Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Prof. Dr. Nejla Kurul İle Neoliberalizm’in Eğitim Üzerine Etkileri Söyleşisi

BİROL ALGAN

Kategori: Yaşam Bilimleri - Tarih: 01 Kasım 2020 15:24 - Okunma sayısı: 2.239

Prof. Dr. Nejla Kurul İle Neoliberalizm’in Eğitim Üzerine Etkileri Söyleşisi

Prof. Dr. Nejla Kurul İle Neoliberalizm’in Eğitim Üzerine Etkileri Söyleşisi
Eğitim, geçmişten günümüze toplumsal dinamiklerle birlikte değişim halinde olan dinamik bir süreçtir. Bu değişim süreçleri özellikle 1980 sonrası süreçte hem dünyada hem de Türkiye’de eğitim hakkı, eğitim emekçilerinin hakları ve toplumsal yaşamın dinamikleri üzerinde de etkili olmaktadır. Bu bağlamda 1980 sonrası dönemde eğitimin niteliklerinin değişmesine neden olan küresel ve yerel politikaların tanımlanması ve etkilerinin analizini Prof. Dr. Nejla Kurul hocamıza sorduk.
Birol Alğan: Sayın hocam, 1980 sonrası dönem neoliberalizm dönemi olarak adlandırılmaktadır. Sizce Neoliberalizm nasıl tanımlanabilir ve neoliberal dönemin özellikleri nelerdir?
1980 sonrası yarım yüzyıla yaklaşan dönem tarihsel kapitalizmin son uğraklarından birisi. Ne var ki bugün kapitalizmin içinde yaşadığımız yeni evresine ilişkin farklı tartışmalar var. Bu tartışmalar bağlamında kabaca iki yeni yorumdan esinlenebiliriz. Neoliberalizm ya yeni ve çok daha sert bir evreye geçti ya da kapitalizmin doğanın tahribatı ve pandemi ile de ilişkili daha zorlu yeni bir evreye giriyor.
Eleştirel düşünceleri yaymak ve yeni bir yaşamı inşa etmek için kavramlar üretiyoruz. Kavramların yaşamda bir karşılığı olmalı kuşkusuz. Öncelikle belirtmeliyim ki neoliberalizm kavramı toplumda bir karşılık bulmadı. Yani neoliberalizm sıradan insanların kullandığı bir kavram olamadı, akademisyenler, yazarlar, gazeteciler, genel olarak aydınların kendi aralarındaki iletişimin bir kavramı oldu. Bu nedenle kapitalizmi ve onun devletle kol kola yürüyen serbest piyasasını (!) tartışmak gerekiyor. Ya da mülkiyet cumhuriyetini, mülk sahiplerinin sömürü, gasp, tahakküm ve sert güç ilişkilerini daha kolay anlatacak kavramlar üretmeli diye düşünüyorum.
Öte yandan bizler de büyük ölçüde bu kavramın ekonomik indirgemeci niteliğine hapsolduk. Böyle yaptığımızda, kapitalizmin farklı bağlamlarda ayrıştırıcı, hiyerarşik ve eşitsizlik üreten bir makine olduğu gerçeğini göz ardı edebiliyoruz. Ki bu bağlamlar, kültürel istila, boyun eğdirme, “böl ve yönet” taktikleri ile emeğin karşı hegemonyasını güçlendirmesini engelliyor. Böyle yaparak toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini, ırk, renk ve dinsel ve etnik ayrımcılıkları ve gerontokratik güç ilişkilerini görmezden geldiğimizde hakikat denilen olgunun firari kültürel yönlerini göremeyiz. Kapitalizmi ekonomik yönlerini olduğu kadar kültürel yönlerini de yeni bir sentezle irdelemek zorundayız. Örneğin Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı adlı eserinde şu yaklaşımında ataerkil güç ilişkilerinin pek çok boyutunu irdeleyebiliriz. Federici, toplumsal cinsiyet konusuna sadece kültürel bir gerçeklik olarak yaklaşmıyor, bunun yerine toplumsal cinsiyeti “sınıf ilişkilerinin bir özgülleşmesi” olarak görüyor. Çünkü kapitalizm kendini beş yüz yıl boyunca var edebilmişse, Federici’ye göre bunun nedeni, yalnızca dünya proletaryasının bedenine koyduğu çok boyutlu eşitsizlikler ağı ve sömürüyü küreselleştirme kapasitesidir.
Neoliberalizmin genel özelliklerine gelince Marx’tan esinlenelim ve “sermayeyi bir ilişki” olarak tanımlayalım. Sermayenin devlet denilen aygıtla, yurttaşlarla, emekçilerle, kadınlarla, sendikalarla, kitle örgütleriyle hatta doğa ile ilişkisine bakarız. Bu ilişkisellikten yola çıkarak geleceğin toplumuna ilişkin virtüel bir düzlemde düşünüp “hep birlikte nasıl yaşayabiliriz?” sorusu üzerine de kafa yorabiliriz.
David Harvey (Marx’ın Kapitaliz İçin Kılavuz) bu düşünme yaklaşımının önünü açıyor. Sermaye doğa ile nasıl bir ilişki kuruyor, bizler doğa ile nasıl bir ilişki kurabiliriz? Sermaye teknoloji ile nasıl bir ilişki kuruyor, bizler nasıl bir ilişki kurabiliriz teknoloji ile? Kapitalizmin özelleştirmeci üretim tarzıyla kurduğu ilişkiyi bizler üretimde ortaklaşmacı ve dayanışmacı olarak nasıl kurabiliriz? Kapitalizm, insan, doğa, makineler ile nasıl bir ilişki kuruyor, bizler nasıl toplumsal ilişkiler kurabiliriz? Sermaye nasıl bir gündelik yaşam ve ilişkiler ağı kuruyor, biz gündelik yaşamı ve ilişkileri nasıl inşa edebiliriz? İçinde yaşadığımız mekânlarda kapitalizm nasıl simgesel yönelimler sergilerken bizim gündelik yaşam hakkındaki zihinsel tasarımlarımız neler olabilir?
Neoliberalizm kapitalizmi 1970’lerin ‘yapısal kriziden’ çıkarmak için yapılanların toplamıydı. Emekçi sınıflara, ezilen halklara yönelik kapsamlı bir yerel ve küresel sermaye saldırısıydı. Fikret Başkaya’ya göre saldırının üç sloganı vardı: [serbestleşme, (sermayenin hareketini sınırlayan engelleri ortadan kaldırmak anlamında), özelleştirme, (kamuya ait kaynakların, müştereklerin sermayenin yağma ve talanına sunmak anlanmnda) ve deregülasyon (emekçi sınıflar lehine ne kadar düzenleme varsa, tasfiye etmek, sömürü ve yağmanın önünü açacak yenilerini dayatmak anlamında).
Neoliberalizm, bugün muğlak tanımlamalara sahip olmakla birlikte temelde serbest piyasa ekonomisini küresel düzeyde yaymak, derinleştirmek, piyasaları kısıtlayan kurallardan kurtarmak, piyasa ekonomisinin işlev görmediği eğitim ve sağlık gibi alanları özelleştirmelerle piyasalara açmak biçiminde iktisadi bir yaklaşım olarak tanımlanabilir. Neo-liberalizm 1980’lerden bu günlere dek Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası gibi küresel örgütlerin ulus devletlerin Yeni Sağ politikaları ile uyumlu biçimde hayata geçirilmiş bir proje olarak da anılıyor. Yerel ve küresel şirketlerin kar amacı ile devinimini kısıtlayan devletler, emek örgütleri, toplumsal direnişler gibi dinamikleri zayıflatma amacına yönelik bir süreçtir.
Neoliberalizmi refah devleti uygulamalarından ayıran asıl etkili dinamik, tek kutuplu dünyadır, yani sosyalizmin yaşayan bir devlet formu olarak 1990’la ortadan kalkmış olmasıdır. Sosyalist devletler tarih sahnesinden çekilip emek güçleri büyük bir düş kırıklığı ile karşılaşınca sahneyi liberalizmin yeni ve etkin güçleri almıştır. Neoliberalizm, serbest piyasalar, özelleştirme, fiyat düzenlemelerinin azaltılması, devletin küçültülmesi ve esnek iş gücü piyasalarıyla ilgili politikaları içerir.
Bunların arasında toplumsal mücadelelerin ivme yitirdiği dönemlerde serbest piyasaların önündeki en büyük engel devletlermiş gibi gösterilip piyasalara dönük devlet müdahalesinin azaltılması önemli bir tartışma olarak ileri sürülmüştür. Ne var ki 1980 sonrasında neoliberal ideologların sıkça dillendirdikleri piyasanın kendisi de siyasal iktidarların, devletlerin müdahalesiyle oluşmuştur. Zira, devlet olmadan, devlet müdahalesi olmadan kapitalizm diye bir şey de olmaz. Hem regülasyon hem de deregülasyon için devlet müdahalesi şarttır. Diğer bir deyişle sermaye ve devletlerin ilişkisi her dönem oldukça güçlü olmuştur. O halde neoliberalizm devletlerin borçlandırılması, emek örgütlerinin gücünün kırılması, emek sürecinin esnekleştirilmesi, ücretlerin düşürülmesi, vergi reformlarının sermaye lehine yapılması, sermayenin daha az vergilendirilmesi, vergi gelirlerinin bir avuç zengine transferi gibi pratik sonuçlarla anılabilir.
Koronavirüs uzunca bir süre gündelik yaşamımızı etkileyecek, yani hakkında konuşmaya devam edeceğiz. Bu salgını kapitalizm, neoliberalizm ile nekro kapitalizm ile birlikte düşünmek ve kapitalist tarım ve endüstri konusundaki tartışmalarımızı bu bağlamda yapmamız gerekecek. Artık hayvancılık, tarım tekelleri, eko-sistemin kâr hırsıyla tahribi, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, eğitimin özelleştirilmesi gibi tüm bu sorun alanları hem salgın hem de kapitalizmle ilişkilidir. Bu nedenle yaşamı olumlayan, müşterekler fikrini ve eylemliliğini harekete geçiren çalışmalara ihtiyacımız var.
Birol Alğan: Küreselleşme ve neoliberalizm birlikte ilerleyen süreçler olarak değerlendirilmektedir. Siz, bu iki süreç arasındaki etkileşimi nasıl değerlendirmektesiniz?
Kapitalist şirketler sürekli olarak parayı takip ederler. Para akışlarının önündeki engeller, yasal ya da yasal olmayan yollarla aşılmak istenir. Kârlı mal ve hizmetlerin ihtiyaçlardan bağımsız üretimi aşırı üretim krizine neden olur. Aşırı üretimin neden olduğu fazlalılığı yani mal stokları tüketebilmek, yani karı gerçekleştirmek için şirketler yeni pazarlara, ucuz üretim mekânlarına, alanlarına ve zamanlarına yaratmaya girişirler. Böylece ulus devlet sınırlarını sarsan, esneten, hatta onu aşan küresel bir yönelim içine girer şirketler. Bu nedenle neoliberalizm ve küreselleşme birlikte ilerler. İktisadi saiklerle yeryüzü bir “evrensel köye” dönüşür.
Neoliberalizm, bugün muğlak tanımlamalara sahip olmakla birlikte temelde serbest piyasa ekonomisini küresel düzeyde yaymak, derinleştirmek, piyasaları kısıtlayan kurallardan kurtarmak, piyasa ekonomisinin giremediği eğitim ve sağlık gibi alanları özelleştirmelerle piyasalara açmak biçiminde iktisadi bir yaklaşım olarak tanımlanabilir.
Neo-liberalizm 1980’lerden bu günlere dek Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası gibi küresel örgütlerin ulus devletlerin Yeni Sağ politikaları ile uyumlu biçimde hayata geçirilmiş bir proje olarak da anılıyor. Yerel ve küresel şirketlerin kar amacı ile devinimini kısıtlayan devletler, emek örgütleri, toplumsal direnişler gibi dinamikleri zayıflatma amacına yönelik bir süreçtir.
Kapitalizm ve emperyalizmi, biri ülkeye ilişkin (yerel) öteki de dışsal (küresel) bir olgu olarak görmemek gerekiyor. Emperyalizm kapitalizmin tüm yerel dokularına dek nüfuz eder, yani kapitalizme içkin bir olgudur. Dolayısıyla ulusalcıların sıklıkla ifade ettiği “kapıları ve pencereleri kapatalım” fikri kapitalist üretim tarzı içinde işlemez. Küresel şirketler daima yerli mülk sahibi sınıflarla bağlantı içindedirler.
Birol Alğan: Neoliberal dönemde toplumsal ve mekânsal eşitsizliklerin artarak sürdüğüne ilişkin tespit ve eleştiriler yapılmaktadır. Sizin, bu mekânsal bölünme/ayrışma ve eşitsizlik süreçlerinin dinamiklerine ilişkin değerlendirmeleriniz nelerdir?
Kent mekânının üretim ve yeniden üretiminde, kent bilimci Tarık Şengül’e göre, “sermaye birikim süreci”, “sınıf çelişkileri” ve bu ilişki ve süreçlere doğrudan ya da dolaylı olarak müdahale eden “devlet” önemli bir rol oynamaktadır. Kapitalizmin bugün ulaştığı aşamada sermaye, kent mekânını üretim, dolaşım ve tüketim ilişkilerinin örgütlendiği bir yer olmaktan öte görmektedir. Kapitalizmin gelişme sürecinde, mekânın kendisi metalaşmış ve sermaye birikim süreçleri açısından yaşamsal bir önem kazanmıştır. Sermaye birikim sürecinin diğer bir yüzünü sınıf çelişkisi oluşturmaktadır. Mekânın kendisinin bir meta haline gelmesinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, mekân sınıf temelli siyasal süreçlerin de bir parçası haline gelmektedir. Gerek sermaye birikim süreçleri, gerekse sınıf çelişkileri ve tüm bu süreçlerin sonuçları kendisini pek seyrek olarak kent mekânında doğrudan göstermektedir. Çoğu durumda, devlet bu ilişki ve süreçlere doğrudan ve dolaylı bir biçimde müdahale ve aracılık etmektedir.
İkinci Dünya Savaş’nın ardından 1970’lerin krizine kadar süren dönemde, kapitalist sistemin birikim ve meşruiyet kaygıları ve emekçi sınıfların siyasal, toplumsal ve ekonomik talepleri doğrultusunda Keynesgil ekonomi politikaları ve refah devleti olgusu ile karşılaşılmıştır. Refah devleti politikaları, refah devleti kentlerini ortaya çıkarmıştır. İçinde, eğitim alanının da bulunduğu, kolektif tüketim konusu (konut, toplu ulaşım, eğitim, sağlık, kültür vb) etkin bir sınıfsal nitelik kazanmış, devletler çeşitli kaygılarla (reel sosyalizm ve emek mücadeleleri) halkın ekonomik ve toplumsal taleplerini, yurttaş hakları olarak dikkate almak ve kamusal alanda bu hizmetleri sunmak durumunda kalmışlardır.
Tüketimin kolektif niteliği iki koşulla açıklanmaktadır. Birincisi, bu kapsama giren mal ve hizmetlere tüm toplum kesimlerinin ulaşabilir olması iken, ikincisi, bunların kamu tarafından (kamuca finansmanı ve üretimi) sunulmasıdır. Bu dönemde kent planlaması önem kazanmış, kente yapılan yatırımlar artmış, işgücünün yeniden üretimine yönelik kamu tarafından üretilen kolektif tüketim mal/hizmetlerinde sürekli artışlar söz konusu olmuştur. Bu dönem kentleri, 1950’lerden itibaren büyük ölçüde standartlaşmış ve birbirine benzemeye başlamıştır. Söz konusu standartlaşmanın temelini kentsel yaşam maliyetini düşürerek, geniş kitlelerin yaşam standardını yükselttiği kabul edilen kolektif tüketim mal ve hizmetlerinin standartlaşması oluşturmaktadır. Şengül, refah devleti dönemini, kentleşme tarihinde emek gücünün kentleşmesi olarak adlandırmıştır.
Refah devleti ya da sosyal devlet döneminde kentin özgül nitelikleri ile tutarlı olarak eğitimin kitleselleştiği ve standartlaştığı gözlenmektedir. 1960–1980 arası dönemde Türkiye’de eğitim, ekonomik, toplumsal ve kültürel kalkınmanın bir parçası olarak görülmüştür. Bu bağlamda farklı eğitim planlaması yaklaşımları geliştirilmiş, tüm eğitim tür ve düzeyleri ekonomik planlama ve insangücü planlamasının gereklerini yerine getiren bir sistem olarak işlev görmüştür. Eğitim, ekonominin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştiren ve fırsat eşitliğini sağlayan bir sistem ve kamusal bir planlamanın parçası olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla toplumsal sınıfların iktisadi ve kültürel birikimleri farklılaşsa da, kamu okullarının genel olarak denk bir eğitim hizmeti sunarak toplumsal hareketliliğe hizmet ettiği söylenebilir. Bu dönemde okul içi mekânlar ve olanaklar, standartlaşmayı gösteren pek çok göstergeye sahip olmuştur. Eğitim, diğer kolektif mal ve hizmetler gibi finansmanı kamuca sağlanan ve kamuca sunulan hizmetler arasında yer almıştır. Öğretmen ve diğer eğitim çalışanları da bu dönemin özelliğine uygun olarak kadrolu/güvenceli konumda istihdam edilmişlerdir.
Kapitalizmin 1970’lerin ortalarından başlayarak girdiği krizler, sermaye birikiminin önüne dünya pazarlarına ve ucuz işgücüne erişim gibi bir çıkış yolu koymuştur. Kapitalizm bu krizlerden, adına küreselleşme de denilen ve neoliberal iktisadi ve sosyal politikalarla yürütülen yeni bir strateji ile çıkabilmiştir. Bu dönemde, mal ve hizmetlerin, üretim araçlarının, mali sermayenin dünyada serbestçe dolaştığı bir rejim uygulamaya konulmuştur. Neo-liberalizmin ekonomik ve siyasal kurulumunda IMF, Dünya Bankası, OECD ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel örgütler, ulusal pazarların sınırlarını aşmaya, refah devleti ya da sosyal devletin özellikle iktisadi alana müdahalelerini ve etkilerini azaltmaya yönelik çalışmalar yapmaktadırlar.
Refah devleti döneminde banliyöleşme, daha çok işçi sınıfı ve diğer kent yoksullarının kolektif tüketim ve kentsel planlama gerekleri doğrultusunda merkez dışına yerleştirilmesiydi. “Kolektif tüketim ve kent planlamasının gerilediği, merkezdeki ortak kamusal mekânların yerini tüketim ve eğlence merkezlerinin aldığı” neoliberal kent döneminde, banliyöleşme ise, “daha çok kentin görece refah içindeki kesimlerinin metropolün sıkışıklığından, karmaşık ve güvensizliğinden, kendileri için inşa edilen konforlu ve güvenlikli özel sitelere kaçışı biçiminde gerçekleşmektedir.
1980’li yılların ortasından itibaren ortaya çıkan yeni siyasal dengeler ve ekonomik yapılanmalar, kentleşme süreçlerinde sermayenin giderek hegemonyasını kurduğu kentleşme dönemine yönelimi doğurmuştur. Kuşkusuz sermaye, kapitalist kentleşme süreçlerinin en asli unsurudur. Bununla birlikte bu son dönemde, daha önceki dönemin kentsel hizmetleri, kent yoksulları lehine düzenleme stratejileri terk edilerek, maliyetin altında hizmet sağlama stratejisi, bütün yerel yönetimlerin politikası haline getirilmiştir. 1980’lerin başından itibaren kentlere yapılan yatırımların büyük bir kısmı, özel sektöre verilen ihaleler yoluyla gerçekleşmiş, kentsel yatırımlar sermayeye kaynak aktarımının önemli bir aracı haline getirilmiştir. Kent merkezleri çeşitlenip dağınıklaşarak büyürken, plazalar, iş ve alışveriş merkezleri, kent merkezlerini tanımlayan en önemli öğeler haline getirilmiş, Migros ve Carrefour gibi uluslar arası nitelikte olanlar da dahil olmak üzere, büyük kentlerin merkezlerinde ve çevresinde hipermarket bölgeleri ortaya çıkmaya başlamıştır. En genel anlamıyla, bu etki bir yandan sınıfsal kutuplaşmaları en üç noktasına iterken, sadece işçi sınıfı değil, aynı zamanda orta sınıflar açısından da kent mekânı, daha karmaşıklaşmış bir sınıfsal harita oluşturmaya başlamıştır. Zengin gettoları, “sağlıksız, güvenliği olmayan, kirli çevre içinden kaçış”la oluşmuştur. Şengül’e göre, her dönemde kentleşmeye damgasını vuran, kullanım değeri merkezli bir kent mekânı anlayışı ile değişim değeri merkezli bir kent anlayışı arasındaki mücadelede ikinci anlayışın hegemonyası ile kurulmuş gözükmektedir.
Birol Alğan: Neoliberal dönem uygulamaları, eğitim alanını ve politikalarını nasıl etkilemiştir? Sizce bu dönemde oluşturulan eğitim politikaları toplumların taleplerini yeterince karşılıyor mu ve toplumsal uzlaşıya dayanıyor mu?
Önceki soru ile bağlantılı olarak öncelikle kent okullarının mekânsal ayrışmadan nasıl etkilendiğini açıklayalım dilerseniz. Kent mekânları içindeki sınıfsal kutuplaşmaların, eğitim hizmetlerinin üretiminde önemli bir değişken olarak işlev gören Bourdieu’nun kavramsallaştırması ile “kültürel sermaye” farklılaşmasına yol açtığı bilinmektedir. Bourdieu, kültür alanı içinde habitusu özellikle tercihler, beğeniler, siyasi kanaatler, dil, bedenin kendisiyle ilgili yaşam tarzları olarak geniş bir kapsamda ele almıştır. Kişiler, yani eyleyiciler, özel bir tarihin olduğu kadar kolektif bir tarihin de ürünüdürler ve düşünce kategorileri, algı şemaları, değerler sistemi, toplumsal yapıların etkisi altındadır. Bourdieu, Marksizmden farklı olarak sermayeyi, ekonomik, kültürel, toplumsal ya da simgesel olsun bütün iktidar biçimlerini ele alacak biçimde kullanmaktadır. Sosyal sermaye, az çok kurumsallaşmış olan, karşılıklı arkadaşlık ve tanıma ilişkileriyle kurulmuş dayanıklı bir ağ ile ilintili gerçek veya potansiyel kaynakların toplamıdır. Kültürel sermaye sözel beceri, genel kültürel farklılık, estetik tercihler, eğitim gibi geniş çeşitlilik gösteren olanakları kapsar. Bourdieu, eğitim sermayesinin, statünün belirlenmesinde oynamaya başladığı role büyük önem vermektedir.
Kültürel sermaye farklılaşmasına dayalı etki, refah devleti dönemi okullarında da gözlenmiştir. Zira toplumsal sınıflar ve tabakalar var oldukça toplumsal farklılaşma gözlenecektir. Bu bağlamda, her iki dönemde de öğrenci başarısı, “aile etkisi” ya da daha geniş bir bağlamda kültürel sermaye birikiminden büyük ölçüde etkilenmektedir. Varsıl kent sakinlerinin yaşadığı bölgelerdeki okulların merkezi sınavlarda daha yüksek başarı göstermesinde, bu değişkenin etkisi göz ardı edilemez. Ancak toplumsal sınıflar ve tabakalar arası kutuplaşmayla birlikte eğitimde neo-liberal politikalarla merkezi bütçe kaynaklarının azaltılması ve okulların bütçe dışı kaynak arayışına yönlendirilmesi, kamu okulları arasındaki makasın daha da açılmasına yol açmıştır. Okullara iki yönden gelen bu etkiler, eğitim alanındaki eşitsizlikleri çok ciddi biçimde derinleştirmiştir. Artık kentlerde, kent varsıllarının okulları (rekabetçi, kaynak yaratan, çeken okullar) ile kent yoksullarının okulları”nı (rekabet edemeyen, kaynak yaratamayan, iten okullar) birbirinden farklı özellikleri ile tarif etmekteyiz.
Türkiye’de milyonlarca öğrenci ve bir milyon dolayında öğretmenin zamanının önemli bir kısmını geçirdiği okullar, büyük ölçüde kapitalist sahnenin ideolojik ve politik işlevini yerine getirmeye çalışırlar. Okullar sadece meslek edinimi üzerinden ekonomik alt yapının değil, din, aile, ideoloji ve yurttaşlık gibi politik üst yapının da koşulladığı kurumlar olarak tüm eğitim öznelerinin varoluşlarını ve arzu akışlarını çerçevelerler. Okullardaki altyapı ve üst yapı ilişkisi diyalektik olduğu kadar da ilişkiseldir.
Okullar, kapitalist sembolik düzenin içinde akıl yoluyla ayakta kalmanın yollarını öğretirler, hem zorun hem de rızanın üretimi ile. Bu öğretme ve öğrenme deneyimleri, hem üretime hem de tüketime yöneliktir. Öğrenciler, kendi güçleri, olanakları ve sınırları ile üretim ve tüketime dahil olmazlar, eğitim içeriği daha çok aile, devlet, piyasa, gelenek vb. gibi etkenlerin dolayımı ile oluşturulmak istenir. Bununla birlikte bu dış etmenlerden özerk ve soyut bir birey anlayışı varmışcasına hareket edilir.
Okullarda bir yandan insanlar arasındaki sınıf ve kimliğe ilişkin farklılıklar görünmez kılınmak istenir, bir yandan da zenginler ve egemen kimlikler doğal ve meşru görülürler. Çünkü bu farklılıkların kaynağı, zekâ ve yetenek farklanması ile açıklanır. Bireyci, hırslı, bencil ve rekabetçi bireyler okullarda da bir yarışa girerler ve başarılı olanlar diplomalarla ödüllendirilir. Ne var ki diplomaların istihdamla bağı giderek kopmuştur. İnsan sermayesi kuramı ve diğer denencelerin varsayımları, yüksek işsizlik oranları karşısında açıkça sorgulanmaktadır. Çünkü eğitimlilerin işsizliği ve genel işsizlik ciddi bir toplumsal sorundur. İş olanaklarının giderek azalması, toplumsal ayrımcı bir uygulamanın da önünü açmıştır. İşsizlik kapitalizme içkin bir sorunken işsizlik eğitimle, bireylerin eğitimle ilgili kararlarının yanlışlığı ile açıklanmaya çalışılmaktadır.
Eğitimin diploma, iş, meslek ve gelirle ilişkili bir toplumsal kategori olduğu savı bugün tartışmalıdır. Bunun en temel nedeni eğitim ve istihdam arasındaki bağın zayıflaması ve eğitimlilerin işsizlik oranlarının giderek artmasıdır. Eğitimin ekonomik işlevindeki daralma, devletteki dönüşüme koşut olarak onun politik ve kültürel işlevinin öne çıkmasına yol açmaktadır. Bu yönelim doğru ise eğitim alanı ve okullarda devlet ve piyasa baskıları arttıkça, karşı politik arzu akışları, karşılaşmalar, kesişimler ve ilişkiler daha da görünür olacaktır.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince eğitimin ekonomi-politiği ve kültürü etkin güçlerin karşılaşmaları sonucunda inşa edilir. Güçler birbirlerine denk hale geldiğinde uzlaşmalar oluşur ve eğitimin yapı, süreç ve iklimi bu uzlaşmalara göre en geniş toplumsal katılım sağlanacak biçimde dönüşür. Ancak hem sınıfsal hem de kültürel olgular, devletin de taraf olduğu egemen sınıf ve kimliklerin etkin oluşu ile tamamlandığında ne emekçilerin, ne yurttaşların ne de tüketicilerin bakış açıları karar süreçlerine dahil edilir.
Birol Alğan: Neoliberal süreçte muhafazakârlığın arttığına ilişkin tespitler yapılmaktadır. Sizce neoliberalizm ve muhafazakârlığın birbirlerini yeniden üretmelerini sağlayan etkileşim dinamikleri nelerdir?
Neoliberalizm bir yandan çalışma ve emek süreçlerinde en hoyrat ve en nobran uygulamalarını hayata geçiriyor. Bu bağlamda bir işi olsun ya da olmasın, emek süreçlerine dair ayrıştırıcı, hiyerarşik ve eşitsiz uygulamalar gündelik yaşam kültürüne nüfuz ediyor. Diğer yandan toplumsal yaşamın her alanını adım adım muhafazakârlaştırmaya, dini referansları yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bu anlayışın etkisi öğretmen davranışlarına, eğitim programlarına, ders kitaplarına, okulun simgesel mekânsal tasarımlarına, toplumsal ilişkilere yansımıştır. Kültürel bir iktidar kurulamamış olsa da okulun seküler kesimlerinin sessizliğinden anlaşılmaktadır ki bu kesimlerin okul içi süreçlerde etkinliği kırılmıştır.
Oysa bu politikalar ve uygulamaların aksine kamusal eğitim, çoğulluğu esas alarak farklı seslere kulak verir; bu talebi dillendirenleri tanır ve bunlara uygun düzenlemeleri hayata geçirir. Dersin içeriğinde, geniş bir toplumsal uzlaşı olmadığı takdirde, “zorunlu din dersleri” uygulamasının, kamusal eğitim anlayışı içinde yeri yoktur. Laiklik, kamusal eğitimin en önemli ilkelerinden biridir. Ortak bir masa etrafında oturabilmenin temel koşulu laikliktir. Devletin dinle hiçbir organik ilişki kurmadığı, bütün inançlara aynı mesafede durduğu, inananların inançlarının gereğini engelsizce yerine getirme ve dini inancı olmayanların inanmama özgürlüğünün korunduğu bir laiklik anlayışı, insanları masanın etrafında oturmaya ve tartışmaya hizmet eder. Türkiye’de, devletin din işlerine yaklaşımı konusunda ikili bir deneyim yaşanmıştır. Birincisi, 1980 öncesi resmi laiklik dönemi, ikincisi ise siyasal İslam’cı dönemdir. Bu deneyimler, tarihsel olarak öğretici derslerle doludur. Tüm bu deneyimlerde resmi eğitim anlayışı, her durumda “öteki” yaratmıştır. Bu nedenle özgürlükçü bir laiklik anlayışına ihtiyaç vardır ve bunun tarihselleşmesi mümkündür.
Okulların, sınıf, toplumsal cinsiyet ve etnik bağlamda ayrıştırılmasına, laik okullar/İHO ayrımı da eklenmiştir. İlkesel olmaktan uzak bu ayrıştırıcı biçimiyle eğitim, çok parçalı, şekilsiz ve çelişkili bir nitelik taşımaktadır. Bu gelişimin kuşkusuz kapitalist işbölümü ve dar uzmanlaşma ile ilişki vardır. Ne var ki bu süreç toplumsal kutuplaşmayı da beslemekte ve derinleştirmektedir. İşsizliğin giderek yaygınlaştığı, iş bulma olanaklarının siyasal iktidara yakınlığa bağlandığı bir süreçte, üretim süreci ile bir ilişkisinin olmamasına karşın, imam hatip okulu mezunu olmanın bütün kapıları açan bir kartvizit olduğu algısı hızla yaygınlaştırılıyor. Ayrıştırıcılığın bu niteliğine karşı laiklik savunulmalıdır.
Siyaset kuşkusuz okullarda etkili oluyor ama yaşama dair etkiler sadece biyoiktidardan gelmiyor, biyo-politikanın farklı kaynakları var. Bu nedenle kültürel iktidarın imkânsız oluşundan söz edilebilir. Çünkü okullarda ve diğer kamusal ve özel alanlarda, hayat sonsuzca akıyor, gündelik hayatlar, yapıp etme biçimleri, anlam dünyaları farklanıyor ve karşı hegemonya mücadeleleri yükseliyor.
Birol Alğan: Sizce neoliberalizme geçiş sürecinin yükseköğretim alanına olan etkileri neler olmuştur? Öğrencilerin yükseköğretimden yararlanma koşulları ve öğretim üyelerinin çalışma koşulları bu süreçten nasıl etkilenmiştir?
Üniversiteler ve okullar kapitalizmin ideolojik aygıtları olarak programlanmışlardır. Kapitalist aksiyomatik, kurallar ve normlar ile devletin kodları bu eğitsel politik mekânları kuşatırlar. Ancak hayatın çoğul dinamik akışları kurallara ve kodlara sığmaz, bunlara kayıtsız hale gelen zihin ve duygu akışları üretilir her zaman. Yaşamın akışları, olumsallıkları, yapabilirlikleri sonsuzca yeni öznellikler üretir. Bu nedenle zaman zaman devreye giren askeri ve sivil darbeler moleküler oluşları yeniden formatlamak ister, onları molar yapılara bağlamaya çalışır.
1980 sonrası dönem üniversiteleri ‘şirket üniversiteye” ve “üreticilere, tüketicilere ve yurttaşlara değil, devlete/siyasal iktidara sadakat gösteren kurumlara” dönüştürdü. Akademisyenlerden de tekno-parklar, piyasa benzeri işlerin yapıldığı birimlerde akademik kapitalistler olmaları beklendi. Kuşkusuz bu istek tam olarak hayata geçmese de üniversitede bir etki yarattı. Bu etkiden en çok zarar gören akademik birimler sosyal bilimlerle ilişkili bölümler oldu. Sağlık ve fen bilimleri uygulamalı boyutlarıyla piyasalar ile eklemlendi. Öğrenciler hayatın anlamının ne olacağı sorusundan çok hayatını nasıl kazanacağı sorusunun peşine düşerek “her şey diploma için” anlayışına teslim edildi. Akademisyenler, üniversite içi güç ilişkileri, ders ücretleri ve projeler ile ilgilenir oldu. Üniversiteler için bu süreç oldukça yabancılaştırıcı ve boğucu bir dönemdi. Üniversitelerin özelleştirilmesi, vakıf üniversiteleri kılıfı içinde pazarlanması dönemin en temel özelliklerinden oldu.
Birol Alğan: Neoliberal süreçte işlendirme/istihdam ve çalışma koşullarında hangi değişiklikler meydana gelmiştir? Bu değişiklikler hakim ekonomik yapıda toplumun en çok hangi kesimlerini olumsuz olarak etkilemektedir?
Tarihsel kapitalizmin farklı evreleri istihdam politikalarında da farklılıklara yol açıyor. Refah devleti döneminin Fordist üretim örgütlenmesi, büyük fabrikalarda binlerce işçinin birlikte çalışması, görece katı istihdam politikaları (ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence, sendikalaşma, yükselme ve eğitim olanakları vb) ile emek sürecine dahil oluşuna karşılık geliyordu. Neoliberal dönem post-Fordist esnek emek süreçlerine geçişe yol açtı. Esnek istihdam politikaları emeğin haklarını geriletiyor, sendikal örgütlenme gücünü kırıyor. Esnek işgücü piyasası koşulları; ücretlerde, zamanda, mekânda, işin niteliğinde, işlevlerde esneklik anlamını taşıyor, işgücü piyasalarının katılıkları derinden törpüleniyor. Yani emek hakları büyük ölçüde gerilemiş durumda, sendikalaşma oranı da çok düşük.
Daha önce ifade ettiğimiz bir şey vardı. Dört gençten birinin işsiz olduğu gençlerin işsizliği önemli bir sorun, iş aramaktan yorulmuş ve mümkün olsa başka bir ülkeye göç etmeye hazır bir gençlik profili var. Ancak işsizlik çok daha genel bir sorun ve kapitalist üretim tarzı ve kapitalist devletin istihdam politikası ile ilişkili. Son dönemde geniş tanımlı işsiz sayısı ve iş kaybı Haziran’da 14.2 milyona yükselmiş durumda.
Üretim yeniden üretim, kapitalist ölçülere göre iş ve işsizlik gibi kavramları da irdelememiz gerekiyor. Örneğin işsizliğin kadınlar üzerinde etkisi büyük. Üç kadından ikisi istihdam sürecinin dışında. Bu olgu kadınların hiç iş yapmadığı, üretim dışı olduğu anlamına gelmiyor; yeniden üretimin içindeler. Bu ayrımlar da gerçeği anlamamıza yetmiyor. Kadının emeği görünmeyen bir emek türü.
Hardt ve Negri’ye göre (İmparatorluk adlı eseri) “Emek, ister maddi ya da maddi-olmayan emek, isterse kafa ya da kol emeği olsun, toplumsal hayatı üretir, yeniden üretir ve bu süreçte sermaye tarafından sömürülür. Biyo-politik üretimin bu geniş çerçevesi sonuçta proletarya kavramının genelliğini kavramamıza imkân verir. Biyo-politik bağlamda üretimle yeniden üretim arasındaki ayrımın zaman içinde ortadan kalkması, bir kez daha zaman ve değerin ölçülemezliğine ışık tutar. Emek fabrika duvarları dışına çıktıkça, çalışma gününün herhangi bir ölçüsüne ilişkin bir kurguyu savunmak ve böylece üretim zamanıyla yeniden üretim zamanını ya da çalışma zamanıyla boş zamanı birbirinden ayırmak giderek zorlaşır. Biyo-politik üretim alanında gümbür gümbür çalışan saatler yoktur; proletarya bütün genelliğiyle, her yerde, bütün gün boyunca üretir”.
Hardt ve Negri’nin yaklaşımını biraz daha somutlaştıralım. Sayıları giderek artan işsizler okyanusu, salt sözleşme ve ölçü düzeninden haksızca dışlanmaları nedeniyle üretim alanı dışına itilmiş oluyor. İşsizin ücretli emek dışında kaldığı için sıfır düzeyinde bir yaşam sürdüğü varsayılıyor, işsizler böylece ölçü birimine uymadığı için değersizleştiriliyor. İşsizin kayıt dışında yaptığı işler de yok sayılıyor. “Kayıt dışı”nda ciddi bir üretim alanına karşılık gelen kadın emeği, köylü emeği, çocuk emeği, yaşlıların emeği, göçmen emeği, kapitalist ölçü birimi içine sokulamayan tüm emek biçimleri gözden ırak emek kategorilerini oluşturuyor. Örneğin feminist teoride kadının emeği bu nedenle “görünmeyen emek” olarak değerlendirilmiştir. Evde üç öğün yemek hazırlığı, evin derlenip toparlanması, temizliği, çocukların ve yaşlıların bakımı, ekmek yapımı, kış günleri için gıda hazırlığı, çocukların eğitimine destek gibi bizatihi üretim faaliyeti olan alanlar artık gözler önüne seriliyor. Bu olgu karşısında yeni bir zaman kavrayışına ikna olabilirsek zamanı çoğul toplumsal bedenin (çokluk) hareketlerinde vücut bulan ve yaşayan kolektif bir deneyim olarak algılayabiliriz.
Zamanı ücretli emek düzeni içinde ya da dışında kolektif bir deneyim olarak algılamak bizler için de yeni bir olgu. Yeni zamansallık anlayışımızla, çoğul emek kategorileri için, somut, pratik, teorik ortak politik bir eğilimi bütünlüklü biçimde ortaya çıkabiliriz. Hardt ve Negri’ye göre zaman, artık aşkın bir ölçü ve bir önsel tarafından belirlenmez. Zaman artık üretim ve yeniden üretim içinde çoklu emeğin doğrudan varoluşu ile ilgilidir. Emeği sözleşme ve hesapla ölçmek mümkün değildir. Zaman yeniden tamamen kolektif varoluşa tabi hale gelmiş ve böylelikle çokluğun ortak faaliyetine ait olmuştur.
Endüstriyel işçi sınıfı kapitalizmin bir evresinin en görünür olgusu idi. Emek örgütleri de mücadeleyi bu olgu ile karşıtlık içinden ördü. Ne var ki yaşamın akışına dair yeni öğrenmelerimiz ücretli emek süreçlerinin altında ve arkasında yatan kaynayan pek çok olguyu açığa çıkardı. Kuşkusuz endüstriyel proletarya oransal olarak azalsa da varlığını sürdürüyor belli sektörlerde. Erkeği ve kadını fabrikalara dahil eden bir emek sürecine karşılık geliyor. Ancak sanayi proleteryasına yeni emek süreçleri eklenmiştir. İşçi sınıfının bireşiminde farklanmalar olmuştur; öte yandan bizler de hayatın farklı veçhelerini gözlemlemeye başladık. Böylece “proletarya” deyince emeği sermaye tarafından dolaylı ve doğrudan sömürülen herkesi kapsayacak biçimde genel bir kavram olarak ele almaya başladık. Yaşamın bir anında işi olan bir anında işsiz kalan işsizler okyanusunu, kadınların görünmeyen emeğini, kayıtlara girmeyen göçmen emeğini, mevsimlik işçilerin çocuklarının emeğini, çocuklara bakan yaşlıların emeğini ve görünmeyen diğer emek biçimlerini farkediyoruz. Yani biyo-politik üretim bir genellik taşıyor.
Birol Alğan: Sayın hocam, Neoliberalizmin eğitim üzerindeki etkilerine ilişkin olarak yaptığınız kapsamlı ve değerli açıklamalar için teşekkür ediyorum.

& quot;

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Yaşam Bilimleri Yazıları