Liyakatsizlik ve Sosyolojik Körlüğün Doğal Sonucu: Yozlaşma ve Çöküntü
Sosyal bir varlık olan insan, içinde bulunduğu toplumun genel kanaatlerini paylaşarak kişiliğini ve karakterini inşa eder. Bu bilinç hali, yani, geniş bir eksende yer alan ve zamanla benimsenip savunulan ve davranış biçimi haline gelerek hayatın anlamlandırılmasının referansı olan öğrenilmiş değer yargıları, aynı zamanda siyasal ve toplumsal olanın genel hatlarını ve çerçevesini de belirler. Bu çerçeve içerisindeki siyasetin ve tarihin doğal seyrinin bilinçli ve/veya bilinçsiz olarak bir iktidar ilişkisine tekabül ettiğini söylemek yanlış olmaz. Ancak her türden iletişimin içerinde olmasına karşın bu iktidar ve güç ilişkisi yönetsel süreçler dışında, özellikle kişisel ilişki veya iletişimlerden toplumsal olana dek uzanan günlük hayatın içerisinde pek idrak edilmez.
İdrak edilmeyen ancak günlük ilişkilerde icra edilip hayata geçirilen bu ilişki ve iletişim durumunun vesile olduğu sonuçların, yani, siyasal, iktisadî, ideolojik, sosyal, kültürel veya psikolojik etmenlerin üstesinden gelmek kişisel düzeyde daha kolaydır. Hatta, kolay olduğu kadar sonuçlarının da, tam anlamıyla olmasa da, kişiyle sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Oysaki, siyasal ve toplumsal kimliklerde oluşturduğu tahribatın kurumsal oluşumlar üzerindeki sonuçları beklenenden ya da düşünülenden daha keskindir; bu nedenle de düzeltilmesi de bir o kadar zordur.
Niteliğin, niceliğin gerisinde kalmasına bağlı olarak gelişen ve kişiselden toplumsal ve kurumsal olana dek birçok düzeyde kendini belli eden sosyolojik körlüğün anlaşılması ve giderilmesini zorlu kılan iki unsurun olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle, ilk olarak sosyal bir varlık olan insanın, içinde bulunduğu toplumsal aidiyet, anlayış, yaklaşım veya hayatı algılama tarzını, "normallik" adı altında kurumsal olanın kimliğiyle özdeşleştirmesi bulunmaktadır. Özellikle, her dönemin kendi bağlamıyla özdeşleştiğini ve muhafazakârlaştığını unutmadan, geleneksel toplumsal kültürün düşünsel değer yargılarının aşılamadığı ancak değişim ve gelişimin giyim, tüketim, yaşam alanı gibi hususlarla özdeşleştiği toplumsal kesimlerde açıkça görünmektedir. Her şeyden önemlisi toplumsal olarak yeniden üretilen değer yargılarıyla kurumsal kimlik arasındaki özdeşlik, bulunulan statüden bağımsız olarak bilgi, nitelik, öngörü yoksunu olan(ın)ların kişilik ve karakterindeki yoksunluk ve psikolojik tatminsizlik duygusu, kamu gücünün kullanımıyla doyumlanarak telafi edilmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla, kamu gücünün soyutluğu ve kamu çıkarının ardına gizlenen ve kamu adına yerine getirildiği belirtilen hizmet, aleni olarak kamudan ziyade yaşanılan ve yaşatılmak istenen bakış açısının bir zırhı haline gelmektedir. Burada, bunun bilinçli veya bilinçsiz olmasının hiçbir önemi olmaksızın, kamu gücünün; yoksunluğu hatta hiçliği perdelemeye yönelik olarak kullanılması hem toplumsal ve kurumsal yozlaşmaya hem de bu yozlaşmaya bağlı toplumsal ve kurumsal çöküntüye davetiye çıkarmaktadır.
Toplumsal ve kurumsal yozlaşma ve hiçleşmenin bir diğer gerekçesinin, siyasal ve/veya toplumsal örgütlerin (genel de sivil toplum kuruluşları olarak ifade edilen) siyasal veya ideolojik olarak topluma göre konumunun belirleyici olduğunu belirtebiliriz. Siyasal/toplumsal örgütsel yapılar, belirli bir çıkar doğrultusunda örgütlenmiş, belirli bir düşünsel yaklaşım doğrultusunda bu düşünsel yaklaşımı benimseyenleri ya da sempati duyanları konsolide ederek varlık göstermektedir. Aslında durumun sorun haline getiren de tam da burasıdır. Çünkü, güç yoğunlaşmasına bağlı olarak iktidarı koruma ve sürdürme adına, otorite ile otoriteyi besleyen kitle arasındaki düşünsel akış ne kadar yakınsa ve kurulan bağ ne derece de bu yakınlığı koruyup sürdürmeye elverişli ise kurumsal düzeyde yozlaşma ve çöküşün de o derece de kaçınılmazlaştığını söyleyebiliriz. Bu nedenle uzun vadede kişisellikten toplumsala ulaşan ve yabancılaşmayı belirginleştiren bir muhafazakarlaşmaya vesile olunmaktadır. Diğer yandan toplumsal döngüden ne derece uzaksa o derece de liyakatsizliğin, bilgisizliğin ve kayırmacılığın gelişiminin teşvik edildiğini ve kabul duygusunu güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Zamanla benimsenip kültürleşen bu duygu veya hissiyatın bataklığa dönüşmesi veyahut kangren halini almasının en can alıcı olan yönü ise, egemen siyasal kültüre göre değişiklik göstermekle birlikte, her düzeyde öne çıkabilen "iyinin alternatifsiz temsilcisi" olma güdüsüdür. Kendisinden ziyade öteki olarak konumlandırdığı karşıtını yaftalayarak ya da sadece onun varlığını tartışma konusu ederek varlığa paye biçilmektedir. Şöyle ki, her ideolojik veya toplumsal görüş kendi yaklaşımının toplumun geneli için ideal olanı temsil ettiği iddiasını taşır. Oysaki bu iddia durumu, başlı başına bir handikaptır. Çünkü, ilk olarak toplumun durağan bir şey olmaması nedeniyledir. İkincisi ise, daha ziyade siyasal oluşumların kendi varlıklarıdır. Başka bir ifadeyle genel anlamda kültürleşmiş/muhafazakarlaşmış düşünsel değer yargıları tedavülden kalkmış ya da etkisini yitirmiş olmasına rağmen siyasal oluşumlar ve dolayısıyla siyasal aktörler toplumu kendi perspektiflerinden okumaya ve değerlendirmeye devam etmektedir. Aynı zamanda, kendi bünyesindeki muhafazakârlığı "iyi olmakla, tartışmasızlıkla ya da alternatifinin olmamasıyla" kamufle ederek siyasal alanda varlık gösterilmektedir.
Türk siyasal hayatı içinde siyasal ve toplumsal koşulların siyasal kültürle birlikteliği, zihniyetin niteliği yerine kılık-kıyafete, görüntüye, söyleme, içselleştirilmeyen fakat öyleymiş gibi sunulana odaklı olmuştur. Öz itibariyle, başta kişinin kendisi olmak üzere toplumun her bir katmanında farklılaşmış derecelerde çöküntüye sebebiyet veren bu durum kurumsalı da köhneleşmeye itmektedir. Nitelik, bilgi, liyakat ve her şeyden önemlisi eleştirel düşünce ve değer yargısına sahip kişi(ler) yetiştiril(e)mediği sürece kurumsal olanın karşılığı içi boşaltılmış bir yozluk deposu olmaya devam edeceğidir. Çünkü, kurumlar kişilerle kimlik kazanır ve bu kimlik onların nitelik, birikim, hayat algıları ve davranışlarıyla somutlaşır. Bu nedenle kurumlar yozlaşıyorsa veyahut çöküyorsa, bu kurumların kendi başına özne olmaması ya da varlık gösterememesinden değil, mutlaka ama mutlaka ardında vaktinin gerisinde kalmış bir zihniyetin izi vardır. Başka bir ifadeyle, tabiri caizse, garp gibi görünen şark kurnazlığının hükmü altında; altı şişhane üstü kaval misali beyhude bir çaba söz konusudur. Çünkü, fikri gelişimin olmadığı yerde, tartışmasız gerçekleşen tek şey, tüm tarafların bir şekilde parçası olduğu "boğazına kadar pisliğe batmış" bir zihniyetin kendini yeniden üretmesidir…