajı reddetmeye çağırır. Ama Federicin(2014)’ye göre duygulanımsal emeğin esas öznesi kadınlardır. Federici (2014), Hardt ve Negri’nin emeğin güncel biçimlerine yönelik çözümlemelerini bu gerçeği göz ardı etmekle suçlar. Bu eleştirisinde Yönetilen Kalp (“The Managed Heart”) adlı eserin yazarı feminist sosyolog Hochschild ’in saptama ve çözümlemelerinden büyük ölçüde faydalanır. Hochschild duygusal emeği direk “duyguların metalaşması” olarak yorumlar ve kadınların maddi kaynaklardan yoksun kaldıkları ölçüde daima “duygularını bir takas objesi” olarak erkeklere sunmak üzere sosyalleştiklerine dikkat çeker. Ben bir yandan bu saptamanın çok sert bir genelleme içerdiğini düşünürken, bir yandan da bu bakış açısına bir ekleme yapma gereği duyuyorum: kadınların duygularını erkeklere bir obje olarak sunmaları sadece maddi kaynaklardan yoksun olmaları durumunda gerçekleşmez. Kadınlar toplumsal olarak kendilerini nesneleştirmeye ve öz-değerlendirmelerini karşı tarafa referansla yapmaya itilmiş oldukları ölçüde; maddi olmayan, tanınma, beğenilme, sevgi görme gibi ihtiyaçlarını da, duygularını ve bedenlerini --bir takas objesi olarak, meta olarak olmasa da --kendilerinden soyutlayarak, nesneleştirerek “paketleyip” sunma eğilimindedirler. Burada “bedenlerini nesneleştirerek paketleyip sunmaları” ile kastettiğim seks işçiliği ya da türevleri değil, yüz ifadesi, beden dili ve mimiklerin, üzerinde çalışılarak bir şekilde bir obje haline getirilmesi ve sunulması. Elbette burada söz konusu emek “yabancılaşmış emek” oluyor.
Üçüncü olarak, “emeğin cinsiyetsizleşmesi”, “emeğin ev-kadınılaşması” anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle, geleneksel olarak bakım verme olarak görülmeyen diğer işler de artık gittikçe daha çok evden –ve aynı ev kadınlığı gibi güvencesiz ve esnek bir şekilde—yapılmaya başlamıştır. Ev kadınlarının yanı sıra, işsizler, emekliler, öğrenciler, prekarya, kayıt dışı çalışanlar, geçici ve yarım zamanlı çalışanlar, gönüllü stajyerler, göçmen işçiler, vb, yoluyla emek geri eve dönmekte ve/veya ücretsizleşmektedir. Ev tabanlı üretim 1960’larda ve 70’lerde emek piyasasına taşınmıştı. 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başında, internet ve biyopolitika yoluyla—Hardt ve Negri’nin tabiri ile— “fabrikalardan topluma taşan” bu emek, günümüzde toplumsal alandan geri evlere dönmektedir. (Federici, 2014 içinde) Bu gelişmede bilgisayar teknolojilerinin ve internetin sağladığı kolaylıklar ve olanaklar ve maliyetlerini dışsallaştırmak isteyen kaptialistlerin bu fırsatları değerlendirmesi önemli rol oynar. Son yıllarda Covid 19 pandemisi nedeni ile alınan tedbirlerin de bu dönüşümün katalizörü olma konusunda neredeyse başrole soyunduğunu söyleyebiliriz: “Hayat eve sığar”. Sonuç olarak yeniden üretken ev işi nasıl görünmez idiyse, evden yapılan, kısmi zamanlı, güvencesiz işler de benzer şekilde gittikçe daha görünmez hale gelmekte ve daha çok sömürülmektedir.
Bakım veren emeğin ve emeğin ev kadınılaşan diğer vehçelerinin sömürülmesi, geleneksel eril işlerin sömürülmesinden daha da vahim anlamlar içerir: Geleneksel ücretli emek mekaniktir ve saatlerle tanımlıdır. Sömürülmesi artı emek zamanının zorunlu emek zamanına oranının yüksek tutulmasına bağlıdır. Geleneksel emeğin sömürülmesinin bir yolu işgününün uzatılmasıyken bir yolu da emeğin yoğunlaştırılmasıdır. Emeğin eve dönmesi ve esnekleşmesi zaten işgününü uzatmanın çok da özenle kamufle edilmemiş bir yoludur. Artık emekçiler fabrikada değil, internet başında gözetlenip yönetilmektedir. Zorunlu emek zamanının kısalması ve bu anlamda yoğunlaşması öncelikle teknolojik ilerleme ile ilişkili olarak düşünülse de, “emeğin yoğunlaşması” ifadesi emek sömürüsünü yoğunlaştırmanın olası farklı yollarını da akla getirmektedir. Bunların başında işçinin daha yoğun bir şekilde çalışması, bunun için daha çok motive olması, benliğini, varını yoğunu ortaya koyması gelir.
Bunun paradigmatik örneği yukarıda da anlatıldığı gibi, anne sevgisi, anne emeği, anne vericiliğidir. Bu gerçeği en özlü biçimde Tolstoy’un baş eserlerinden Anna Karenina’da ana kahramanın ağzından duyarız. Anna Karenina nedense evlat edindiği kıza bakım verirken kendinde bulduğu enerjiyi, Vronski’den olan çocuğuna bakım vermesi gerektiğinde bulamadığını itiraf ederken şöyle der: “Enerji sevgiden gelir.”
Böyle bir motivasyonun kapitalistin radarına girmesi, metalaşması ve yabancılaşması son derece ürkütücüdür. “Her gözeneğinden kan sızan” doyumsuz canavarımız, bugün bireylerin (ve özellikle kadınların) duygulanımsal güçlerini de gasp etmek arzusundadır.
Bu yazıda sorduğum ikinci soruyu—“bakım verme ve ekmek kazanma arasındaki hiyerarşik ilişkinin sorgulanmasını—bir sonraki yazımda ele alacağım.
Kaynakça:
Federici, S (2014) Duygulanımsal Emek Üzerine. Bilişsel Kapitalizm içinde. Ed: Michael A. Peters ve Ergin Bulut Nota Bene, ss. 115-136.
Held, V. (2018). Philosophy, Feminism, and Care. Proceedings and Addresses of the American Philosophical Association, 92, 133–157. http://www.jstor.org/stable/26622970
Luxembourg, R. (1913) The Accumulation of Capital. İng’ye çev: Agnes Schwarzchild.
https://www.marxists.org/archive/luxemburg/1913/accumulation-capital/index.htm
Noddings, N. (1998). Perspectives from Feminist Philosophy. Educational Researcher, 27(5), 17–18. https://doi.org/10.2307/1176736
Whitehead, A.N. (1941) Autobiographical Notes. Alfred North Whitehead’in Felsefesi içinde. Ed: Paul Arthur Scilpp. Northwestern University P.