Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak
İTİRAFLAR: “İnsan” olarak J. J. Rousseau’yu tanımak
Yunus Emre’nin şiirinin şu çok bilinen iki dizesi zihnimde dönüp duruyor uzun bir süredir:
“Beni bende demem bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri”
‘Kişinin kendini tanıması, anlaması, anlatması ne kadar zor olabilir ki!’ diye işi basitleştirmek, Psikolojik Danışmanlık alanındaki kariyerine bir ömür adamış biri olarak bana yakışmaz elbette! Çünkü bunun, sosyal ortamlarda kendimizi tanıtmak için kullandığımız o çok bilinen birkaç cümle ile yapılamayacak denli karmaşık, çok bileşenli, derin analizler gerektirdiğini, kendi deneyimlerimden biliyorum. Öylesine zor, sancılı bir süreçle 7-8 aylık yoğun bir ‘öz terapi’ süreci yaşayarak kendimi tanıdığımı, anladığımı sadece düşünerek değil, bunu hissederek kabul ettiğim ve anlatmaya karar verdiğim kitabım yayınlandıktan sonra başkalarının benzer deneyimlerini bu gözle incelemek istedim.
Öz Terapi (1) kitabımın bana kazandırdığı iç görüyle, benzer süreçleri içerdiğini düşündüğüm kitapları - bazılarını yeniden, bazılarını ilk kez- bu merak ve ilgiyle okumaya başladım. İşte bu süreçte okuduğum Jean-Jacques Rousseau’nun İtiraflar (2) kitabı beni, ‘insanı anlamak’ konusunda yeniden düşündürdü uzunca bir süre. “Kendini anlattığını düşünen yazar, acaba kendini tanıyor mu?” diye düşünmeden edemedim. Üstelik bu soruyu, bu amaçla on iki kitap halinde, 800 sayfalık “İtiraflar” kitabının yazarı Rousseau’ya değil, 600 sayfalık “Öz Terapi” kitabını yazan kendime de sordum.
Elbette bu yazı, kendini Rousseau ile kıyaslamak niyeti taşıyan bir ‘ukalalık’ ya da ‘hadsizlik’ yazısı değil; insanı anlamaya yönelik bir disiplin olarak Psikolojik Danışma alanında yaptığım 40 yıllık kariyerin bana verdiği yetki ile kaleme alınmış bir değerlendirme yazısı. Ancak yine de, kendisini yaşama sanatında ve yazarlık sanatında henüz ‘çırak’ olarak kabul eden bir psikolojik danışmanın yazdığı ‘deneme yazısı’ olarak okunması dileğimi vurgulamak isterim.
Jean-Jacques Rousseau (1712-1778)
Jean-Jacques Rousseau (doğumu; 28 Haziran 1712 Cenevre - ölümü; 2 Temmuz 1778 Fransa), Cenevreli filozof ve yazar. İnsanlık tarihinde çığır açan ‘Aydınlanma’ düşüncesinin en önemli isimlerinden. Öyle ki, siyasi fikirleri, Fransız Devrimi'ni etkilemiştir. Düşünceleri özellikle, devrimden sonra kurulan yeni devletin kalkınmasında, toplumun sosyal yapısında ve eğitim sisteminde etkili olmuştur.[3]
Kuşkusuz ki Rousseau, hem kendi dönemini hem de sonraki dönemleri etkileyen, günümüzden geleceğe uzanan süreçte üzerinde çalışılacak önemli bir düşünür. Siyasi, felsefi, eğitsel ve kültürel alanlarda yazdığı birçok denemeler, otobiyografi, roman, şiir ve tiyatro eserleri olmak üzere pek çok yapıt ortaya koyan, ayrıca müzikle de uğraşarak bir nota sistemi geliştirmeyi deneyen, opera ve müzik eserleri yazıp besteleyen, bitki bilimine olan merakı ile botanikte kullanılan terimler sözlüğü hazırlayan çok yönlü bir sanatçı.
Öğrencilik yıllarımdan başlayarak onun hakkında, ilgili derslerde geçen bilgilerle oluşturduğum algı ve gençlik yıllarımda okuduğum birkaç kitabına dayalı olarak bendeki imgesinin yarattığı bir beklenti ile okudum “İtiraflar” kitabını. Bu kitapla onu, kendi gözünden, kendi benlik algısına dayalı olarak tanıyıp anlamaya çalıştım. Ve peşinen söyleyeyim; çok şaşırdım!.
İtiraflar
Jean-Jacques Rousseau, kendini ve hayatını anlatan bir kitap yazmayı, Saint Augustin (M.S. 345-430)’in İtiraf’larından esinlenerek 45 yaşlarında düşünmeye başlamış. Ancak 51 yaşında başlayarak, kesintilerle on yılı kapsayan bir sürede tamamlayabilmiş. Çocukluğundan itibaren yaşadıklarını dönem dönem yazarak her biri 50-60 ya da 90-100 sayfa arası tutan 12 kitap halinde kaleme aldığı İtiraflarının ölümünden sonra yayınlanmasını teminat altına almış ve öyle de olmuş. Öncelikle bu nokta bana ilginç geldi ve düşündüm; kendi yazdıkları ile ‘yargılanmaktan’, bir diğer ifade ile onu tanıyanların yazdıklarına gösterebilecekleri tepkilerden çekindiği için mi bunu istemiş?. Kendini savunmak zorunda kalmaktan kaygı duyduğu için mi? Kendilik algısı ile başkalarının onu nasıl algıladığına ilişkin bir ‘gerçeklik testi’ ile yüzleşmekten kaçındığı için mi?..
Rousseau, itiraflarını yazarken sıklıkla, her şeyi olanca açıklığı iler dile getirdiğini ve olduğu gibi görünmeye çalıştığını ifade ederek;
“Gerek rezil ve sefil olduğum, gerekse asil ve iyiliksever olduğum zamanları tüm içtenliğimle gözler önüne serdim” der. Böyle demesine der de, bir okuyucu olarak bence, ‘rezil ve sefil’ olarak nitelenebilecek pek çok davranışında, kendince gerekçeler ileri sürerek haklılığını kanıtlamak istercesine savunmalar içine girer. Böyle nitelenebilecek davranışlarını önemsiz gösterme, pek üzerinde durmama çabası hissedilir. Ya da şöyle diyelim; ben böyle hissettim. Aşağıda özellikle beni şaşırtan ve kişiliğinde oldukça çelişkili, tutarsız görünen yönleri üzerinde durmaya çalışacağım.
Tekrar etmek isterim ; elbette amacım Rousseau’yu yargılamak değil (ne haddime!), sadece bir psikolojik danışman olarak onu ve onun kişiliğinde ‘insan’ı anlama çabası..
Beklentiler ve Gerçekler
Bir insanı tanımak üzere, onun kendini anlattığı bir kitabı okumaya başlarken ve bu sizin için adını ilk kez duyduğunuz biri değilse; daha önceden onunla ilgili zihninizdeki algılara bağlı olarak, açıkça farkında olmasanız da, o kişiyle ilgili belli belirsiz ‘beklentiler’ ile okumaya hazırlanıyorsunuz. Kısacası bir ‘önyargı’ ile başlıyorsunuz!
Elbette benim için de böyle olduğunun farkındayım: J. J. Rousseau, çağları etkilemiş önemli bir düşünür, büyük filozof, 18. Yüzyılda yaşamasına karşın günümüze ulaşan eserleri ve düşünceleri ile yüzyıllara damga vurmuş bir isim!
İşte böyle beklentiler ile okumaya başladığım “İtiraflar” kitabı, bende onu bir insan olarak tanıyıp anlamaya çalışırken karşılaştığım özellikleri; zihnimde var olan algı ile taban tabana zıt yönleri ile beni tam anlamıyla sarstı!. Kah hayal kırıklığına uğradım, kah şaşırdım.. Zaman zaman kızdım, zaman zaman onun için üzüldüm. Sonra kendi tepkilerime bakıp bir psikolojik danışman olarak onu, bir ‘danışan’ gibi ‘koşulsuz’ kabullenemediğimi hissettim. Çünkü okuduklarım ve onun ile ilgili öğrendiklerim; onun sadece bendeki değil, tüm insanlığın kollektif algısına dayalı olan beklentilerimiz ile çelişiyordu. Bu yüzden 800 sayfalık kitabı okuma sürecini birkaç haftada tamamlayınca, en az bir o kadar süreyi de ona ilişkin düşüncelerimi ve duygularımı gözden geçirmek, anlamak ve hissettiğim bu çelişkileri analiz etmek için geçirdim.
Duygu-Düşünce-Eylem Arasındaki Tutarsızlıklar
Psikolojik sağlık alanında çalışan profesyoneller olarak her insanın duyguları, düşünceleri ve eylemleri arasındaki tutarlılığı “bağdaşım içinde olmak” olarak tanımlarız ve bize göre bu durum ruh sağlığının yerinde olmasının bir ölçütüdür. Zaman zaman bazı çelişkiler ortaya çıksa da bunların kısa süreli, geçici ya da önemsiz durumlara özgü olmasını bekleriz. İnsanın bu üç boyutu (duygu-düşünce-davranış) arasındaki çelişkileri arttıkça, gerçeklerden uzaklaştığı, uyum ve denge halinin bozulduğu kabul edilir.
İşte J. J. Rousseau’nun itiraflarını okurken gördüğüm tutarsızlıkların bazılarını şöyle saptayabilirim:
“İnsanlar arasında yaratılıştan kendini benim kadar az beğenen bir kişi yoktur sanıyorum” ifadesi ile bu çelişkili durumu kendine de itiraf eder.
Ancak onunla ilgili şu itiraflarda bulunur:
“Önce kafasını geliştirmek istedim. Çabam boşa gitti. Kafası anadan nasıl doğduysa öyle, içine kültür ve eğitim girmiyor”.
Bu ifadelerin ardından da Therese’nin doğru dürüst okuma-yazma bilmediğini, kendini sözel olarak iyi ifade etmekten uzak olduğunu, sayı saymayı, saat okumayı, para hesabını vb şeyleri asla beceremediğini söyler. Hatta ‘dar kafalı’ ve ‘alık’ gibi nitelemeler kullanır. Bu özelliklerinden dolayı onunla birlikte herkesin içine çıkmaktan utanç duyar. Hatta ona aşık olmadığını da kendine itiraf eder ama kendisine saf bir sevgi ve iyi niyetle bağlı olan bu kadınla birlikte yaşamayı sürdürür. Onun yanında kendini ‘olduğu gibi’ hisseder, huzur duyar. Ancak, bu kadınla resmen evlenmez, yirmi dört yıl birlikte yaşadıktan sonra, artık yaşlandığı ve sağlığının bozulduğu zaman onunla resmi nikah yapar. Böylece kendi geleceğini ve kendisi öldükten sonra onun geleceğini güvence altına almak ister.
“Kararımı, en küçük bir iç tedirginliği duymaksızın güle eğlene verdim ve yenmek zorunda kaldığım tek tedirginlik, kendisine şerefini kurtarmanın bu tek çaresini kabul ettirmekte dünyanın bütün güçlüklerini çektiğim Therese’nin tedirginliği oldu.”
Ertesi yıl, yine ‘aynı terslik ve aynı çare’ kendi deyimiyle; “Benim tarafımdan daha çok düşünülmeksizin, anne tarafından daha çok onanmaksızın; inleye inleye boyun eğdi.”
Rousseau’nun, birlikte yaşadığı Therese’den üç çocuğu daha olur ve onların da kaderi değişmez. Onlarla asla ilişki kurmaz ve izlerini sürmez. Daha sonra bu davranışından, soylu kişiler arasında duyulması ve kendisine karşı ‘düşmanlarınca’ bir koz olarak kullanılması nedeniyle, rahatsızlık duyar. Kitapta kendince haklılığını savunucu gerekçeler ileri sürer durur: Kendi yanında olsa çocuklarının ‘olumsuz’ etkilenebileceği, yetiştirme yurdunda daha sağlam bir karakter geliştirmiş olabilecekleri vb.
Kuşkusuz bu tutumun insan ahlakı açısından tartışmaya açık bir tutum olması yanı sıra, durumu daha da çarpıcı hale getiren bir gerçek; öz çocuklarını ret ederek ‘çocuk yetiştirme ve eğitme’ sorumluluğunu üzerine almayan Rousseau’nun, daha sonraki dönemlerinde ‘Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine’ isimli bir kitap yazmış olmasıdır(4). Bir çocuğun doğumdan itibaren nasıl yetiştirilmesi konusundaki fikirleriyle “doğaya dayalı eğitim anlayışı” olarak nitelenen bu yapıtı onun en ünlü çalışmalarından biri olmuştur. Çağında ve günümüzde pek çok eğitim modelini etkilemiş olan bu kitabıyla Rousseau, kendi yaşamı ve yaptıkları ile değil, ‘düşünceleri’ ile insanları etkileme çabasını sürdürmüştür. ‘Ahlak Prensipleri Mektupları’ gibi denemeler yazması da bu konuda bir başka örnek olabilir.
Birlikte yaşadığı halde ömrünün son yıllarına dek resmi nikah yapmadığı Therese, onun ihtiyaçlarını karşılayan, onu seven saf ve temiz kalpli bir kadındır sadece. Ona aşık değildir. Üstelik toplum içinde yaşayan her insana doğal haklar sağlanması gereğini, birlikte yaşayan insanların tabi olacakları kurallar/yasalar üzerinde söz sahibi olmasını savunan, insanlar arasındaki eşitliği ve adaleti savunan ve bu konuda yazdığı “Toplum Sözleşmesi” kitabıyla (5 ) insanlık tarihinde çığır açan bu düşünürün; birlikte yaşadığı kadına, kendi çocuklarını yetiştirme konusunda bile söz hakkı vermemiş olması; savunduğu düşünceler ile eylemi arasındaki tutarsızlık son derece çarpıcıdır kuşkusuz..
Rousseau, Therese ile ilişkisi öncesinde ve onunla birlikte yaşarken de kendinden büyük ve soylu kadınlara ilgi duyar, onlarla gerçek ya da hayali aşklar yaşar. İlk cinsel deneyimini de onu koruyucu olarak yanına alan Madam Warens ile gerçekleştirir. Ona tutku ile bağlıdır ancak ona duyduğu ilgi ve ihtiyaçta bir ‘sevgili’den çok fazlası vardır. Bu nedenle Madam Warens’in isteği ile aralarında cinsel ilişki başladığında bu konuda şu ifadeyi kullanır:
“Bilmem hangi yenilmez hüzün onun büyüsünü zehirliyordu. Sanki bir mahrem zinası yapmış gibiydim.”
Yaşamında en derin duyguları hissettiği madam Warens ile ilişkileri, ‘aşktan farklı’ bir bağlılıktır ona göre. Yaşadığı tek aşk olarak, evliyken aynı zamanda bir başkasının metresi olan bir kontese yönelik duyduğu duyguları tanımlar. Aralarında fiziki bir yakınlaşmadan çok duygusal ve tek taraflı bir ilişkidir yaşadığı. Çünkü kontes, kocasına bağlı ve metresi olduğu sevgilisine aşıktır zaten. Üstelik bu sevgili de Rousseau’nun hayranlık duyduğu bir arkadaştır. Bu yüzden hüsrana mahkumdur bu ilişki.
Gerçek yaşamdaki hayal kırıklıklarına karşın Rousseau, hayali bir aşk romanı yazar (Julie ya da yeni Heloise-1761). Bu romanı o kadar beğenilir ve o denli gerçekçi bulunur ki soylu kadınlar bu roman kahramanı ile tanıştırması için baskı yaparlar Rousseau’ya.
*Bir psikolojik danışman gözüyle, yazarını tanımaya çalıştığım ‘İtiraflar’ kitabında en çok sorguladığım yönlerden biri de Rousseau’nun ‘kuşkuculuğu’ oldu. Çevresindeki kişilerden sürekli olarak kuşkulanan yazarın, komplo teorileri zihnini fazlasıyla meşgul ediyor ve giderek bunlara inanıyor. Tüm dostları ile bir süre sonra çatışma yaşıyor ve onları ‘düşman’ ilan ediyor. Çağının önemli isimleri Diderot, Voltaire, Grimm ve David Hume bu konuda en çarpıcı örnekler olarak sayılabilir. Öyle ki gerçek ya da düşsel düşmanlarının komplolarından korkarak ve onlara karşı kendini savunmaya kararlı ve hazır olan bir tedirginlik içinde yaşamını sürdürüyor. Çevresini sardığına inandığı bu düşmanlarına yönelik öfkesi, kızgınlığı, kaygıları yazdıklarına yansır. Sıklıkla kendini savunmak için mektuplar ve denemeler yazmak zorunda hisseder. İtiraflarının da düşmanlarının eline geçeceğinden korkan Rousseau, giderek paranoya derecesine varan bu korkuları ile hayatı kendine zindan eder.
Yaşam Rolleri ve Rousseau
Kuşkusuz ki Rousseaau’nun yaşamı boyunca yaşadığı travmalar (gerçi birçoğunu o bu şekilde nitelemese de) ile kişiliğin şekillenmesi arasındaki ilişkiler psikoloji alanındaki kuramlar bağlamında irdelenerek zengin yorumlar yapmamıza olanak sağlar. Öyle ki annesinin kendisini doğurduktan dokuz gün sonra ölümünü;
“annemin hayatına mal oldum ve doğumum felaketlerimin ilki oldu..”
“babam, onu elinden alanın ben olduğunu unutmaksızın, bende onu görür gibi oluyordu” vb ifadeler Psikanalitik açıdan (Freud, Adler, Jung gibi kuramcıların geliştirdiği ekollere göre) ya da Bağlanma Kuramına göre incelenebilecek veriler sunar. Bu olayın yarattığı evdeki yas atmosferinin onu bebeklikten itibaren etkisi altına aldığı düşünülebilir. Nitekim onun; “Düşünmeden önce hissetmeye başladım: Bu, insanlığın ortak yazgısıdır. Ama herkesten çok, bu yazgıyı ben fark ettim” ifadesi bize bu ilişkiyi gösteriyor bir bakıma.
İçinde yaşadığı aile atmosferinin, kişiliğin oluşumundaki etkileri ile ortaya koyduğu yaşamı ve itirafları; bir insan olarak yaşamdaki farklı rolleri (eş, baba, arkadaş, yazar, filozof, düşünür vb.) açısından ele alındığında o daha çok hangi yaşam rolünde ‘kendisi’ olmuştur?
…
Sonuç
Sonuç olarak İtiraflar’ı okuyarak Rousseau’yu tanımaya ve anlamaya çalışırken; iç çatışmalardan kurtulamayan, kendi içinde çelişkilerle dolu bir insanın; hayatı boyunca hiçbir yer, hiçbir kişi, hiçbir uğraş, hiçbir inanç sistemi ile güvenli bir ilişki kuramayışının izlerini sürebilirsiniz. Öyle ki Protestanlıktan çıkıp Katolik olması, sonra yine Protestanlığa dönmesi, hiçbir yerde uzun süre yaşamayıp sürekli yer değiştirmesi, uğraş alanlarının; müzikten opera ve tiyatroya, edebiyattan siyasete, doğa ve bitki biliminden çocuk eğitimine kadar çok geniş yelpazesi, kanımca onu, J.J.Rousseau yapan bu huzursuz ruhu görmemizi sağlayan ip uçlarını sergiliyor.
Her ne kadar Rousseau, kitabında “kendimi nasılsam öyle gösterdim..” dese de, insanı anlama sanatı profesyonellerince kabul edilen varsayıma dayalı olarak her insanla ilgili, kim olduğu sorusuna karşılık en az üç tanım yapılabileceği belirtilir:
1) Kendisinin olduğunu sandığı kişi,
2) Başkalarının onun olduğunu sandığı kişi ve
3) Gerçekte olduğu kişi.
Kanımca, belki de hepimizde olduğu gibi, onda da bu üç alan arasında pek örtüşme olmadığı söylenebilir. Düşünceleri eylemleriyle uzlaşmayan, duyguları düşünceleri ile bağdaşmayan, eylemleri savunduğu fikirlere ters düşen J.J. Rousseau’yu anlamaya çalışırken, insanı anlamaya yönelik bilimler açısından pek de yol kat edemediğimizi kabul ediyorum bir kez daha. Onu kolayca suçlamaya hazır yargılayıcı yanım ile onu anlamaya çalışan empatik yanımı uzlaştırmak için başka ne diyebilirim ki!.
B.Y. 29 Nisan 2022, Gazipaşa
Referanslar