BİR HÜZÜN GECESİ
Tarlanın kenarında, bir sağa, bir sola hızlı hızlı ilerleyip duruyordu. Geleni gideni inceliyor, bir şeyler arıyormuş gibi bakınıyordu etrafına.
Yanından geçen her kimse, ya bir küfür savuruyor ya da bağırıp çağırıyordu. Gözü sürekli yoldaydı. Bekliyordu…
Gelmesi gerekti, gelmeliydi, gelecekti…
Gelmeme ihtimalini düşünmek bile yüreğinde nefesini kesen bir düğüm oluşturuyordu. Damlalar kafasında ki sekiz köşe kasket şapkanın altından şakaklarına doğru akmaya başlamıştı bile, çok terliyordu. Şapkasını sıklıkla çıkarıp, Sol elinin işaret parmağıyla alnının terini sıyırıp toprağa doğru damlaları silkeliyordu. Su içmekten karnı davul gibi şişmişti ama yine de içinde ki ateşi söndürmeye yetmiyordu içtiği bütün sular. Bedeninde ki gerilimi durdurmuyordu…
Nerde diyordu, nerde bu hala neden gelmedi…
Bütün işçiler saatler öncesinden gelmiş, çapalarını ellerine almış, uçsuz bucaksız arazide, her biri bir hat da sırasıyla dizilip tarlanın otlarını vurmaya başlamışlardı. Hatta şimdiden hattını başa kadar çıkanlar bile vardı.
Sabah saatleri olmasına rağmen ortalıkta kavurucu bir sıcak yeri göğü yakıyordu. Gökyüzünde güneşin yakıcılığı bulutları bile kavurup köklerini kurutmuş gibiydi. Bulutlar güneşten korkmuş hiç biri ortalığa çıkmaya cesaret edememişti bu sabah. Başını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakılmıyordu bile, anında gözleri kamaşıyordu insanın. Sonsuz mavinin içinde kocaman bir altın tepsi gibi duruyordu Güneş.
İşçiler bütün güçleriyle, ellerinden gelenin fazlasını yapma gayretindeydiler. Bir yandan da Davut Ağa’yı gizli gizli izleyerek onun bu öfkesini anlamaya çalışıyorlardı. Hiçbir zaman insan gibi davranmamıştı işçilerine ama bu kadar sinirli ve gergin de ilk defa görüyorlardı ağalarını…
Tarlada çalışan kızlar, kafalarını hem güneşten korumak hem de güldükleri ya da konuştuklarını belli etmemek için yüzlerini bütünüyle sarmış sadece gözlerini açıkta bırakmışlardı. Çoğunda baş bağlama bu şekildeydi. Böylelikle yanında ki ile konuşsa da, gülse de, türkü de söylese karşıdan bakıldığında asla anlaşılmıyordu. Kendi aralarında da habire konuşuyorlardı zaten… kamufleleri işe fazlasıyla yarıyordu…
-Ne olmuş bu insan azmanına bugün, iyice kudurmuş dedi kızlardan biri toprağa çapayı indirirken.
-Bunadı, bunadı bu alçak namussuz dedi diğer kızlardan birisi de
-Sabahtan beri elinden gelse canımızı alacak, canı çıkasıca…
-Ama biliyorum ben derdini dedi kızlardan başka bir tanesi
-HEYYT yeter işinize bakın diye bir bağırtı geldi arkalarından
Çavuşları Emine’ydi bu sesin sahibi.
Her işçi kafilesinin başında bir çavuşları olurdu muhakkak, bunlar gün boyu işçilerin yaptıkları işleri takip eden, onları sözde gayretlendiren, tarlanın sahibinin yaklaştığını görünce –hadi, hadi ha gayret naralarıyla tarlanın ortasında boş boş gezmediğini ispatlamaya çalışan ama gün boyu hiçbir iş yapmadığını ve hiçbir iş yaptıramadığını hem tarlanın sahibinin hem de kendisinin bal gibi bildiğini bilen ağa yalakası işe yaramayan kişilerden birisiydi Emine…
Gözlerine kestirdiği bir iki garibanın canını çıkarır geri kalanına da göstermelik bağırıp çağırılardı çavuş denen bu kişiler.
Uzaktan bir ses geldi tarlada ki bütün işçilere doğru, herkes sesin geldiği yöne doğru kafasını çevirdi.
-Emineee, emineeee
-Gel buraya çabuk Allahın cezası kadın
-Çavuş bozuntusu çabuk koş buraya
Emine bir an paniklemişti sesin geldiği yöne doğru nefesini tutarak, ayağında ki eskimiş mavi naylon ayakkabının içine dolan toprağı umursamayarak hızlı hızlı gidiyordu. Bastığı yerlere bakmadığından ayağında bir an inanılmaz bir acı hissetti, her tarlanın içinde muhakkak olan ve battığı yeri arı sokmuşçasına ağrıtan sarı dikendi bu acının sebebi. Acıyı umursamadı Emine eğildi ve tabanı yumuşak naylon ayakkabının altından ayağına batan dikeni çıkarttı ve koşmaya başladı.
- Ne bağırıyordu bu yaşlı köpoğlu diye söylene söylene koşuyordu.
-Yüzleri sarılı kızlar Emine’nin ardından kıkır kıkır gülmeye başladılar.
İşçi kızlardan biri
-Koş bakalım emine koş!
-kızzzzz emine daha hızlı koşşş! demesi
gülen kızları da daha bir coşturdu. Hepsi kahkahalarla gülüyorlardı çavuşları Emine Kadın’ın ardından…
-Ne gelirmişsin Beee, iyi ki çabuk dedik sana lannn
- Emine hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Nefes nefese kalmıştı koşmaktan, dudakları kurumuş dili pembeden beyaza bir renk geçişine uğramıştı. Bir eliyle karın boşluğunda ki şişen dalağını tutuyordu. Koşmaktan karnına bir ağrı girmişti. İki büklüm konuşumaya çalıştı yinede…
-Buyur ağam sen emrini söyle, koştur koştur geldim işte, dedi ve ardadından derin bir nefes vermek zorunda kaldı ohhhh derken ciğerlerine doldurduğu fazla havayı dışarıya atmaya çalışıyordu.
Ayağıma diken battı onu bile çıkarmadan koşarak geldim işte Ağam görmedin mi?
-Ehhh yeter kesss!
- illa bir şey bulursunuz zaten, diliniz de pabuç gibi her şeye bir cevap
-Yok Ağam ne haddimize buyur sen söyle söyleyeceğini
-Nerde o Emine, nerde?
-Kim nerde Ağam? Kimi soruyorsun?
-Bekliyorum sabahtan beri, şimdi gelecek az sonra gelecek diye
-Kim Ağam beklediğin deyi ver hele
-Fatma? Fatma nerde Emineeeee diye haykırdı Davut Ağa Emine’nin yüzüne
Davut Ağa Fatma derken bile nefessiz kalıyordu. Sorarken bile sağa sola bakmaya her an gelecekmiş gibi gözleriyle onu aramaya devam ediyordu.
Emine bir an duraksadı. Şaşırmıştı.
-Fatma ?
- Hangi Fatma? Dediği an da anladı Emine hangi Fatma olduğunu ve içinde bir serinleme hissetti…
Davut Ağa’nın feryadının, sabahtan beri çektiği ve çektirdiği çilenin sebebi nihayet belli olmuştu. Gözlerinin içi parladı Emine’nin şimdi düştün ocağıma Davut Ağa diye geçirdi içinden…
-Neden gelmedi işe, başına bir hal mi geldi, artık gelmeyecek mi yoksa? Babası mı bırakmadı diye aklına gelen bütün soruları peş peşe sıralamıştı Davut Ağa.
-Ağam hele yavaş ol, dur bir soluklan dedi Kurnaz Emine.
O An da aklından bir sürü çakallık geçti Emine’nin. Boşuna işçilerin çavuşu olmamıştı değil mi ya!
Aslında Fatma’nın, işe gelmeme nedeni anasının hastalanmasıydı dün gece Emine’ye haber yollamıştı anam çok hasta yarın ona bakacağım tarlaya çalışmaya gelemeyeceğim diye. Emine’de tamam deyip izin vermişti Fatma’ya. Ama görünen o ki Vicdansız Ağalarında Ateş bacayı çoktan sarmıştı bile. Ne zamandır işçiler kendi aralarında bu konuyu dillendirip duruyorlardı zaten, kendisi de fark etmişti ama iki karıyla uğraştı da Fatma mı kaldı diye çokta kafa yormamıştı. Ama şu an görünen o ki Ağa Fatmasızlıktan çıldırmak üzereydi. Buna gözleri bizzat şahitti şimdi Emine’nin…
İçinden kendi kendine konuşmaya başladı Emine.
-Koş Davut Ağa koşşş, daha hızlı koşşş,
- Hadi lannnn koşsana diye dalgasını tutmaya başlamıştı bile. Ağadan korkmasa kahkahayı basacaktı o an.
Şimdi düştün elime Ağa dedi.
Davut Ağa;
-Konuşsana be kadın dilini mi yuttun? Diye bir daha bağırdı Davut Ağa
-Nerde Fatma?
Emine kendinden emin, birazda yılışarak ağanın yüzüne baktı. Ve yalanını ortaya attı.
-Gelmeyecekmiş artık ağam dedi.
-Neden diye kükredi. Davut Ağa
-Nasıl gelmeyecekmiş, Niye? Ne olmuş? Birisi bir şey mi demiş?
Emine, yüzünde ki memnuniyeti belli etmemeye çalışarak bilmiyorum valla Ağam, dün “ben artık ölsem o tarlada çalışmam.” diye haber yollamış bana da.
Davut Ağa şaşkın Ölsem de çalışmam mı demiş? Emine’nin sözlerini tekrarlayıp, gözlerini ayırmıştı.
-Neden emine neden? Ne yaptınız lan kızaaaa
-Ne yapacağız ağam, ne yapabiliriz ki?
-Dedim ya ağam bilmiyorum sadece haberi geldi bana gelmeyeceğim diye.
-Davut Ağa başında ki kasket şapkasını eline aldı ve saçlarını karıştırarak az önce ki hiddetini bambaşka bir duyguya bırakarak alında ki terleri saçlarına doğru sürdü. Çaresizlikti bu, uzun zamandır her sabah tarlaya koşa koşa gelme sebebiydi Fatma. Güldüğünde yüzünde güller açan, her işine koşturan, hiç yorulmayan –“Ağam sen hele azıcık otur dinlen de ben sana bir çay yapam” diye ardında pervane dönen güzeller güzeli Fatma’nın “artık ölsem gitmem o tarlaya” demesi. Yeri göğü inleten, Davut Ağa’yı bir anda çaresiz küçük bir çocuğa döndürmüştü.
Olduğu yere çöktü Davut Ağa yaşı itibari ile de yorgun düşmüştü netice de 60’ın da genç sayılamayacak hatta ihtiyarlamış bile denilebilecek bir yaştaydı artık.
Toprağı, eline nereden geçtiğini bilmediği bir çöp ile karıştırmaya başladı. Dalıp gitti bir an sadece 16 yaşında ki Fatma’nın gülen yüzü parıldayan gözleri, gözünün önündeydi.
Emine’nin varlığını bile unutmuştu o an, ta ki Emine
-Ağammm, Davut Ağam diye seslenmesiyle kendine geldi.
Toparlandı hemen Davut Ağa, marabaların yanında Ağa gibi davranmalıydı. Marabaların diline düşmemeliydi. Hemen çıkmalıydı içinde bulunduğu bu durumdan.
-Tamam defol git işinin başına, çalış! dedi Emine’ye
Emine içinden bin bir küfür saydırarak
-Ağam siz merak etmeyin ben gider konuşurum bugün. İşe gelmesi için ikna etmeye çalışırım dedi.
-Davut Ağa kükredi birden
-Defol git dedim sana, sana mı kaldı bana acımak aşağılık kadın, merak etmemeliymişim lafa bak hele git gözüm görmesin seni ben yapacağımı bilirim size.
Emine’nin bir an için kurduğu plan ve hayaller suya düşmüştü. Umduğu gibi Davut Ağa’yı avcunun içine alamamış hatta söylediği yalanın ortaya çıktığında başına ne geleceğini düşünmeye şimdiden başlamıştı.
Davut Ağa
-Gitsene kadın duymuyor musun beni? Defol diyorum sana bugün tarladan çıkmak yok!
-Dinlenmek yok, yemek yemekte yok! Akşama kadar çalışacaksınız!
-Oturanı görürsem eğer saçlarını ellerimden toplarsın bilmiş ol!
-işemeye, sıçmaya da gitmeyecek kimse altınıza yapın, Fatma’ya kim ne dediyse elbet öğreneceğim. O zaman onu ibret olsun diye köyün içinde saçlarından sürüyeceğim bu da size sözüm olsun!
Emine bir an sapsarı kesildi. Bacakları titriyordu Ağa’nın öfkesi karşısında sessizce döndü ardına ve ilerledi. İlerlediği yer de de kendi kendine iyi bok yedin aptal Emine!
Ağa’dan daha akıllısın demi sen Salak Emine! Aptal Emine!
Saçlarını eve gidince kendin kökünden keste seni köyde sürürken çok acımasın bari diye söyleniyor. Bir yandan da içine düşen korkuyla çişi geliyordu. Ama ağanın şakası yoktu kimse işemeye gitmeyecekti. Tutmaya mecburdu Emine…
-İşçi kızların yanına varınca bütün öfkesini onlardan çıkardı. Malum, Dünya’nın düzeni böyleydi kimin gücü kime yeterseydi. Çalışsanıza Allah’ın belaları, Kahpeler! niye sağınıza solunuza bakar da çalışmazsınız diye kükremeye başladı kızlara. Zaten zavallıların ağzı açılmıştı çalışmaktan…
Nefes almadan çapalarını toprağa vuruyor, vuruyorlardı…
Tepelerinde güneş, topraktan çıkan toz duman nefeslerini kesmeye yetiyordu.
Davut Ağa başında kasketi, iki eli arkada belinde, ayağında yazın sıcağı olmasına rağmen çıkartmadığı çizmeleriyle tarlada ki işçilere doğru yavaş yavaş ilerliyordu.
İşçilerin tam karşılarına geldi. Nefret ve öfkeyle bakıyordu işçilere, tarlanın hattının başından gün boyu bir adım kıpırdamadı Davut Ağa… İşçiler üç kuruş ekmek parasına gıkları çıkmadan çalıştılar güneş batmaya başlayana dek. Ağanın kulu olmak böyle bir şeydi işte… Yedi Köyün Ağası sayılan Davut Ağaları ne dinlenmelerine müsaade etti, ne yemek yemelerine, ne de bir ağacın altına gidip işemelerine…
Davut Ağa bir hışımla evine girdi. Daha kapının önündeyken kükremeye başlamıştı. Deli gelmeden yeli ortalığı savurmuştu.
-Nerdesiniz lan, hangi cehennemdesiniz yine diye.
Davut Ağa’nın sesini duyan herkes anında işini gücünü bırakıp sesin geldiği yöne doğru koşturmuşlardı.
Hepsini boydan boya süzdü aşağılayan gözlerle… Dili söylemese de yüzünden lanet okuyordu hepsine. Nefret ediyordu bu evden de içinde beslediği bunca kadından da, kızdan da tiksiniyordu. Sadece olmasını istediği kadın yoktu. Geri kalan bütün kuru kalabalık avluda toplanmıştı işte…
Büyük kadına doğru seslendi Davut Ağa,
- Git hazırlan üstüne başına bir şeyler giy, gidiyoruz!
-Senle az işimiz var dedi.
Avluda bulunan herkes şaşırmıştı Davut Ağa’nın büyük kadınla bir yere gitme isteğine
Küçük kadınla kızlar birbirlerine baka kaldılar.
Osman ortalıkta yoktu. Hangi canlının canına kastediyordu şuan kimse bilmiyordu.
Büyük kadın da şaşkındı ama Davut Ağayı tanıdığı için lafını ikiletmemiş koşa koşa eteğini üzerine geçirip gelmişti hemen avluya.
Düş önüme gidiyoruz dedi Ağa
Kadın sessizce düştü yola.
Akşam yemeği vaktiydi, köyün içinde kimsecikler kalmamış herkes evlerine çekilmişti. Ortalıkta çöpleri karıştırıp karınlarını doyurmaya çalışan bir iki köpek hariç…
İlerlediler kadınla, köyün dışına doğru devam ettiler yürümeye.
Bir kapıya geldiler ve Davut Ağa Kapıyı ayağıyla küt küt çalmaya başladı.
-Kimdir o diye bir erkek sesi duydu Davut Ağa
-Aç bakalım İsmail Efendi bir Tanrı misafirin var bu akşam diye cevap verdi Ağa
Kapıyı açan İsmail şaşırıp kalmıştı Davut Ağa’yı karşısında görünce
İçeri buyur etmek yok mu İsmail
-Aman buyur ağam olur mu öyle şey? Şeref verdin evimize ama şaşkınlığımı hoş gör neticede her an kapımızı çalmıyorsun.
Bundan sonra çalarız İsmail kapını merak etme dedi Davut Ağa, İsmail ne demek istediğini anlamamıştı Ağanın, ama tüm içtenliğiyle başımın üstünde yerin var ağam demişti. Biraz saygıdan biraz korkudan…
Davut Ağa’yı içeriye odaya aldı. Zaten evin tek odası da burasıydı. Küçücük bir avluda bir oda, bir mutfak ve bir de köşede önünde plastik bir ibrik duran, kapı yerine bir bez parçası çekilmiş tuvalet vardı.
Evde, oda yoktu ama bir odanın içinde boy boy tam altı tane çocuk vardı. Boşuna dememiş atalar “ Zengin parasıyla, fakir karısıyla oynar.” Diye
Bir göz oda da yiyecek ekmeği bulamayacak halde olan İsmail’in, nesine gerekti yedi çocuk…
Davut Ağa, Fatma’yı aradı gözleriyle, bir an göremedi ve yine içini amansız bir sancı kapladı. Köşeye bir yatak serilmişti ve evin anası olan kadın, baygın bir şekilde yatıyordu. Çocukların hepsi sofra başındaydı önlerinde ki bir sahanda pilav mı çorba mı? Ne olduğu pekte belli olamayan bir yemeğe kıran kırana bir mücadele ile kaşık sallıyorlardı.
Ağa oda da üst başa doğru ilerleyip bulduğu en müsait yere bağdaş kurup oturdu. Ardından gelen büyük kadında hemen yan tarafına Ağa’ya çokta yakın olmayacak şekilde oturdu. Hasta kadına geçmiş olsun demek istedi ama kadın kendinden geçmiş bir vaziyette yatıyordu. Ölüden biraz halliceydi durumu.
Derken içeri
- Baba kim geldi diye söylenerekten Fatma girdi.
Davut Ağa’nın kalp atışları hızlandı Fatma’nın sesini duyunca kafasını çevirdi sesin geldiği tarafa ve o an gül yüzlü, güzeller güzeli Fatma’yı gördü.
-Ağammmm dedi Fatma tüm içtenliğiyle…
Şaşırmış kalmıştı kapı eşiğinde koskoca ağanın bir marabanın evinde ne işi vardı çünkü.
Davut Ağa elinde olmadan gülümseyivermişti Fatma’ya o an.
-Davut Ağam hoşgelmişsiniz dedi Fatma.
Hoşgördük diye cevapladı tüm sevimliliğini takınıp Davut Ağa.
Büyük Kadın, şaşkın şaşkın olayı anlamaya çalışıyordu. Bu şeytan kılıklı Davut Ağa öyle kolay kolay gülmezdi kimseye elbet vardır bir çıkarı bu işte bu şeytanın diye geçirdi içinden.
Fatma, gülümseyen yüzüyle,
- Ağam anamın hastalığından dolayı işe gelemedim diye anamımı görmeye geldiniz yoksa. Siz ne büyük adamsınız dedi. Ama yarın ne yapıp edip gelecektim çalışmaya.
Davut Ağa Fatma’nın söylediklerini duyunca içinden önce şaşırdı sonra belli etmemeye çalıştı şaşkınlığını… içinden
-Yedim seni Emine, seni sürüm sürüm süründürmezsem bana da Davut Ağa demesinler diye geçirdi. Ama detaya da girmedi Fatma’nın itirafı karşısında. Sabah nasıl olsa gösterirdi o kara Emine’ye gününü…
Fatma, evin en büyük çocuğuydu kendinden küçük tam altı kardeşi daha vardı. 16 yaşındaydı Fatma, babası İsmail’de 35. Daha askere gitmeden kendiyle aynı yaşta olan, aynı avlu da büyüyen, çocukken kardeş gibi yan yana yataklarda uyuyan emmi kızı Esma ile evlendirilmişti. Evlenir evlenmez de hamile kalan Esma İsmail askere gitmeden Fatma’yı doğurmuştu. Bu köye işçi olarak başka bir köyden gelen İsmail ve Esma buraya yerleşmeye karar vermişlerdi. Davut Ağaya yalvara yakıla 100 metre karelik bir ev yeri vermesi için ikna etmişler ve kendilerine köyün çıkışına doğru olan bu evi yapmışlardı. Yani Davut Ağa’nın oturduğu bu ev denilen virane de yine Davut Ağaya aitti esasında.
İsmail :
-Ağam Evimize Şeref verdin lakin şaşkınlığımızı bağışla seni buraya hangi Rüzgar attı.
Davut Ağa kendinden emin gülümseyerek baktı İsmail’in yüzüne, attı bir Rüzgar bir emanetim varmış sende onu almaya geldim dedi.
İsmail’in gözlerine şeytanca bakarak.
Büyük kadın bir an bir hışımla dönüp Davut Ağa’ya baktı. Onun Ne Gavur kanlı, ne vicdansız olduğunu kapıyı çaldığı dakika anlamıştı.
İsmail buz kesti oturdukları evi tekrar elinden alacak diye düşündü bir an ve tek tek sofrada yemek yemeye devam eden çocuklarına baktı. Ne yapacaktı ağa elinden evlerini alırsa, ya Esma bu halde kim kabul ederdi bu hastalıklı kadınla yedi çocuğu. Aklından geçenler bir an dilinden döküldü İsmail’in
-Aman Ağam senin ihtiyacın mı vardır bizim pinimize.
-Ne pinİ İsmail? Pinin senin olsun isteyen yok Pinini…
-Bak seni yüceltmek adına kalkıp ayağına kadar geldim.
-Sırf sen mutlu olasın diye yaptım bunu üstelik
Konuşurken bir gözü ile de sürekli Fatma’yı süzüyordu Davut Ağa.
İsmail ağam başka bir şey gelmiyor aklıma nedir ki bende ki emanetin, bir canım var o da yoluna feda
-Canın da senin olsun İsmail ne yapayım canını…
-Emrini söyle o zaman ağam ne istersen başımızla beraber.
-Öyle olduğundan kuşkum yok İsmail, o sebeple lafı uzatmayacağım senden Fatma’yı almaya geldim.
Bir an içeride soğuk bir Rüzgar esmişti. Herkesin ağzından çıkan nefes buza kesmişti.
Fatma, İsmail, Büyük kadın, hatta uyanmış yatağında sessizce konuşulanları dinleyen anaları, kardeşleri herkes donmuş kalmıştı. Sadece Davut Ağa kendinden emin, etrafına bakınıyordu.
İsmail:
- Ağam yanlış anladım galiba ben, ya da yanlış duydum Fatma’yı mı almaya geldin?
Davut Ağa:
-Doğru duydun İsmail Fatma’yı şimdi alıp götürmek için geldim.
-Ama ağam neden? Niçin? Fatma’nın yapacağı ne iş varsa ben gelir yaparım ağam dedi İsmail.
Fatma Olduğu yerde donup kalmış olayın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. O da tıp kı babası gibi.
Davut Ağa, oturduğu yerde sırtını dikleştirdi. Ne işi İsmail senden iş yapmanı isteyen kim? Fatma bu köyün Hanım Ağası olacak bundan sonra.
İçeriye bir bomba düşmüş olsaydı ancak bu kadar yankı yapabilirdi bu cümleler…
-Hanım Ağası mı? Osman Ağam küçük değil mi daha Davut Ağam diye sordu İsmail.
Davut Ağa sinirlenerek
-Ne Osman’ı be adam! Ne Osman’ı…
- Kendime istiyorum Fatma’yı kendimeeee diye yüzüne doğru bağırdı İsmail’in
Fatma olduğu yere çöktü ne demek oluyordu bu şimdi anlamaya çalışıyordu. Dedesi gibi gördüğü Davut Ağa şimdi onu alıp kendi karısı mı yapacaktı yani?
Tarlada ki kızların takılmaları geldi aklına sen bu Davut Ağa’ya çay demlemeye devam et. Bak o alacak seni çay diye içecek en son, diye kızların söyledikleri sözleri geliyordu aklına. Olacak şey değildi bu nasıl olurdu?
İsmail’de olduğu yere çöke yazmıştı, hiçbir şey demeden bir Fatma’ya bir Davut Ağa’ya bakıyordu. İçinden yakasına yapışıp bu ırz düşmanı aşağılık bunağı öldüreyim diye geçiriyordu sadece. Torunu yaşında ki bir kız için bunları nasıl düşünür diye.
Ama yapamazdı işte buna fiziksel olarak gücü yetse de maddi olarak yetmezdi. Fatma ile göz göze geldi. Sonra yatakta amansız derde düşen karısına baktı, kadının gözlerinden sadece yaşlar akıyordu sessizce İsmail’in içinden bir şey koptu o an çocukluk arkadaşı, hayat yoldaşı Esmasının yatağında çektiği acılara mı yansaydı yoksa şu şerefsiz Davut Ağa’nın gözlerinden akıttığı yaşlara mı? Çocuklara baktı sonra hepsi karnını doyurmuş yan yana oturmuş olanları izliyorlardı.
-Amma da sustun haaa İsmail dedi bıyıklarının ucuyla oynayarak Davut Ağa. Bir şey söylesene be adam…
Yaşımdan dolayı tereddütlerin varsa kızını her şekilde mutlu edeceğimden emin olabilirsin dedi bütün kepazeliği ile Davut Ağa. Gözüm gibi bakacağım Fatma’ya…
Hem sadece Fatma’ya mı? Hepinize bakacağım. Benim yanıma alacağım seni, evinizi değiştireceğim, bizim evin yanına yepyeni bir ev yaptıracağım hem Fatma’yı da görürsünüz sık sık, Fatma işe gitmek zorunda kalmayacak bütün işçiler Fatma’nın emrinde olacak hatta karını şehre doktora göndereceğim, iyileşip gelecek oradan yine çocuklarıyla ilgilenecek, Bak oğlum Osman’ı bile götürmedim şehre ama senin avradı yollayacağım sözüm söz.
Yok Ağam! ben kabul edemem dersen de iki saat içinde bu köyden çıkıp gideceksiniz İsmail ama gönlüm tabii ki kalmanızdan yana. Düğün de yapacağım Fatma’ya merak etmeyin giyecek puldan entarisini şıkır şıkır bilezikler takacağım koluna, evin hanımı olup baş köşede oturacak yediği önünde yemediğini devirip döksün Fatma…
İsmail ve karısı göz göze gelip ne diyeceklerini bilemezken bir an Fatma’nın odadan çıkmış olduğunu fark ettiler.
Büyük kadın gördükleri, duydukları ve akşamdan beri yaşadıklarının şokuyla içinden sadece Davut Ağa’ya beddua metinleri diziyordu. Toprak Seni Kabul Etmez inşallah Aşağılık Davut diyordu. Yatacak yerin olmasın senin iki cihanda da aralarda kalasın…
Babası:
- Fatma, kızım nerdesin Fatma diye çaresizlik dolu sesiyle seslendi Fatma’ya
Fatma, avluda ipte serili bir şalvarla, bir bluzu ve bir de yazmasını ( başka kıyafeti de yoktu zaten) eline geçirdiği bir torbaya koyup içeri girdi. Dikildi kapının eşiğine
Anasına baktı gözlerinden süzülen yaşlarla, hiçbir şey diyemedi sesi boğazına kaçmıştı sanki,
Çığlık atmak istiyordu oysa anaaaa anaaaa bırakma beni anaaa
Anaaaa ben daha çok küçüğüm verme beni anaaaa diye
Sonra kardeşlerine baktı tek tek hepsinin bakışlarını beynine kazıdı. Öpmek sarılmak istedi hepsine ama onu yaparsa eğer gidemezdi bu evden. Ölürdü. ama yine de gidemezdi.
Babasıyla hiç göz göze gelemedi alnını yere dikti Fatma, canından can kopuyordu babası orada öyle çaresizlik içinde bekleyerek bakıyordu.
Sonra Davut Ağa’ya Dönüp Anamı yarın şehre doktora göndereceksin Davut Ağam değil mi diye sordu? İlk defa gülmüyordu yüzü, bir hüzün gecesiydi bu gece ve kap karanlıktı her şey…
-Tabii ya tabii göndereceğim, göndermez olur muyum?
-iyileştireceğim ananı bütün hastalıklarına şifa olacak kadar para yedireceğim doktorlara, kendi çocukları gibi bakacaklar ona doktorlar sen hiç merak etme Güzel Fatma…
16 yaşında ki Fatma bir anda 40 yaş büyümüş bir olgunlukla Annesinin yüzüne son bir kez baktı. Sarılsaydı gidemezdi biliyordu… Kardeşleri olayı anlamaya çalışıyor ama bir türlü ne olduğunu tam olarak anlayamıyorlardı. Her gün kendisiyle uyuyan yeni yeni emekleyen en küçük kardeşi paçasına yapışmış bırakmıyor ağlıyordu. Babası İsmail eğilip bebeği kucağına kendisi aldı…
Fatma: Son bir kez daha hasta anasına baktı, gözlerinden akan yaşlarla…
Şimdi bu kapıdan çıkıp gidecek ve dedesi yaşında ki Davut Ağa’nın 3.karısı mı olacaktı yani. Ya çocukluktan beri her gördüğü yerde kalbini yerinden oynatan, avuçlarını terleten, gözlerinin içini güldüren, onsuz nefes alamam dediği Yusuf’a ne diyecekti? Köyün bütün kızlarının yürüdüğü yerde ardından bakakaldıkları, boyuyla, posuyla, kaşıyla, gözüyle köyün en yakışıklısı Yusuf’una ne diyecekti? Nasıl bakacaktı yüzüne yaşadığı sürece? Bir daha göremese bile elbet duymayacak mıydı kendisi hakkında söylediklerini. Ne! Bir daha görmemek mi? Yusuf’u şimdi hiç göremeyecek miydi yani? Yani uzaktan bile mi göremeyecekti şimdi yusufunu? Gizli gizli buluştukları kuytularda ki kurdukları evlilik hayalleri ne olacaktı? Köyün en güzel kızıyla, köyün en yakışıklı erkeğinin düğünü olacak diye konuşurlardı ya hep kendi aralarında, herkes çatlayacak, bakan bir daha bakacak bize derlerdi ya hep. Davullu zurnalı düğünleri olacaktı hani… Hani çok mutlu olacaklardı… hani Yusuf hep yanında olacaktı… Hani yusufsuz yaşayamazdı… Hani öldürdü ayrılırlarsaydı… hani…hani… hani…
Ama ya anası, ya babası, ya kardeşleri… onları da düşünmeliydi. Duymuştu Davut Ağa’nın Babası ismail’e iki saat içinde köyü terk edeceksin demesini…
Sonra anasının hastalığı, günden güne daha kötüye gidiyordu illet hastalık anasına her gün kan kusturuyordu…
Ya kardeşleri çoğu gün bir öğün yemek bile geçmiyordu ellerine, ikisinin çorabı varsa üçünün terliği yoktu. Birisi iyileşse diğeri hastaydı hep...
Peki ya Yusuf dedi içinden yine bir ses YUSUF!
Hani onsuz yaşayamazdın…
Offf Allahım offfff , offfff, offfff ben şimdi ne yapacağım… Nerelere sığacağım… Kime sığınacağım…
Gözyaşları yokluğa mağlup gelmişti.
İstediği kadar dövünebilirdi ama artık dönemezdi. Şu kapıdan çıkacak ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı… Bunu biliyordu. Elinin tersiyle yüzünde ki gözyaşlarını sildi, burnunu çekti...
arkasını döndü tüm ailesine ve
Kendine ait değilmiş gibi boğuk bir sesle
-Gidelim Davut Ağa Gidelim…
dedi.
Boynunu büktü, anasını, babasını, kardeşlerini, çocukluğunu, geçmişini, geleceğini, hayallerini o avlunun içinde bıraktı ve önden yürüyüp çıkıp gitti..
Yaşam Bilimleri12 Mayıs 2024 16:39
Yaşam Bilimleri05 Nisan 2024 09:15
Yaşam Bilimleri11 Mart 2024 22:59
Yaşam Bilimleri19 Şubat 2024 18:22
Yaşam Bilimleri18 Ocak 2024 10:17
Yaşam Bilimleri26 Temmuz 2021 19:14