KENDİM ETTİM, KENDİM BULDUM...
Daha küçücük bir bebek iken anasının kucağında, ağzında lastikten tutacağı kopmuş emzikle, neler neler görmüş… Anasının yaptığı nice kötülüklere şahit olmuştu Osman…
Bu onun suçu da değildi üstelik ;“kul gördüğünü yaşar” diyenler boşuna dememişler. Ne öğretilmişse çocuğa onu dikte eder çocuk ve hayatında ilerleyen yıllarda da bunları uygulamaya koyar.
Osman da anasının kucağında kayda başlamıştı bütün kötülükleri. İşi gücü evdeki kumasına ve kızlarına bağlamıştı anası, onların canını yakmak için, onları hırpalamak, onları ağlatmak için elinden geleni ardına koymamıştı … Yalanlar, iftiralar, suçlamalar…
Sessizce anasının kucağında izlemişti tüm bunları.
Olmadık yerde huzursuzluğun kitabını yazan anasına, yine onun kucağında tanıklık etmişti.
Şimdi de anasının günahlarının bedeli mi denir buna, yoksa kalbinin ekmeği mi bilinmez…
Osman, ablasının yatırdığı yatakta bas bas ayağım diye bağırıp duruyordu.
Sıhhiyeyi çağırmaya giden küçük ablası, koşa koşa gelmişti. Sihhiyecinin karısı; sıhhiyecinin evde olmadığını, başka bir köye gittiğini ve akşama ancak geleceğini söylemişti.
Osman’ın ayağı iyice şişmiş, artık ağlamaları feryada dönüşmüştü. Anası ise elleriyle getirip, Davut Ağa’ya verdiği sopayla yediği dayağın üzerine kemikleri sızlaya sızlaya, ağzı burnu kan içinde avluda baygın yatıyordu. Büyük kadın ve kızları, Davut Ağa’nın korkusundan, odadan dışarı çıkamıyorlardı.
Davut Ağa, büyük bir hırs ve öfkeyle Osman’ın yanına, odaya gitti. Gider gitmez de Osman’ın yanında bekleyen küçük ablasına bir tekme savurdu. Küçük kızcağız ne olduğunu anlayamamıştı, ama alışıktı da itilip kakılmaya, o sebeple olağan karşıladı bu durumu, çok da şaşırmamaya çalıştı. Tekmenin değdiği bacağını acıyla ve şaşkınlıkla ovarak tutmuştu sadece.
- “Git çağır şu Allah’ın cezası ananı! ” diye bağırdı, Davut Ağa. Ve çöktü Osman’ın yattığı yerin başucuna.
- Tamam Osman’ım, tamam kurban olduğum, ağlama artık geçecek, bak birazdan sıhhiyeci Ramazan’da gelecek. İyi olacaksın, ağrın sızın kalmayacak.
diye teselliye başlamıştı.
Osman, şu ana kadar, kendinden sevgisini asla esirgemeyen, kimselere vermediği değeri sadece kendisine veren, hatta hayatta sadece kendisini sevdiğini düşündüğü babasına nefret dolu öyle bir bakıyordu ki…
Davut Ağa, bu bakışın ne anlama geldiğini anlayamadı, Osman ile gözlerini birbirlerine diktiler. Davut Ağa, bir an şaşırdı. Küçücük çocuğun gözlerinden, öfke ve nefret fışkırıyordu sadece. Bunu çektiği acıya yordu. "Çok acıyor demek ki ", diye düşünmeye zorladı kendini, üstüne alınmak istemiyordu bu nefret dolu bakışları.
Derken Osman, okkalı bir de küfür savurdu babasının yüzüne. Ardından devam etti yattığı yerden ard arda küfürlerini babasının gözünün içine bakarak sıralamaya.
Yeri göğü inleten Davut Ağa’ya…
Davut Ağa, o an buz kesti. Çünkü oğlu osman, kendisinin en çok dile getirdiği küfürleri, kendisinin yüzüne haykırıyordu o an.
Kıpkırmızı oldu Davut Ağa. Boğazı kurudu, yüzüne yüzene sıralanan küfürleri duyunca. Yerde acılar içinde kıvranan küçük oğluna bir şey de diyemedi. O an başka birisi olsa canını alırdı oracıkta. Kimse bu cesareti gösteremezdi Davut Ağa’ya ama şuan biricik oğlu Osman’ına bir şey yapamıyordu işte… İnsan ektiğini biçiyordu nihayetinde ve Davut Ağa içinde durum aynen böyle olmuştu. Yıllardır evde savurduğu küfürler gelip kendini bulmuştu, üstelik hayatta ki en kıymet verdiği insan tarafından. Evinin erkeği, soyunun devamı, tek umudu, biricik oğlu Osman tarafından…
Büyük Kadın, koşar adım içeri girdi. Davut Ağa’nın, Osman’ın küfürleri karşısında hırsını alacağı kurbanı gelmişti işte.
-Neredesiniz lan siz! Allah’ın belaları!
diye bağırmaya, ardından da ağzına geleni saymaya başladı Davut Ağa.
Kadın, seslenemedi… Seslenemezdi… çünkü tanırdı onca yıllık kocasını. Ağzından çıkacak her cevap, Davut Ağa’yı daha da hiddetlendirdi. Korkudan buz kesti kocasının karşısında, nihayetinde günlerce yatak döşek yatacak az dayağını yememişti Davut Ağa’nın. Bedi benzi atmış, bir yaprak gibi titremeye başlamıştı olduğu yerde.
Davut Ağa, Osman’ın sözlerine bir şey diyememenin hiddetiyle, gözlerinden ateş saçıyordu. Başka zaman olsa, ayakkabılarını konuşturur, tekmelerinin nereye geldiğini düşünmeden ayağının altında çiğnerdi kadını. Ama şimdi, az önce döverek bayılttığı küçük kadının yorgunluğu vardı üzerinde. Kıpırdayacak takati kalmamıştı. Bu sebeple ucuz atlatmıştı büyük kadın, bu defalık dayak faslını.
Sadece izliyordu kadın kocasını. Ne yapacağını bilemedi o an. İçeriye can havliyle koşmuştu ama korkudan olduğu yerde kalakalmıştı.
-“Ne duruyorsun lan orada lanet karı! ” diye bağırdı Davut Ağa.
Bir an yediği küfürle kendine geldi kadın.
Doğruca Osman’ın yanına doğru ilerledi ve şişmiş ayağını gördü. Ayak balon gibiydi çocuk feryat içinde, bas bas bağırmaya devam ediyordu" Ayağım ayağım!"diye…
Bütün hücrelerini kötülükle beslese de, anasından ve babasından aldığı bütün kötü genleri üzerinde taşısa da yine de çocuktu işte. Gözlerinden yaşlar yüzüne doğru süzülüyor, akan burnunun suyu ile birbirine karışıyor, acı içinde bağırıyordu. İnlemelerine yürek dayanacak gibi değildi küçük Osman’ın.
Osman’ın başucunda durdu kadın, yüzüne baktı çocuğun ve o an aklına avluda dayaktan baygın yatan Osman’ın anası geldi. Kızının kolu kırıldığında, bir kenara çekilip, kılını bile kıpırdamadan, acımasızca hatta sevinircesine bakan, o hain gülümsemesi geldi gözünün önüne.
İçinden “Hey Kurban olduğum Allah’ım, etme bulma dünyası dedikleri bu işte” diye geçirdiyse de yine de yüreği el vermemişti küçük Osman’ın feryatlarına.
Davut Ağa’ya döndü hemen.
-“Ağam, bu ayak çok kötü şişmiş, sıhhiyeciyi beklemeyelim, şehre doktora götürelim bu çocuğu” dedi.
-“Hösttt lan deli karı ne hastanesi, kim götürecek hasteneye şimdi! ”
-“Yine bilmiş bilmiş konuşma, hamur yap, et döv getir, bağla şunun ayağına” dedi.
-Ne şehri, ne doktoru!
Kadın, korkudan ikileyemedi sözünü, boynunu büktü, yüzünü astı, dişini sıkarak çıktı hemen odadan. Zahire damına un almaya doğru, koşar adım gitti. Uzun eteği ayağına dolaşmasın diye hızlı hızlı yürürken, elleri ile de eteğini tutuyordu…
Bir tastta yoğurduğu tuzlu hamuru yapıp geldi hemen.
Osman’ın ayağına sıvadı hamuru, bir tülbent ile de sardı. Osman feryat figan etmeye devam ettiyse de kimse oralı olmadı o an bu haykırışlarına.
Davut Ağa
-Tamam, işte! oldu bitti. Artık iyileşir benim Osman’ımın ayağı dedi.
Sonra dönüp kadına, “ gidin bakın şuna” diye avluda yatan küçük kadını işaret etti.
Karısı
-Yüzüne bakmadan konuştu kadın tiksiniyordu çünkü “yüzünü şeytan görsün” derdi gün içinde belki bin kere kocası olacak bu adama. Kızlar yanında zaten ilgileniyor onunla, içeriye yatağına götürüp yatırdılar dedi.
Davut Ağa mahcup olur gibi olmuştu biraz yatışmıştı da ilk karısı ve kızları yine ellerinden geleni yapmışlardı kendileri için. Ama yine de yüz vermemek gerekti bu kadına, başına ne geldiyse, bunun yüzünden gelmişti zaten. Bunca kızı doğuracağı, bir iki erkek doğurabilseydi ya diye geçirdi yine aklından. Ve yine bütün hiddetini sesine yansıtmaya çalışarak
- Tamam! dedi.
Osman, ayağımda ayağım diye feryada devam ediyordu, ayağına bağladıkları tuzlu hamura rağmen.
Büyük kadının içi elvermiyordu Osman’ın feryadına. Olanca içtenliğiyle neredeyse merhamet dilenerek-:
-Ağam gel inat etme şu çocuğu götür şehre bir doktora” diye tekrarladı sözlerini.
Bir hışımla ayağa kalkan Davut Ağa, bir tekme de ilk karısına savurdu. Ardından yine gelişmiş küfür lugatından, peş peşe sıraladı kadına. Ne anası kaldı kadının,ne olmayan avradı…
Kadın bir an şaşırdı, nefes alamadı, yutkunamadı bile. Kocası olacak, bu adamın tepkisine.
Ne demişti ki şimdi? Ne söylemişti? Kendisinin doğurmadığı hatta doğduğu günden bu yana hayatı kendilerine zindan eden çocuğu ve anasını düşünmüştü sadece, kendinin ve kızının kolu kırıldığında ki acıları çekmesinler diye içi el vermemişti, kızının kolum kolum diye çektiği acıyı küçük Osman yaşasın istememişti.
Acıdan çok, utanmanın verdiği mahcubiyetle sustu. Bir Osman’a, bir kocası olacak bu alçak adama baktı. Osman’da babasından beklemediği bu tepki ve tekme karşısında bir anlığına feryadına ara vermiş, kadının yüzüne bakıyordu. Sustu kadın, her zaman ki gibi sustu, iç çekti ve odadan sessizce çıktı…
Uzun zamandır ağlayamıyordu kadın ama dışarı çıktığı an içinde büyük bir kırgınlık, bir çaresizlik, bir bıkkınlık, bir öfke patlaması olmuştu. Tutamadı bu kez kendini ve çığlık çığlığa bağırmaya, feryat etmeye başladı.
-Offf Allahım offfff!
-Yeter Allahım bu çektiğim çile yeterrrr!
-Al artık canımı da kurtar beni bu hayattan!
-Bu adamdan, böyle hayat olmaz olsun.
-Ne şansım varmış yarabbim
-Ne yaptım ben sana Allahım. Neden bu yazgıyı bana reva gördün?
-Ne yaptım, ne yaptım, ne yaptım!..
Diye yakasını tutup başını gökyüzüne doğru kaldırdı ve haykırmaya başladı…
Sesi avluyu inletiyor hatta evden dışarıya kadar yükseliyordu. Yıllarca biriktirdiği her şey bir feryada dönüşmüştü. Feryadı yeri göğü inletiyordu. Hüngür hüngür ağlıyordu zavallı kadın…
Daha önceleri de çoğu nedensiz, bir çok kez çok dayağını yemişti Davut Ağa’nın. Ama Osman’ın yanında yediği tekme, nedense bütün kadınlık gururunun yerle bir olmasına sebep olmuş, Osman’ın yüzüne şaşkın şaşkın bakması kadını çok utandırmıştı. Bağıra bağıra ağzına gelen bütün bedduaları, dua ediyormuş gibi haykırıyordu göğe doğru. Tutmuştu iki eliyle iki yakasından elbisesinin, bağırıyor bağırıyordu…
Kızları analarının sesini duyunca, koşarak avluya geldiler.
-Ana! Ana, ne oldu Ana! Kurban oluruz sana ağlama diye bağrışmaya başladılar.
-Şoka giren kadın, kızlarının haykırışlarıyla bir an kendine geldi. Tuttuğu elbisesinin yakasını usulca bıraktı. Tek tek baktı kızlarının yüzüne ve olduğu yere çöktü. Eşarbı kayıp gitmişti başından; taranmamış, bembeyaza bulanmış saçlarını avuçladı bu defa ve biriken kırgınlıkları ile saçlarını yolmak istediyse de kızları hemen buna mani aldu, analarının kollarını tuttular. Kadın, mahsunlaşmıştı iyice ve yapabileceği tek şeyi yaptı yine. Bütün Anadolu kadının kaderiymiş gibi kabul edilen, gözyaşlarını akıttı.
Davut Ağa da dışarı fırlamış hayretle olanları izliyordu…
Küçük kadın da yediği dayaktan sonra, kızların götürüp yatırdığı yataktan zorla da olsa kalkmış, duvara tutuna tutuna odanın kapısına gelebilmiş ve o da isyanı dağa, taşa, kurda, kuşa ulaşan, kumasını izliyordu. Bu defa haince bir mutluluk yoktu yüzünde, içinden beter ol da demiyordu. İlk defa bambaşka duygular içindeydi. Kalbinde ince bir sızı, yüzünde sızının verdiği büyük bir acı ve gözlerinden akan yaşlarla kumasına bakıyordu. Az önce, kendisinin de yaşadığı bütün o anlar, gözünün önünden geçiyordu. Ve bunca yıldır yapıp yapıp, yanına kar kaldığı kötülüklerde. Ne çok ağlatmıştı bu kadını suçsuz yere, ne çok canını yakmıştı, ne çok aşağılamıştı… Peki ne geçmişti eline, ne kazandırmıştı ona bu yaptıkları? Neden yapmıştı bütün bu aşağılamaları.Şu kapının önünde duran, yaşlı, aksi, huysuz bunak, değer miydi bu kadar hırslanmasına, bu kadar kötülüklere? Tiksinerek bakıyordu kadın, kocası olacak, kıymetli Davut Ağa’ya… Pişmanlıklar, acılar, ve yüreğine gelip saplanan, kocaman bir vicdan azabı…
Saatler saatleri kovaladı, güneş bütün kızıllığını yanına alıp, mekanına çekildi. Ay, yüzünü gösterdi karanlıkların içinden, köpekler havlamaya başladı, tavuklar pinlerine doluştu. Ev ahalisi, sessiz bir bekleyişteydi. Ama Osman’ın bağırıp haykırmaları bitmedi, feryatları yeri göğü inletti.
Tuzlu hamur işe yaramamış, beklenen sıhhiye gelmemiş, şehre doktora Osman’ı kimse götürmemişti.
Etme bulma dünyasıydı bu dünya.
Eden, er geç cezasını bulacaktı.
İyilik eden, iyilikle, kötülük eden, kötülükle hak ettiğini yaşayacaktı.
Evren, şahitlik ettiği tüm olaylara asla sessiz kalmayacağını yaşarken öğretmişti yine insanlara…
Yaşam Bilimleri12 Mayıs 2024 16:39
Yaşam Bilimleri05 Nisan 2024 09:15
Yaşam Bilimleri11 Mart 2024 22:59
Yaşam Bilimleri19 Şubat 2024 18:22
Yaşam Bilimleri18 Ocak 2024 10:17
Yaşam Bilimleri26 Temmuz 2021 19:14