Nirvana Sosyal

Anasayfa Künye Danışmanlar Arşiv SonEklenenler Sosyal Bilimler Bilimsel Makaleler Sosyoloji Fikir Yazıları Psikoloji-Sosyal Psikoloji Antropoloji Tarih Ekonomi Eğitim Bilimleri Hukuk Siyaset Bilim Coğrafya İlahiyat-Teoloji Psikolojik Danışma ve Rehberlik Felsefe-Mantık Ontoloji Epistemoloji Etik Estetik Dil Felsefesi Din Felsefesi Bilim Felsefesi Eğitim Felsefesi Yaşam Bilimleri Biyoloji Sağlık Bilimleri Fütüroloji Edebiyat Sinema Müzik Kitap Tanıtımı Haberler Duyurular İletişim
PERDENİN ARDINDAKİ GÖZLER

PERDENİN ARDINDAKİ GÖZLER

Yaşam Bilimleri 09 Nisan 2021 22:53 - Okunma sayısı: 1.761

SERPİL ARI YILMAZ

PERDENİN ARDINDAKİ GÖZLER

Bazı İnsanlar vardır hayatta bencilliği kendine ilke edinen. Bencillikte kendileri gibilerle yarışır hale gelen. Bu insanlar, ne kadar da emindirler kendi kötü güçlerinden… Eğer, güç ellerinde ise Dünya’nın sahibinin kendileri olduklarını düşünüp buna da inandırırlar kendilerini. Bu tür İnsanlar, adaletsiz ve kibirlidirler ve aynı zamanda sürekli güçlü olarak kendilerini görür ve asla kendilerinden güçlüye de tahammül edemezler. Bu insanlar, bir o kadar da vicdansız ve sevimsizdir. Haksızlıklarla, beslenip hak etmeden elde ettikleri her şeyi sömürürler…

Kişisel benliklerini tamamlayamayan, geçmişlerindeki yaşamlarında, özellikle çocukluklarında “birey” olma fırsatı verilmeyen bu insanlar, ilerleyen yaşlarında otoritenin kendilerine geçmesi halinde, bu gücü kötüye kullanmaktan asla çekinmezler. Otoritenin kendilerinde olmalarını fırsat bilip, ellerindeki bu otoriteyi kaybetmeyi göze alamadıkları için kendilerine bütün hakları mubah görürler. Yeter ki istedikleri olsun egoları doysun bu tip insanların!

Yetersizlik duygusunun, üstlerinde bıraktıkları kalıtsal bir hastalıktır bu aslında. Kendini gerçekleştirememe, isteklerini yerini getirememe, isteklerinin geçmiş yaşamlarında hiçe sayılması, karşısında ki insanların gücünden fazlasını talep etmesi ve o an için daha fazlasını yapacak güçte olamamaları, ilerleyen yıllarda baskıcı ya da feodal geleneklerin benlikleri ve başkaları üzerinde hüküm sürmesine neden olur.

Yaşadıkları toplumda, akla ve mantığa hatta vicdana sığmayacak davranışlar olsa da bu insanlarda sıkça görülmektedir. Her istediğini yaptırabilme ayrıcalığı, her isteğini oldurmaya çalışması, kendinden başka kişilerinin doğruyu asla bilme ve uygulama haklarının olmadığını düşünmeleri.

Narsistir bu insanlar, kendilerini beğenmiştirler, her şeyin en iyisini kendileri bilir ve her isteklerinin olmasını beklerler. Benciliği de kapsayan kişi modelidirler. Ben mutlu değilsem kimse olmasın egosuyla her şeyi bilirler. Herkes için düşündüklerini sanırlar.

Dediklerinin üzerine, asla laf söylenmez…

Kendilerinden daha iyisini, kimse bilemez…

Osman Ağa, tam da böyle biriydi işte, yüzyıllar öncesinden, kimlerin nereden geldikleri belli olmayan tarihlerde, bir yerlerden gelmişler ve yaşadıkları bu topraklara yerleşmişlerdi.

Tarımla uğraşmaktan anladıkları için, kısa zamanda sahipsiz bir sürü arazinin tek sahibi olmuşlardı. O dönemde kimsenin çokta umurunda değildi zaten fazla toprak sahibi olmakta. Fakat Osman Ağanın babası Davut Efendi, yine de akıllıca davanmış ve sonradan gelip yerleştikleri bu köyde, özel mülkiyetine ait topraklarının sınırlarını belirlemişti.

Yıl dediğin çabuk biter, ömür su gibi gelir geçer diyenler, boşuna dememişler. Nitekim yıllar su gibi akıp gitmişti. O günün beherinde bir çuval buğday etmeyen topraklar, Osman Ağa’nın bir yetişkinliğinde altın değerinde olmuştu. Davut Efendi’nin ünvanı da Ağalığa terfi olmuş, o civarın en zenginlerinden birisi olmanın tadını ölünceye kadar çıkarmasının yolu hepten açılmıştı. Sonradan gelip kondukları bu araziler sayesinde, hayatları hep hükmetmek ile sürüp gitmişti. Her şeyi tam olan Davut Ağa, gücün verdiği hırsla da zapt olmamış tam üç kez de evlilik yapmıştı. İlk karısı canla başla her işe koşturmuş kara toprağı kendiyle işleyip, sarı altına dönüştürmüşse de ona bir erkek evlat verememişti. Uzun süren yıllar boyunca kadının karnı burnunda olmadığı tek sene yoktu denebilirdi. Buna rağmen çalışmış, çırpınmıştı, hamileliğini bebek doğuncaya kadar kendisi bile unutmasına rağmen art arda doğurduğu sekiz kızdan sonra Davut Ağa oğul hasretini gidermenin yolunu, şansını başka bir kadından yana kullanarak istemişti. Bir oğlu olmalıydı çünkü! Soyu ilerlemeli, malına mülküne sahip çıkacak bir oğul sahibi olmalıydı. Bu sebeple yıllardır cefasını çeken karısının bütün yalvarışlarına aldırmamıştı. Acımamıştı! Gerçek anlamda saçını süpürge eden karısına! Ve ikinci evliliğini sonradan yerleştikleri bu topraklardan kendinden 25 yaş küçük bir genç kızı parasını bastırıp hoca nikâhıyla ikinci karısı yapmıştı. İlk karısının güzelliği yoktu bu genç karısında ama arsızlığı dillere destandı o da ayrı. Hiç umursamadı Davut Ağa’nın babasının yaşında olmasını. Gücü ve hükmetmeyi seviyordu. Davut Ağa’yı da mutlu edip her dediğini yaptırmayı kısa sürede öğrenmişti. İlk eşi ve sekiz kızının hiçbir ederi yoktu Davut Ağanın gözünde, tarlasında çalıştırdığı işçilerden bile ayırt etmiyordu onları. İkinci eşin ihtiraslarına kapılmıştı. Zaten çok merhametli olmayan kalbi daha da katılaşmıştı.

Unutmuştu daha önce ki aile hayatını. Varsa yoksa genç karısı olmuştu her şeyi. Beklenen olmuş bir yıl geçmeden de genç karısı doğurmuştu. İlk eşinin sekiz kere de beceremediğini, Genç hatun ilk seferde becermişti. Bir oğlu olmuştu kadının, Davut Ağanın dilekleri de kabul olmuş, sonunda yaradan sesini duymuştu. Bayramdı Oğlu Osman’ın doğduğu gün, onun için. Artık ölse de gözü arkada kalmayacak, malı mülkü ellere yar olmayacaktı. Genç karısına olan düşkünlüğünden zaten çekinmeyen Davut Ağa daha da fazla verdiği olanaklarla Osman’ın anasını coşturmuş, ele avuca sığdırmaz olmuştu. Genç karısı artık sadece kibirden ve emirden ibaretti. Her şeyde dünyanın en önemli olayını gerçekleştirmiş gibi bir eda içerisindeydi. Ee kolay mıydı erkek çocuk doğurabilmek? Diğeri bunu sekiz kerede becermemişken... İlk karısı ve kızları sadece yaşıyorlardı o hanede. Hepsi birer mutsuzluk abidesi, birer ruh olmuştu baba evinde. İlk eşi, her şeye rağmen teselli ediyor kızlarını ve onları elinden geldiğince koruyup kollamaya çalışıyordu. Başarılı olamıyordu o ayrı. Çünkü küçük kadın, eline geçen her fırsatı değerlendiriyor, babalarına kızlar için olmaz zulümü yaptırmaya çalışıyordu. Her gün gözüne birisini kestiriyor ve Davut Ağaya kemiklerini sızlattırana kadar dövdürüyordu. İçinde en ufak bir pişmanlık ve acıma hissi duymadan yapıyordu bunu üstelik…

Osman kucağında, bir kenardan otoritesinin verdiği gücün keyfini çıkartarak izliyordu genç kadın. Yüreğinde merhametin kırıntısını bile barındırmayan ruh dengesi bozuk bu sadist kadının günden güne şiddetinin boyutu artmaktaydı. İlk karısı kendisine vurup kırmasına alışmıştı Davut Ağa’ nın ama, ana yüreği gün boyu tarlada çalışıp, eve gelip kendi evlerinin hizmetçisi gibi küçük kadının elinin altında dönen, tuvaletin önünde bile ellerinde havluyla bekleyen kızlarının babaları tarafından bu denli hor görülüp, hırpalanmalarına ve aşağılanmalarına dayanamıyordu. Bir defasında babaları yine neden dövdüğünü bilmediği halde kızlardan birinin vurduğu anda sağ kolunu kırmıştı. Kızdan gelen feryat, kardeşlerinin ve anasının yüreğini yaktıysa da babalarını ve ikinci karısını kolun kırıldığına ikna edememişler ve gerekli tedaviler yapılmadığı için de kolda büyük bir hasar kalmıştı. Sapa sağlam kızcağız niçin dayak yediğini anlayamadığı gibi üstüne bir de lakap eklemişti ikinci kadın. Çolak! Artık adı çolak olmuştu güzelim genç kızın…

Çolak gel, çolak git…

Bu cümleyi kullanmak bile mutlu ediyordu ikinci karıyı. Bilinçli şekilde her işi onun yapması için gayret ediyordu. Kız üstesinden gelemeyince de hakaret üstüne hareket ediyor, itip aşağılıyordu.

Günler günleri yine peş peşe kovalar olmuş, yıllar ardı ardına geçmeye başlamıştı. Zulüm asla sonsuza kadar sürmez bir gün er geç adalet yerini bulurdu. Osman altı yaşına gelmişti. Baba ve annesinin göz bebeğiydi. Her şey ağzından çıkmadan önüne geliyor., çoğu zaman konuşmasına bile fırsat verilmiyordu. Küçük Osman birçok özelliğini annesinden almıştı. Şımarıktı, bencildi, yalancıydı, çünkü gün boyu annesinin yanında onu izliyor ve ona göre davranışlarını şekillendiriyordu. Bir canavar, bir vahşi, bir vicdansız bütün donanımlılığı ile anasının dizinin dibinde yetişiyordu. Ama yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu da kimsenin gözünden kaçmıyordu. Davut Ağanın sürekli özel mesai ayırdığı ikinci eşi, hamile kalamıyordu. Bir yıl, iki yıl üç yıl derken tam altı yıl geçmişti, ama kadın bir türlü hamile olamamıştı. İlk üç yıl buna “ nazara geldik Davut Ağam” diyerek kendince bir kılıf uydurduysa da kimsenin bu bencillere nazar falan edecek durumları olmadığını bal gibi biliyordu. Davut Ağa kendinden 25 yaş küçük karısının bir dediğini hala iki etmediği zamanlardı. Osman’ın koşup oynamaya başladığı üç dört yaşları, ama Davut Ağa artık dayanamıyordu bu duruma. Bir oğlu daha olmalıydı hem köy yerinde de kulağına çarpan ufak tefek erkekliğine dair dedikodular duymaya ve buna içerlemeye başlamıştı. Kapısında ırgatlık edenlerin diline düşmek, gururunu yerle bir ediyordu. Osman altı yaşına gelip, ikinci karısı hala hamile kalmayınca, artık kararını vermişti. Elâlemin diline de ket vurmak boynunun borcuydu. Herkese nasıl bir erkek olduğunu ispatlayacaktı üstelik. Ve üçüncü karıyı almayı kafasına koymuştu. Uzun zamandır düşünüyor ikinci karısının işvesine cilvesine dayanamıyordu. Ama artık canına tak etmişti. Sürekli ertelediği bu konuyu yeniden gündeme getirdi. Köy’ün dört bir tarafının duymasını sağladı. İkinci karısı ne kadar yalvarsa da yakarsa da artık sözleri pul etmiyordu. Becerememişti Davut Ağa'ya kadın olmayı. Bir kez erkek çocuk doğurmak da neydi! Kadın dediğin, peş peşe sıralamalıydı erkek evlatları. Davut Ağa'dan günah gitmişti.

Davut Ağa'nın aklından geçen, yine arasındaki yaş farkı umurunda olmaksızın bir genç kız almaktı. Doğrusu da buydu. Gözünü Davut Ağa'da açmalı, her şeyin ilkini onda görmeli ve bu nedenle kendini yetersiz hissettiği her konuda olması gerekenin bu olduğuna, karşıyı hiç kendini yormadan ikna edebilmeliydi. Önemliydi. Çünkü yaşı altmışa dayanmış bu kutsal kitap kahramanlarını andıran şahsiyet gözünü kendinde açacak ve ona peşpeşe çocuk doğuracak bir kız bulmalıydı.

Kendi kızlarının da evlenme yaşı gelmişti görücülerin biri gelip bir gidiyor ama Davut Ağa aslında çok da umurunda olamayan kızlarını yinede kimselere vermiyordu. Evde kurmuş olduğu padişahlık ve saltanat hoşuna gidiyordu.

Çok sürmedi Davut Ağa bir gün birini gözüne kestirdi. Yaşına başına bakmadan gördüğü bütün kadınlara bakıp dururdu zaten yaşlı bunak…

Tarlasının kenarındaki cevizin altında, işçilerin başında durduğunu iddia edip bütün gün elalemin kadınlarına kızlarına çalıştıkları yerde bakıp dururdu. Bir kız dikkatini çekti; gülümsediğinde yüzünde güller açan, yanakları gamzelerle dolup taşan, hiç yorumlayan, oradan oraya koşan, herkesle iyi anlaşan 16 yaşındaki Fatma çarptı gözüne.

İzledi kızın her hareketini günlerce,. Eve gitti gözünde canlandırdı Fatma’yı hayallerinde. Sonra uyanık ağa Fatma’yı tarlada kendi özel işlerine aldı. Fatma, Ağa’ya çay demliyor, yemeğini hazırlıyor, bulaşıklarını yıkıyor. Ama en çok da gülümsüyordu ağaya, içtenlikle, tüm masumiyetiyle gülümsüyordu.

Konuşmuyordu hiç, sadece söylenen ne ise yapıyor, elinden geldiğince de her işe koşturuyordu. Kör kütük âşık oldu bizim 60 yaşına merdiven dayamış Davut Ağa'mız, 16 yaşında ki Fatma’ya…

Geceleri rüyalarında bile onu görür olmuş, ikinci karısı gözüne bir Azrail gibi görünür olmuştu. Hatta ilk karısına bu durumu anlatacak samimiyeti görmesine rağmen, Osman’ın anasının yüzünü bile görmeye tahammüllü kalmamıştı. Etme bulma dünyası diye boşuna demişler yedi yıldır ilk kadına ve kızlarına yapmadığını bırakmayan bu kadın için artık günahlarının bedelini ödeme vakti gelmişti. Yanında kötülük ile besleyip büyüttüğü Osman’a da gücü yetmiyordu. Boynuz kulağı geçermiş diye boşuna dememişler. Osman yaş aldıkça yoldan çıkmış daha yedi yaşına gelmeden yedi düvele nam salmıştı. İçinde kimseye karşı bir sevgi pıtırcığı yoktu. Hiçbir canlı umurunda değildi, köpekleri taşlannmak, kediler kuyruğundan çekiştirilmek, kuşları sapanla öldürülmek, çiçekler koparılmak, kızlar ve kadınlar bağırmak, için vardı bu dünyada. Feodal toplumların öncüsü olma yolundaydı Osman bu yaşta.

Köyün büyük çocuklarının köpek eniklerinin büyüdüklerinde daha korkusuz olacaklarına ve daha iyi dövüşeceklerine inandıkları için minicik köpek yavrularının kulaklarının kesilmesini gözünü kırpmadan büyük bir şehvetle izlemesi, henüz yedi yaşını doldurmamış bu çocuğun ilerideki caniliklerine şimdiden tanıklık ediyordu. Acıdan çen çen bağırıp soluksuz kalıp gözlerinden yaş gelen bu yavru köpeklerin kulakları kesildikten sonra mikrop kapıp ölmesin diye tuz basma işi, Osman’ın göreviydi. Yetişkin abileri, hadi Osman göster cesaretini, dedikleri anda, Osman daha da coşuyor. Tuz bastığı yerde bir de hayvanların yaralarını deşiyordu.

Bir akşamüstü Osman yine durmamış, gün boyu ablalarının da analarının da ömrünü yemişti. Kendi annesinin bile Osman’a dayanacak gücü kalmamıştı. Evin bahçe duvarında o duvardan o duvara atlayıp dururken, bir anda ayağını boşluğa atıp iki metre yüksekten aşağıya düşüvermişti. O sırada Davut Ağa da tarlasında çalışan 16 yaşındaki Fatma’nın hayaliyle eve girmek üzereydi ki Oğlu Osman’ın yeri göğü inleten çığlıklarını duydu. Biranda uyandı tatlı hülyasından, gerçeklerle yüzleşmek istemese de uyanmıştı işte…

Koşar adım içeri girdi ve Osman’ı yerde anasını başucunda çığlık çığlığa gördü.

Osman!!, diye koşup yanına gitti. Biricik oğlunu o halde görünce aklını yitirmiş gibi oldu. Ne oldu sana Osman diye sorduğunda, ikinci kadın:" Ne yapsak durduramadık, oradan oraya, oradan oraya içine şeytan kaçmış gibi sıçrayıp duruyor, hiç söz de dinlemiyor" diye söyleniyordu…

Davut Ağa, ikinci karısının yüzüne öyle bir baktı ki kadın o an, Azrail geldi de canını alacak sandı.

Gözlerinden çıkan öfke ve nefretle Osman Ağa kadına öyle bir tokat attı ki kadın olduğu yerde can verdi sandı.

Şoka girdi, ne diyeceğini bilemedi, sekiz kız ve kuması olanları sessizce izliyorlardı.

Davut Ağa büyük kızına seslendi

-Gel al şu ağanı, içeri götür yatır.

En küçük kızına da :"Kız koş git çağır şu sıhhiyeciyi al gel!" dedi.

Sonra büyük karısına döndü, :"Sizler de içeri geçin ve sakın dışarı çıkayım demeyin!" dedi.

O an küçük karısının yüreğine bir korku girdi.

-Ağam'm Davut Ağa'm, ne olur affet bilerek yapmadım, hem ben ister miyim Osman düşsün?

-Bak bana inanmıyorsan kızlara sor, yapma ağam kötü düşünceleri çıkar at aklından dedi. Bak Ağam kızlar şahit bana inanmıyorsan onlara inan…

Ve Davut Ağa’dan ilkinden daha şiddetli bir tokat daha geldi suratının ortasına…


Saçlarını kavradı Davut Ağa genç karısının, oradan oraya saçları avuçlarında savurup durdu. Bir yandan da tekmeler geliyordu kadının vücuduna. Neresine vurduğu gram umurunda değildi Davut Ağa’nın…

Kadının çığlık çığlığa yakarışları, yeri göğü inletiyordu.

-Ağam valla isteyerek olmadı, bir daha olmaz ağam affet dedikçe Davut Ağa daha da coşuyordu.

Derken aniden durdu Davut Ağa, yorulmuştu da gözüne ilerde duran bir sopa ilişti. Getir şu sopayı bana dedi saçlarını o an için bıraktığı karısına.

-Ağam kurban olayım yapma, affet bir daha olmayacak Osman’a bir şey olmasındansa kendimi öldürürüm ağam… Ne olur ağam yapma

- Davut Ağa bağırmadı bile, kurumuş boğazından sessizce yineledi sözlerini :"Şu sopayı bana getir.!

Kadın çaresiz bir arkasındaki sopaya bakıyor, bir kocasına bakıyor…

Gözlerinden yaşlar akıyordu.

Yüzünü çevirdiğinde perdenin arkasından kendini izleyen kumasını ve kızlarını fark etmişti.

Seyretme sırası onlara gelmişti işte. Yıllarca yalan ve dolanlarla her birisini dövdürmediği gün kalmamıştı. Hiçbir suçu ve günahı olmayan bu masumlara yapmadıklarını bırakmamıştı.

Üstelik sürekli yalancılıkla suçladığı kızların, az önce şahitliklerine ihtiyaç duymuştu.

Etme bulma dünyasıydı işte…

Perdenin ardındaki gizli gözler, şimdi kadınlık gururunun yere serilişine bizzat tanıklık ediyorlardı.

Sebepsiz yere, sırf hırsları uğruna kurup oynadığı bu filmde, roller yer değiştirmiş, başrolden figüranlığa doğru kayboluş başlamıştı genç kadın için…

Davut Ağa :"Son defa söylüyorum sana kadın! Şu sopayı getir!..

Osman içeride feryat edercesine bağırıyor.

Perdenin ardındaki gözler sessizce olanları izliyordu…

Herkes eninde sonunda kalbinin ekmeğini yiyordu…

Yorumlar (3)

Taner - 20 Nisan 2021 00:52

Yine çok güzel bir öykü ile bizleri kendimize getirdin. Kalemine sağlık.

Hülya Memili - 10 Nisan 2021 17:50

Kesinlikle! Etme bulma dünyası... Şahane olmuş yine ???????????? Emeğine,yüreğine sağlık ??

Sonay Yetimoğlu - 10 Nisan 2021 11:02

Son cümleniz özet gibi olmuş .Kaleminize ve yüreğinize sağlık ????
SON EKLENENLER
ÇOK OKUNANLAR
DAHA ÇOK Yaşam Bilimleri
Dijital Bağımlılığın Gölgesinde Yeni Bir Dönem

Yaşam Bilimleri06 Eylül 2024 21:52

Dijital Bağımlılığın Gölgesinde Yeni Bir Dönem

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE SOSYAL İŞLEVİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Yaşam Bilimleri12 Mayıs 2024 16:39

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE SOSYAL İŞLEVİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKÂNIN GELİŞİMİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Yaşam Bilimleri05 Nisan 2024 09:15

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKÂNIN GELİŞİMİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE SOSYAL YAŞAM” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Yaşam Bilimleri11 Mart 2024 22:59

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE SOSYAL YAŞAM” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE EĞİTİM” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Yaşam Bilimleri19 Şubat 2024 18:22

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE EĞİTİM” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE ETKİLERİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Yaşam Bilimleri18 Ocak 2024 10:17

PROF.DR. TUNCAY DİLCİ İLE ‘’ YAPAY ZEKA VE ETKİLERİ” ÜZERİNE SÖYLEŞİ

YOKLUĞUN ÇIĞ DÜŞÜREN SESSİZLİĞİ

Yaşam Bilimleri21 Ağustos 2021 20:31

YOKLUĞUN ÇIĞ DÜŞÜREN SESSİZLİĞİ

Kontrolsüz Göçler ve bedeli ! Afganlılar Türkiye’ ye uyum sağlar mı?

Yaşam Bilimleri26 Temmuz 2021 19:14

Kontrolsüz Göçler ve bedeli ! Afganlılar Türkiye’ ye uyum sağlar mı?

ARI DİLİM DURU DİLİM TÜRKÇEM – 2

Yaşam Bilimleri30 Mayıs 2021 12:39

ARI DİLİM DURU DİLİM TÜRKÇEM – 2

EĞİTİMDE KELEBEK ETKİSİ

Yaşam Bilimleri27 Mayıs 2021 07:29

EĞİTİMDE KELEBEK ETKİSİ