Göçmenlere Yönelik Ayrımcılık Ahlaken Sorunlu mudur?
Göçmen karşıtlığı günümüz siyasetinin popüler konularından biri. Önceleri sadece neo-faşist küçük gruplar, partiler ve kanaat önderleri bu işle ilgilenirdi. Ama küresel kapitalizm ve demokrasideki kriz derinleştikçe göçmenler hemen her akımının önce dikkatini, sonra da tepkisini çekmeye başladı. Irkçılığa düşmemek için yabancı karşıtı argümanlara ihtiyatla yaklaşan sosyal demokrat ve sosyalist kesimler bile bu konuda tavır almak zorunda kalıyor. Ülkemiz ise bu meseleyi daha çok sayıları 4 milyona ulaşmış Suriyeli sığınmacılar bakımından tartışıyor. Tabii bahsi geçen tartışma çoğu kez monolog şeklinde. Türkiye dahil hiçbir ülkede göçmenlerin ne istediği tam olarak onlara sorulmuyor. Siyaset göçmenlere ne olacağına göçmen olmayanların karar verdiği araçsal bir zeminde kendini üretmekte.
Güncel durumu göz ardı etmeden, hatta onu parantez içine alarak göçmen tartışmasının arasındaki kadim mesele üzerine yazmak istiyorum. Gelin ayrımcılık üzerine konuşalım. Ayrımcılığı dil, etnik köken, din, mezhep, cinsel tercih ve siyasi yönelim nedeniyle eşitlik ilkesinin geçici veya sistematik bir şekilde ihlal edilmesi olarak tanımlıyorum. Ayrımcılığın neden gerekli olduğu, toplumsal ilişkilerdeki rolü ve ahlaki niteliği gibi soru/sorunların ilk muhtemel yanıtı özel alan-kamusal alan ayrımında gizlidir. Ayrımcılık gereklidir. Çünkü özel alan ayrımcılık olmadan varlığını koruyamaz. Evimize kimlerin geleceğine veya kimlerle iletişim kuracağımıza tek taraflı ve keyfi bir şekilde biz karar veririz. Özel alan bireyseldir. Bu nedenle kamuya açık değildir. Özel alanda kimse diğer insanlara karşı eşit ve tarafsız bir şekilde davranmaya zorlanamaz. Bu özel alan meselesi vatan ve vatandaşlık için ayrıca önemlidir. Çünkü siyasal psikolojik tahayyül dünyasında vatan genelde eve benzetilir. Bu nedenle yabancı hoş karşılanmaz.
Özel mülkiyet olmasaydı kamusal alan özel alanın keyfiliğine karşı eşitliğin ve tarafsızlığın alanıdır diyebilirdik. Ama özel mülkiyet diye bir şey var. Bu nedenle özel alanın tekliğine karşı kamusal alanda ikilik söz konusu. Kamusal alan aynı anda devlet ve sivil topluma ev sahipliği yapıyor. Bizim anayasamızda da yazdığı üzere devlet vatandaşları arasında ayrım yapamaz. Eşitlik vatandaşlık hukukunun temelidir. Ayrıca devlet demokratikse ayrımcılık yasağı ve eşitlik gereksimi daha önemli hale gelir. Çünkü demokrasi son kertede eşitlik mücadelesidir. Ancak devlet ayrımcılık yapmaz, her zaman eşitliğe dayanır ilkesinin olgularla bağdaşmadığını hepimiz biliyoruz. Çünkü dünya devleti diye bir şey yok. Göçmenlik sorununun temel nedeni de bu. İnsanlık 200 devlet arasında paylaşılmış durumda. Her devlet kendi politik kuruluşunu ayrıma dayandırıyor. Tüm devletler bakımından ortak olan şey vatandaş ile yabancı arasında yapılan bu ayrımdır. Kosmopolis, yani dünya devleti kurulana kadar ayrımcılık ve dolayısıyla eşitsizlik devam edecek.
Peki, yabancıya vatandaşı karşısında eşit davranmayan devletin yaptığı bu ayrımcılığın bir sınırı var mı? Devlet siyasi toplum, vatandaşlıkta o devletin üyesi olmak, yani siyasi hak ve ödevlerle ilgili bir mesele olduğu için yabancıların siyasi haklardan yararlanmaması doğal. Bu nedenle bir yabancının vatandaşlığa kabulü siyasi toplum için hayati bir konu. Sonuç olarak vatandaşlık kazanma koşulları üzerinde oybirliği veya geniş bir mutabakat sağlanması gerekiyor. Mesela Türkiye’deki Suriyeliler Türk vatandaşlığına alınacaksa bu işlemin hangi koşullarda yapılacağı hususu açık bir şekilde tartışılmalı. Vatandaşlığa alınan kişilerin resmi gazetede ilanı da aleniyet açısından çok önemli. İnsanlar aralarına katılan yeni eşitlerin kimler olduğunu bilmeli. Toplum vatandaşlığın yabancılara açılmasına karşı değilse şüphesiz ki isteyen yabancılar vatandaşlığa başvurup siyasi bir özneye dönüşebilir. Ancak bu yol kapalı veya çok kısıtlıysa yabancıların siyasi haklar dışındaki tüm haklardan yararlanan insanlar olduğunu kabul etmek ve onlara apolitik insan hakları koşullarında muamele etmek en adil davranış tarzına karşılık gelmekte. Özetle vatandaşın sivil ve siyasi hakları, yabancıların ise sadece sivil hakları olabilir.
Bu noktada tartışmayı biraz daha derinleştirebiliriz. Siyasi toplumun üyesi olmayan ama insan olmak bakımından sivil toplumun doğal bir parçası olan yabancıya devlet ne kadar zor kullanabilir? Mesela yabancılar zorla ülkeden gönderilebilir mi? Ülkedeki göçmenlerin dilini kullanması, dinini yaşaması, mülkiyet edinmesi veya düşünce hürriyetinden yararlanması engellenebilir mi? Önce zorla gönderme meselesine değinelim. Türkiye’deki Suriyeliler için de yoğun bir şekilde tartışılıyor bu konu. Yabancıların siyasi haklarının olmadığını, ama sivil haklara sahip olduğunu söylemiştik. En önemli sivil hak şüphesiz ki yaşama hakkı. Herkes yaşama hakkına sahip. Bir yabancıyı ülkenizden göndermek istediğinizde bakacağınız en önemli kriter de bu. Göçmen veya mülteci ülkeden sınır dışı edildiğinde, kendi ülkesinde hayatı veya ailesinin hayatı tehlikeye girer mi? Afganları ülkesine gönderdiğinizde Taliban onlara nasıl davranır? Suriyelileri Esad’a teslim ettiğinizde mülteciler kaçtıkları rejim tarafından öldürülürler mi? Açık olan husus şu. Suriye hükümetinin Türkiye’ye zamanında gelmiş mültecileri öldürme ihtimali varsa Suriyelilerin gönderilmesi büyük bir insanlık trajedisini beraberinde getirecektir.
Yaşama hakkı özelindeki nazik durum bir kenara bırakıldığında göçmen ile sığındığı devlet arasındaki ilişkinin bir hayli asimetrik bir içeriğe sahip olduğu görülmektedir. Çünkü devlet güvencesi ve vatandaşlık hakları olmaksızın insan hakları pratik değerden yoksundur. Bu durum göçmenlerin sahip olduğu hakların kullanımı noktasında siyasi toplumun yönlendirme ve müdahale etme gücünü arttırmakta. Devlet ülkedeki yabancılardan yüksek düzeyde uyum talep edebilir. Kimseden dilini, dinini, etnik kökenini reddetmesini veya gizlemesini istemeyeyiz elbette. Ama vatandaşlar siyasi toplumun sivil asimilasyon tekniklerine maruz kalabilir. Kamusal kaynakların sadece anayasada yazan resmi dile aktarılması ve kamusal işlerde bu dilin kullanılması üzerinde durulması gereken temel hususlardan biri.
Peki, bu işin kesin çözümü var mı? İşin aslı, bütün devletler göçmen baskısı altında. Onları yok sayamıyorsunuz, ancak göçmeni veya mülteciyi vatandaşına eş görüp ülke sınırlarını yabancılara tümüyle açan bir ülke de yok. İnsanlık kendini arıyor. Kaybettiği geleceği.
Armağan Öztürk