ELEŞTİREL DÜŞÜNCE AÇISINDAN İSLAM KÜLTÜRÜ
Bilgikuramsal (epistemolojik) açıdan bilişsel süreçlerimizi irdelediğimizde, sanmak, inanmak, tahmin etmek, kuşku duymak ve bilmek gibi farklı bilinç düzeyleriyle karşılaşmak olasıdır. Sanılarımız ve tahminlerimiz genelde değişime açıktır; çünkü içlerinde bir parça kuşku barındırlar; ancak inançlarımız ve bilgilerimiz için aynı şeyi söylemek oldukça zordur. Özellikle dogmatik inançlarımız konusunda dirençliyizdir; aynı durum bir şeyi bildiğimizi sandığımızda da ortaya çıkar. Şu halde, söz konusu bilinç düzeylerinin en dinamik olanının kuşku duymak olduğunu söyleyebiliriz. Kuşku duymak, özde eleştirel bakışa, eleştirel bakış ise, bilinçli bir refleksiyona dayanır ve bilinç durumlarımızı, düşüncelerimizi, nesneleştirme becerisini gerektirir. İnsan refleksif düşünürken, düşüncesinin aynı anda hem öznesi hem de nesnesi olur. Düşüncesinin öznesi olur, çünkü onları belli ölçütlere dayanarak analize, eleştiriye ve değerlendirmeye tabi tutar; hatta ölçütlerini bile eleştiri süzgecinden geçirir. Düşüncesi, düşüncesinin nesne olur, çünkü bilinç durumlarına ve düşüncelerine soğuk kanlılıkla yaklaşır, üzerinde düşündüğü şey, kendi bilinç durumlarıdır. Bu bakımdan refleksif bakan insan, kuşku duyuyorsa niçin kuşku duyduğunu, sanıyorsa neden sandığını, tahmin yürütüyorsa, nasıl ve neden tahmin yürüttüğünü, inanıyorsa neden inandığını ve nihayet biliyorsa, neye dayanarak ve nasıl bildiğini biliyor duruma gelir. ‘Ben sanıyorum çünkü …’, ‘ben inanıyorum çünkü …’, ‘ben biliyorum çünkü …’, ‘ben kuşku duyuyorum çünkü …’ ile başlayan gerekçeler sunar. Eğer bilinç durumlarımız ve tutumlarımız konusunda bir nedenimiz ya da gerekçemiz yoksa, ister kuşku duyduğumuzu, ister sandığımızı istersek bildiğimizi söyleyelim, aslında sadece inanıyoruz demektir. Kısaca söylersek, gerekçelere, nedenlere, nasıllara ve hatta niçinlere yer veren refleksiyona dayalı eleştirel düşünmenin olmadığı yerde, sadece dogmatik inançlar vardır; inancalar krallığında yaşıyoruzdur. Daha öteye giderek şunu da ileri sürebiliriz: Refleksif düşünerek nedenlerimizi, nasıllarımızı ve niçinlermizi sorgulamadığımız durumlarda, eleştirel bir düşünce ileri sürsek dahi, sadece inancımızı ve sonuçlarını dile getiriyoruzdur.
Eleştiri geleneği açısından insanlığın durumu nedir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Batı kültürü, Antik Yunandan günümüze uzanan, uzun bir eleştiri geleneğine sahiptir. Aslında mitos’tan logos’a geçişi simgeleyen felsefi düşünce, mitolojilerden kuşku duyulmasıyla başlamış, sofistler, akademia kuşkucuları ve skeptikler bu kuşkucu bakışı bir gelenek haline getirmişlerdir. Ortaçağlarda bu kuşkucu bakış, dinsel düşünce yüzünden belli bir kesintiye uğrasa da, modern felsefenin öncüsü olarak görülen Descartes ile kuşkucu bakışın yeniden merkeze alındığı görülür. Hatta bu sefer kuşkucu bakış, skeptiklerin yaptığı gibi yargıyı askıya almanın değil, yargıda bulunurken temelleri sorgulamanın bir aracı haline gelir. Bu süreç, batı felsefesinde her daim, insanın bilişsel yetilerinin, dilinin, araçlarının, konumunun vb. eleştirisi ile devam etmiştir. Burada Batı kültüründe dogmatik bir düşünmenin hiç bulunmadığını ileri sürmek gibi bir niyetim yok; ama felsefi, bilimsel ve siyasi çevrelerde bir ilke olarak eleştirel düşünce varlığını hala korumaktadır. Bu konuda bir gelenek oluşmuş durumdadır. İslam kültürü açısından baktığımızda -ki bakmak zorundayız- bizim düşün dünyamızda hala o egemendir, eleştirel düşünme ne yazık ki yerli yerine oturmuş gibi gözükmemektedir. Neden böyle düşünüyorum? Gerekçelerimi sizinle paylaşmak ve buradan yola çıkarak eleştirelliğin olmazsa olmazı olan basın özgürlüğü ile son dönemde İslam dünyasında yaşananlara dair yorumlarımı sizinle paylaşmak istiyorum.
İslam kültürünün damgasını vurduğu bizim kültürümüzün erken dönemlerine kabaca baktığımızda, dört unsur ön plana çıkmaktadır.
Birincisi, “Reddiye” geleneğidir.
Bu gelenek, Mutezile ile başlamış, Eş’ariler, Maturidiler ve hatta İslam filozoflarında köklü bir yansıma bulmuştur. Bu reddiyelerin örneği çoktur; sözgelimi er-Redd ala en-Nasara (Hırıstiyanlara Reddiye), er-Red ala el-Mecus (Mecusilere Reddiye), er-Redd ala el-Cehmiyye (Cehmiyeye Reddiye), er-Redd ala el-Galinos (Galen Reddiye) vb.. Bu reddiyler irdelendiğinde, cedeli/diyelaktik bir biçimde, karşı tarafın argümanının mantıksal ve daha çok da dinsizliğe ileten sonuçlarının gösterilmeyi hedeflendiği görülür ve hakikati bulup ortaya çıkarmaktan çok, inanılan gerçekliğin tersi söylemleri yine inanılan birtakım gerekçelerden yola çıkarak bertaraf etmeyi hedefledikleri anlaşılmaktadır.
İkincisi, Reddiye geleneği kadar meşhur bir gelenektir ve “tehâfüt” (tutarsızlık) geleneği diye bilinir. Bu geleneğin mimarı Tehâfüt el-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı yapıtıyla Gazzali’dir ve ona yanıt veren İbn Rüşd’ün Tehâfüt er-Tehâfüt (Tutarsızlığın Tutarsızlığı) adlı yapıtıyla zirvesine ulaşır. Aynı gelenek, Muslihuddin Hocazade’nin Tehafüt el-Felâsife’si, Alaeddin Ali Tusî’nin Kitâb ez-Zuhr veya Tehâfüt el-Felâsife’si, Kemalpaşazade’nin Hocazade’nin eserine yazdığı Haşiye alâ Tehâfüt el-Felâsife’si, Muhyiddin Muhammed Karabaği’nin Ta’lika alâ Tehâfüt el-Felasife’si ve Muhammed Emin Üsküdarî’nin Telhîsu Tehâfüti’l-Hükemâ’sı ile 18. Yüzyıla değin sürmüştür. Reddiye geleneğinin evrilmiş hali olan “tehâfüt” geleneği ya Gazzali örneğinde olduğu gibi düşüncelerin dine uygun olup olmadığını saptamayı ya da İbn Rüşd örneğinde olduğu gibi dine uygun olduğunu göstermeyi hedefler. Bu gelenek de din odaklı bakıştan kurtulamamıştır.
Üçüncüsü, Reddiye ve Tehâfüt geleneklerinin ikisi de sonuç olarak tekfire/dinsizlikle suçlamaya uzanır. İster lehte olunsun ister aleyhte, her iki tarafta birbirini dinsizlikle suçlar. Sözgelimi, Gazzali filozofları dinsizlikle suçlarken, farklı argümanlardan yola çıkan İbn Rüşd de onu dinsizlikle suçlar.
Dördüncüsü, ister filozof ister teolog ister siyasetçi olsun İslam kültüründe daima, temel dayanak dinsel metinler olmuştur. Cehmiyye ret edilirken Kuran kullanıldığı gibi, felsefe reddedilirken de Kuran kullanılmıştır. Daha ileri gidilip, felsefenin meşru olduğu savunulurken de Kuran’a dayanılmıştır. İbn Rüşd’ün felsefe yapmanın meşru olduğunu gösterirken Kuran ayetlerini aktarması oldukça ilginçtir.
Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: İslam kültüründe Reddiyeler ve Tehâfütler dayandıkları zemini eleştiri süzgecinden geçirmeyen, ilk bakışta eleştiri olarak görülseler bile, temellerine inildiğinde dogmatik temelde yapılanan etkinlikler olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Bu hep böyle midir diye isyan ettiğinizi duyar gibiyim?
Elbette değil, haksızlık yapmamak gerekir; İslam kültüründe ‘bir şüphe elli inançtan daha iyidir’ diyen düşünürler de yetişmiştir. Hatta Gazzali, Descartes’tan 5 asır önce el-Munkiz min ed-Dalâl (Sapıklıktan Kurtuluş) adlı yapıtında eleştiriyi bir yöntem olarak kullanmıştır. Evet, bunlar doğrudur; ama bu kuşkular, nereye ulaşmıştır? Gazzali örneğinde bakarsak, duyulara ve akla güvenemeyeceğimiz, hakikati kalp gözü ya da basiretle elde edeceğimiz sonucuna varılmıştır. Kalp gözü ve basiretle ne kastediliyor diye irdelersek, orada da, kutsal metinlerle ya da mistik deneyimlerle karşılaşırız. Yani kuşkucu yöntem bile dogmatizme kapı aralamak için kullanılmış gibi gözükmektedir.
Bunları sizinle niçin paylaşıyorum. Bizde asla dünyevi bir temelde, temelleri de sorgulayan bir eleştirel düşüncenin kökleşemediğini göstermek istedim. Genelde İslam kültürü ve bu kültür içinde yetişen bireyler daima savunmaya odaklı kalmışlar; hakikate sahip olduklarına inanmışlar, diğerlerini eleştirmek yerine onlara reddiye yazmışlardır. Gazzali gibi, kelam disiplinini savunma odaklı olarak gören ve kuşkuyu yöntem olarak kullanan bir düşünür bile, savunmaya ve kuşkudan dogmatizme sığınmıştır. Descartes, ‘kuşku duyuyorum, düşünüyorum, o halde varım’ derken bizdeki kuşkucular, ‘kuşku duyuyorum, hakikati insani yetilerle bulamıyorum o halde hakikat mistik deneyimde ya da kutsal metinlerde saklı’ demektedir, sonucuna ulaşmışlardır. Aynı durumla, kimi farklılıklar olmakla birlikte, Batı karşısında geri kalmışlığın ürünü olarak ortaya çıkan, bu geri kalmışlığı yok etmeye çalışan ve bir tür dinde reform yapmaya yönelen İslam modernistlerinde bile karşılaşılır. Onlar da savunmacıdır; onlar da dogmatiktir.
Belki de hakikat gerçekten dünyevi-sınırlı insani deneyimlerde değil, mistik deneyimlerde ve kutsal geleneklerdedir. Elbette bu olasılık düşünülebilir; ancak mistik deneyim ya da kutsal gelenek diye sunulan şeyler, tarihsel koşullu şeylerse ne diyeceğiz? Sözgelimi Gazzali’nin mistik deneyimini içinde yaşadığı tarihsel koşullardan ayıramıyorsak, ona nasıl hakikat yükleyeceğiz? Ya da Gazzali’nin mistik deneyimine temel olan kutsal gelenek, köle ve cariyeden söz ediyor, erkek kadın üzerine yöneticidir, mirasta kadına yarım erkeğe bir pay vardır vb. diyorsa ne yapacağız? Yapacağımız şey belli, bu deneyimler kimilerinde değişmez, mutlak hakikat kabul edilse de, cesaretle tarihsel ve yereldir diyeceğiz. Ve tarihsel insansal deneyimlere güvenerek, onun yetilerini eleştiri süzgecinden geçirerek daima daha ötesini isteyeceğiz. Tabi geçmiştekilere de şükran duyacağız; onlar olmasaydı biz de olmazdık diye düşüneceğiz.
Yeniden eleştirel düşünce ve İslam kültürüne dönersek, şunu açık kalplilikle ifade etmeliyiz: Sorgulanamaz temellere dayandıklarını düşünenler, mutlak hakikate sahip olduklarına inananlar, eleştirel olamazlar; çünkü refleksif bakamazlar. Sadece reddiye ve tehafüt yazarlar ve dinsizlikle suçlarlar; savunmaya odaklanırlar. Bunlar anılan nedenlerden dolayı demokrat da olmazlar; çünkü demokrasi, deyim yerinde ise, cehalete dayanır; epistemik anlamda mutlak hakikate sahip olduğuna inananlar, ötekine söz hakkı vermek istemezler. Onlara göre, öteki batıldır; hakka çağrılması, gelmiyorlarsa zorlanması ya da yok edilmesi gerekir.
Temelleri sorgulamaya kalkıştığımızda tarihsel koşullu olmayan bir temel bulmak zor. Ama benim önerdiğim temel beşeri, sınırlılıklarının farkında, çok sesli, aldatmacalı değil. Güneş balçıkla sıvanmaz. Öğrenmemiz gereken çok şey var:
İlki, İnandığımız temellerin temellerini sorgulamamız; ikincisi, mutlak bile saysak, mutlak saydığımız öğretilerin zaman, mekan, dil, üretim ilişiklileri ve tarihsel koşullarla sınırlı olduğunu görmemiz; üçüncüsü ve daha da önemlisi, eleştiri kültürünü geliştirmek için bilgi ve değerleri ayırmamız gerekiyor. Ortaya koyduğumuz ürünleri eleştirenleri bizi eleştiriyor gibi algılamaktan vaz geçmemiz bir zorunluluk olarak beliriyor. Eğer böyle yapmıyorsak, sarsılmaz hakikate sahip olduğumuzu düşünüyoruz demektir. Oysa hakikat, belli bir dil, belli bir kültür, belli bir üretim ilişkisi ağı ve belli bir tarih içerisinde nispi olarak ortaya çıkar. Asla mutlak olarak belirmez.
Şu halde ne öneriyorum? İki şey:
Birincisi, her birimiz biriciğiz ama dayandığımız temeller hiç de öyle değil.
İkincisi, hakikat yolcusu olmalıyız; hakikate sahip olduğunu düşünen değil.
Eleştirel düşünenleri, farklı olanları, iktidarı ve uygulamalarını sorgulayanları ötekileştiren, şeytanlaştıran, düşmanlaştıran, hain ilan eden mantık, Reddiyeci ve Tehafütçü mantığın bir uzantısıdır. Bu mantık kendisi gibi düşünmeyeni, cedel yöntemine başvurarak halkı arkasına almak için dinsiz, eşcinsel, gayri milli, hain vb. sayar. İbn Rüşd’ün de dediği gibi, belki de dinsiz sayanların kendileri dinsizdir. Modern terminoloji ile söylersek, belki de hukuksuz sayanların kendileri belki hukuksuzdur. Kim bilir?
Dogmatizmden kurtulup, refleksiyonda bulunmanın, eleştirel düşünmenin, dayandığımız temelleri de eleştiri süzgecinden geçirmenin, eylemlerimizin kime ve neye hizmet ettiğinin refleksif bir biçimde düşünmenin zamanı gelmedi mi? Henüz bu kadar aydınlanamadık mı? İslam dünyasında aydınlanma ateşi yanmayacak mı?
Müslümanlar, nesne olmaktan kurtulup, dünyevi ve koşullu bakan aktif özneler haline ne zaman gelecekler? İçinde yaşadıkları süreci ne zaman eleştirel bir süzgeçten geçirecekler?
Demokrasilerde ve eleştirel düşüncede, mutlak hakikate inanılmadığı için, otoritesi kendinden makul olan âkil, mutlak bilge ve peygambervari yanılmaz insanların bulunamayacağını, aslında başımıza gelen pek çok sorunun kendini mutlak bilge/mutlak otorite sanalar yüzünden geldiğini ne zaman anlayacağız?
Prof. Dr. Hasan Aydın
OMÜ Felsefe Bölümü