Sivil Toplum
Modern toplumsal gelişimin değerlerinden olan sivil toplum, içerik ve nitelik bakımından farklı bir algıya sahiptir. Sivil toplum kavramı, birey ve serbest pazarın içinde olduğu modern toplumla tanımlanmaktadır. Buna karşı kavramın kullanım ve dönüşümündeki izlek bir takım farklılıklar taşımaktadır. Şöyle ki, üzerinde mutabakat olunmayan bu kavram Aristo’da erkek egemen değerleri içeren eşit özgür toplum ekseninde; Cicero’da (Eski Yunan’ın vatandaşlık vurgusunu içeren) devletle özdeş eşit yurttaşlar topluluğuna karşılık gelmektedir. Keza, bu yaklaşımların her ikisi de belirli iktisadî ve siyasal kimliğe sahip erkekleri kapsayan bir olguya tekabül ettiği gibi sınırlı bir kesimle ilişkilidir. Ferguson’un, uygarlık (doğa halinin zıttı olarak) ve işbölümünü ölçüt kabul ederek medeni olanla özdeşleştirdiği sivil toplum Hegel’de hukuki olup siyasallığı barındırmayan özelliktedir. Yani, sivil toplum; çıkarcı, bencil ve kendi çıkarları peşinde olan farklı birimlerden oluşmaktadır. Dolayısıyla, rekabet ve çatışmayla ilişkilendirilmesinin yarattığı olumsuz algı nedeniyle toplumsal düzen içinde devletin denetim ve kontrolünde veyahut hegemonyası altında olması istenir. Düşünürlerden Marx için sivil toplum, özel mülkiyet ve burjuvazinin yer aldığı alt yapıya karşılık gelmektedir. Hegel’in devletin dışında fakat hegemonyası altında olmasını istediği sivil toplum, tam da bu yönüyle, Gramsci’de dönemin koşul ve şartlarından bağımsız olarak hegemonyaya karşılık gelmektedir. Başka bir ifadeyle üst yapının bir bileşeni olan sivil toplum, hegemonya için gerekli olan rızayı üretmektedir.
Modern dönemin sınıf tahayyülünün öncüsü olarak Marx, gençlik dönemlerinde, sivil toplumla devletin özdeş olduğunu, yani, devletin kendisiyle özdeşleşen sivil toplum sınıf mücadelesiyle düşünülmektedir. Böylesi bir illiyette sivil toplumun devletten ayrışması devletin evrenselleştirici politik yapılarının gelişimiyle doğru orantılı olarak ele alınmaktadır. Bu doğrusallığın niteliği ise yabancılaşmayla bağıntılıdır. Bir başka yön ise egemen sınıfların sosyo-iktisadî çıkarlarını doğrudan telkin ederek veya zor aracılığıyla dayattığı veya dayatmadığı ölçüyle ilintilidir. Sosyo-iktisadî çıkarlar dayatılabildiği ölçüde sivil toplumla-devletin iç içe geçtiği düşünülmektedir. Başka bir ifadeyle sivil toplum-devlet ilişkisindeki sınırlar hegemonya tarafından, yani belirli bir iktisadî yapıdaki ilişkileri belirleyen özerk yapıların aralarındaki münasebete bağlı olarak belirlenir.
Yukarıdaki görüşler dikkate alındığında sivil toplum kavramı aslında tarihin bir dönemindeki değişim ve dönüşümün habercisidir. Bu aşamada, özellikle iki hususun önemli olduğunu belirtebiliriz. İlki, Avrupa siyasi yapısının güçlü merkezi siyasallıktan uzak olması, gelişen ticaretle siyasal yapıların değişmesi ve hakların maddiyatla(para vb.) satın alınmasıdır. İkincisi ise ticaretin gelişimi ve dolayısıyla modernizmin habercisi olan kapitalizm ve kapitalizmin yaratıcısı(faili) olan burjuvazinin yeni siyasal aktör olarak sahneye çıkmasıdır. Kentsel mekânların merkez olduğu bu gelişimde, yukarıda da belirli düşünürlerin belirttiği gibi sivil toplum devletin dışındaki her türlü oluşumdan mürekkep olarak tasvir edilmektedir. Diğer bir ifadeyle sivil toplum, devlet ve özel alan (aile ve pazar) dışında kalanı temsil etmektedir. Ancak bu temsiliyet XVIII. yüzyıla kadar ayrım barındırmadığı gibi devletten bağımsız ya da ayrı düşünülmemiştir. Lakin kapitalizm ve kent merkezli toplumsal gelişim sivil toplumun bu tanımsal bütünlüğünü ortadan kaldırmıştır.
Devletle aile arasına ilişkilendirilmiş bir birim olarak sivil toplum, sosyal örgütlenmeyle anılmasına karşın toplumun bileşenleri arasında neye tekabül ettiği konusunda pek belirgin bir şablonla veya sınıfsal özelliklerle açıklanmamıştır. Daha çok ahlaki boyutta bir yaklaşım veya siyasal olanın mahiyetine bağlı olarak konumlandırılmıştır. Aslında, siyasal ve toplumsal yaklaşımların olguları ve düşünsel değerleri politik özellik taşımalarına karşın tartışmalar baskın veyahut egemen siyasal kültürün ikonları üzerinden yani, kültürel, ahlaki, dini veyahut başka bir olgunun varlığıyla ele alındığından siyasallıkları/sınıfsal mahiyetleri ikinci planda kalabilmektedir. Bunun örneklerinden biri de sivil toplumun dönemin siyasal atmosferinde iktisadî ve ahlaki vurguyla bütünleştirilmesidir. Keza, sivil toplum olgusu aslında bir sınıfsallık barındırmakta ve dönemi itibariyle iktisadî olanla bütünleştirilmiş olması da ticaretle gelişen bir toplumsal sınıf olarak burjuvazinin(tüccar) kast edildiğini belirtebiliriz. Çünkü bakıldığında bir yanda iktisadî sermayenin sahibi ve kapitalizmin öncü sınıfı olarak burjuvazinin kamusal alandaki güçlü varlığı diğer yandan temel hukuksal talepler, hakların varlığı, siyasal alanın iktisadî olana nispeten sınırlanması yani devletin etkinlik alanın yeniden tasarlanmasını amaçlayan nitelikler burjuvazinin öncülük ettiği gelişmelerdir. Gerek bu unsurların siyasal ve toplumsal düzlemde yarattığı anlam gerekse sivil toplum ve kamusal alan tartışmaları ve bu tartışmaların modern dönem siyasal ve toplumsal sonuçlarla birlikte düşünüldüğünde sivil toplumun tastamam burjuvazi olduğu aleniyet kazanacaktır. Buradan hareketle sivil toplum olarak belirlenmiş olan sahanın özelde burjuvaziye genel de ise burjuvaziyle birlikte (en azından burjuva düşünsel ve kültürel değerlere yakın olan) orta sınıfı teşkil edecek tabakaları kapsadığını belirtebiliriz. Çünkü liberal demokrasinin teorik bağlamdaki eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü, birey vurgusu ve pazarın varlığını güçlendiren kamusal alanın sivil toplumun içinden çıkması tesadüfî olamaz.