Fatih KESİK Yazdı
Kategori: Felsefe-Mantık - Tarih: 28 Temmuz 2020 23:02 - Okunma sayısı: 2.537
Kökenlerini Antikçağda Sofistler ve Sokrates arasındaki tartışmalara kadar geri götürdüğümüz rasyonalizmi, Platon’un “idealar” kavramında soyutlamak mümkündür. Ancak rasyonalizmin epistemolojik bir kavram olarak ortaya çıkışı, modern çağda Descartes ile başlatabiliriz. Bilgi edinmede öznenin yetilerine duyulan şüphe, dış dünya ve özne arasında bir ayrıma dolayısıyla da ontoloji ile epistemoloji arasında bir ayrıma neden olmaktadır. Böyle olunca da dış dünyanın bilgisini edinilmesi, öznenin kendisinden yani duyulardan değil akıldan yola çıkarak gerçekleştirilmektedir. Locke, Hume, Berkeley’de gördüğümüz empirizmin birincil ve ikincil nitelikler ayrımı ile öznenin bilgisi, Antikçağdan beri genel kabul gören öznenin bilgide temsil eden bir özne değil, Kant ile birlikte artık özne, kurucu bir özneye dönmektedir.
Dolayısıyla da bu durum, etik bir bilginin temeli olan epistemik öznesinin temellendirilmesi gerektirmektedir. Bu bağlamda, Antikçağda Aristoteles’te zirveye ulaşan erdem etiği olarak kavramsallaştırılan rasyonalist etiğin, ereksel olarak mutluluğu temel aldığını görürüz. Modern çağda Kant ile birlikte bu rasyonalist etiğin, daha çok bilimin doğa nedenselliğine karşı öznenin özgürlüğünü temellendirme noktasında mutluluğun geri planda kaldığı ödev etiğinin ortaya çıkışını görmekteyiz. Modern çağda rasyonalist felsefenin doruk noktasını oluşturan Hegel’in düşüncesinde etik, özgürlük ve mutluluğun sentezini oluşturduğunu görmekteyiz.
Genel olarak epistemik temelinden hareketle etik düşüncenin tarihine baktığımızda duyumlardan yola çıkarak Antikçağda Sokrates-Platon ve Aristoteles’ten itibaren gelişen rasyonalist etiğin modern çağda Kant ve Hegel’e uzanan etik düşüncelerinin karşısında yine Antikçağda Demokritos, Sofistler ve Epikuros’tan modern çağda Bentham’a kadar uzanan hazcı ve faydacı bir geleneği de belirtmemiz gereklidir. Öte yandan rasyonalist geleneğe karşı Schophenauer ile başlayıp Nietzsche ile devam eden irrasyonel gelenek, akla karşı iradeyi ön plana çıkararak akıl ile irade arasındaki özsel bağlantının ayrılmış olduğunu da ifade edebiliriz. Bu yazıda daha çok Aristoteles – Kant – Hegel çizgisini oluşturan rasyonalist etiği inceleyeceğiz.
İnsanın öz-bilince sahip olması, onun aynı zamanda türsel bir varlık olduğu, kendisini insanlığın bir temsilcisi olarak görmesi Hegel’in deyişiyle ifade edersek somut evrensel bir varlık olması demektir. Ancak bu öz-bilincin ortaya çıkışı felsefe tarihinde modern çağda gerçekleşmektedir. Antik Yunan düşüncesi açısından baktığımızda Aristoteles’in insanı zoon-politikon başka bir deyişle toplumsal-siyasal bir varlık olarak ele alması, bireyi yurttaşlık bağları ile siteye bağlı bir şekilde düşünüldüğünü, sitenin dışında bireysel bir varlığın olmadığını ifade etmekteydi. Helenistik dönem ile birlikte, site devletlerinin İskender’in fethi ile başlayan imparatorluk topraklarına karışması, bireyin yurttaşlık bağlarından yavaş yavaş koparak bireysel bir varlık olarak düşünülmesine yol açmış ve öte yandan bu bireycilik, Stoa felsefesinde karşılığını bulan kozmopolis (dünya yurttaşlığı) kavramı ile kendini tümel olana zayıf bir bağ ile bağlamıştı. Diğer taraftan ulus bağlarını aşan bir insanlık düşüncesi, Ortaçağın Hıristiyanlık düşüncesinde Tanrı karşısında insanların eşitliği düşüncesi ile karşılaşsa da Tanrı karşısında bağımsız bir öz bilincin ortaya çıkışı için henüz erkendir. Rönesans’tan itibaren, bilimin elde ettiği başarılar nedeni ile artık Kilisenin hakikatinden kuşku duyulmaya başlanarak, sosyal alanda Antikçağın bireyselliğin yeniden keşfedilmesi gerçekleşir. 17. yüzyılda Descartes ile birlikte, bireyselliğin epistemik koşullarının temellendirilmesine girişilmektedir. Öznelliğin, öz-bilincin ortaya çıkışı, bireyin kendi dışındaki dinsel otoritelerden değil; doğrudan kendisinden hareketle kendi dünyasını kurması modern çağda ortaya çıkmıştır.
Aristoteles ve Mutluluk
Nikomakhos’a Etik’e “her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylem ve tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür” diye başlayan Aristoteles, iyiyi “her şeyin arzuladığı şey” olarak tanımlar. Yine Aristoteles, aradığımız iyinin veya “yapılanlarda kendisi için istediğimiz, başka şeyleri de onun için istediğimiz amacın” “mutluluk” olduğunu söyler. Mutluluğa nasıl erişilir?
Aristoteles, mutluluğun başlıca haz, politika, ticaret ve teoria olarak sınıflandırdığı yaşam şekillerinde olduğunu, ancak insanların mutluluktan anladıkları şeyin ve mutluluğa götüren araçların farklı olduğu saptamasında bulunur. Bu nedenle tek tek bireylerden yola çıkarak Aristoteles, kapsayıcı ve genel bir mutluluk tanımına insan doğasına referans ile mutluluğa ulaşılabileceğini ileri sürer. Varlığı madde-form ilişkisi içerisinde ele alan
Aristoteles, ruhun bedenin formu olduğunu ve işlevini yerine getirmekle ereğine ulaştırdığını ifade eder. Potansiyel halde bulunan ereğin aktüel hale gelmesi ile amaca ulaşılmış olur. Ruhun metaforik olarak bitkisel, hayvansal ve insansal olmak üzere üç parçadan oluştuğunu vurgulayan Aristoteles, etiği ilgilendirenin daha çok hayvansal karakterli arzular ile akıl arasındaki gerilim olduğunu düşünmektedir. Dolayısıyla arzular söz konusu olduğuna iradenin aklın rehberliğinde tercihte bulunması ve eylemesi gerekmektedir.
Mutluluk bir erektir ve ereğe ulaşmak için eylem gereklidir. Bu eylem, insanın doğasına uygun eylem ile mümkündür. Ereğe ulaşmak, tamlık mükemmellik demektir. Aristoteles, insanın doğasına uygun eylemde bulunmasını erdem (arete) olarak adlandırır. Mutluluğun hazda mı yoksa akılda mı olduğu tartışmasına Aristoteles, hazzın eylemlerimize eşlik ettiğini, etkinlikleri tamamladığını dile getirir. Aristoteles, “erdemi sevenlerin yaşamı, bir takı gibi hazza ayrıca gereksinim duymaz, hazzı kendi içinde taşır” diyerek haz ve mutluluk arasındaki ayrımı daha bütüncül rasyonel bir noktaya taşımaktadır.
İnsan doğasını akıl ve arzular arasındaki bağlantıdan dolayı erdemleri karakter erdemleri ve düşünce erdemi olmak üzere ikiye ayıran Aristoteles, karakter erdemlerinin daha çok pratik ile geliştirileceğini vurgular. İlkesi olduğundan başka türlü nesneler ile ilgili olan etiğin sanat gibi bir nesnede değil, bireyin eyleminin kendisinde yoğunlaştığı için, enine boyuna düşünmeyi, hesap etmeyi gerektirir. Pratik bilgelik olarak adlandırılan bu durum, tümelden hareketle, tek tek olaylar hakkında karar vermeyi, tercihte bulunmayı ve iradeyi gerektirir. Genel olarak Platon’nun ölçülülük ve cesaret erdemini daha da soyutlayan Aristoteles, karakter erdemlerinin özünü iki aşırı uç arasındaki rasyonel ortayı bulma, orta olma (mesotes) şeklinde dile getirir.
Aklın erdemi, ilkeleri olduğundan başka türlü olamayacak nesneler ile ilgili olan teorik etkinlik, zorunlu, ezeli ve ebedi tümelleri kapsamaktadır. Köken olarak Tanrının bakışı anlamına gelen theoria, Tanrıların onuruna düzenlenen etkinlikleri, oyunlara katılmayıp tribünden izleyenlerin faaliyeti için kullanılması da theoria faaliyetinin özündeki kuşatıcı bakışı imgelediği açıktır. Aristoteles Nikamakhos’a Etik’te teorik faaliyetin vermiş olduğu önemi şu şekilde açıklar:
Oysa us etkinliği teori ile ilgili olduğundan ötürü, erdemce farklılık taşır, kendisi dışında hiçbir hedefe yönelmez, kendine özgü bir haz taşır Demek ki, bir insanın tam mutluluğu bu olsa gerek …us, insandaki tanrıca bir şey ise, usa uygun yaşam da insan yaşamındaki tanrıca bir şey olacaktır. İmdi, insan olduğumuzdan insanla ilgili şeylerle, ölümlü olduğumuzdan ölümlülerle ilgili olan şeylerle ilgilenmemizi öğütleyenleri dinlememeli; kendimizi olabildiğince ölümsüzleştirmeli, bizdeki en üstün şeye uygun yaşamak için her şeyi yapmalı. … Asıl olan, en iyi olan o ise, her bir kişiyi o kişi yapanın da us olduğu görülse gerek. (Aristoteles, 1997: 214)
Aristoteles’in teorik mutluluğu Tanrısal olarak betimlemesinin arkasındaki mantık daha çok bizim farkında olduğumuz varlık alanını genişletmesi, bütüncül bir bakış sağlaması ve en genelin bilgisini vermesi nedeniyledir.
Kant
Doğa bilimlerinin olmazsa olmaz ilkesi nedensellik ilkesinin insan doğasına yansıması, özgürlüğün ortadan kalkmasıdır. Oysa özgürlük, ahlakın temel kavramlarından birisidir; çünkü özgürlük yoksa eylemlerimizin bize aitliğini ya da sorumluluğunu düşünmek olanaksızdır. Öte yandan eğer eylemlerimizi belirleyen bir ilkenin olmaması da eylemleri amaçsız askıda bir varoluşa dönüştürürken aynı zamanda Platon’dan beri var olan “iyi”nin ortadan kalkması ve sadece iradenin seçimlerine dönüşür. Dolayısıyla doğa nedenselliğinden bağımsız, eylemlerimizin belirleyicisi ahlaki bir yasa olmalı ki nedensellik ve özgürlük olanaklı olsun.
Aklın eylemlerimizi belirlemesi, istemelerimize yasa koymakla mümkündür. Özetle istemek, bir şeyi istemektir; içerikli bir isteğin doğa nedenselliğine bağlı olduğunu bu nedenle de isteği belirleyen yasanın biçimsel olması gerekliliği ortaya çıkar. Böyle olunca da Antik Yunandan beri geçerli olduğu düşünülen mutluluk etiği, yeterince ahlaki olamaz; çünkü bu ilkeler, ben-sevgisi ya da kişinin kendi mutluluğu ile ilgilidir, doğa nedenselliğine tabidir. O halde biçimsel bir isteme, özgürlüğü mümkün kılabilir. Kant’ın ahlakın birinci ilkesi şu şekildedir: İstemelerimizin ilkesi, genel bir yasa şeklinde olmalıdır. Buradan hareketle hem doğa yasasından bağımsız olmakla negatif bir özgürlük, hem de aklın istememize yasa koyması ile pozitif özgürlüğe ulaşılır. İstemek, bir şeyi istemek olduğu için bütün istemelerimiz içeriklidir. Bu nedenle içerikli istemenin nesnesi ancak iyiyi istemek olabilir; çünkü geneldir ve kapsayıcıdır. İstediğimiz şeyi, herkes için istiyoruz aksi takdirde bencilizdir. İyiyi istemek ödevdir. Ödev, ahlak yasasına saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğudur ve eylemlerimiz sadece ödeve uygun olmamalı, ödevde dolayı olmalıdır. Kendimizi eyleme belirleme yetisi isteme olduğu için istememimiz nedeni amaçtır ve bu amaç akıl tarafından verilir. Yine bu amacın gerçekleşmesini sağlayan şeyler ise araçtır. Diğer insanlar da akıl sahibi varlıklar olarak amaç koyma yetisine sahiptir. Bu nedenle, insanların eylemlerde araç değil amaç olarak görülmesi gereklidir. Üçünü olarak istemenin nedeninin ödevden dolayı olması için kişinin kendisini aynı zamanda yasa koyucu olarak da görmesi gerekir. Kişinin eylemlerinde bu üç ilkeyi gözeterek ödeve uygun olarak davranması ile ahlaklılık ve özgürlük mümkün görünmektedir. Kant için mutluluk, ikincil plandadır. Önemli olan mutlu olmaya yaraşır olmaktır.
Hegel
Ahlaki bilincin mutluluktan vazgeçmeyeceğini ileri süren Hegel, mutluluğun mutlak amacın dışında bırakılamayacağını ileri sürer; çünkü doğa, insanın kendini gerçekleştirdiği materyali oluşturur. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde bütün umutların yönlenmiş olduğu mutluluk için sadece “mutluluğa yaraşır” olan eylemin yapılması, akıl için çelişki barındırır. Birey, Hegel’e göre evrensel bir kendi için kendidir. Bu bakımdan öz-bilinç ahlaki tözü oluşturmaktadır. Öz-bilincin özgürlüğünde, onun istemesi ile edimselliği arasında bir tutarsızlığın ya da çelişkinin olmaması beklenir. Sıradan birisi için ödev, başkasının bilincinden ibarettir. Yasa, sıradan birisi için “kendisi içinlik” bir anlam taşımaz; o başkası içindir; bu nedenle de öz-bilinç taşımaz. Kant’ta her ne kadar otonomi olsa da birey ahlak ve doğa olarak ikiye ayrılmış bir görünüm sergiler. Hegel’e göre ahlak ve doğa arasındaki orta terim, davranış ya da edimselliktir. Ödev, içeriğe yani edimselliğe ilgisiz başkasının bilincine işaret ederken aynı zamanda yasanın gerekliliği taşımaktadır. Aynı şekilde, ödevin karşıt kutbu olarak “yerine getirme” ise “benim” özbilincimi imlerken içerisinde olumsallığı barındırdığı gözlenir. Ödevi yapmanın başkasına düşmesi, eksik ahlak bilincini oluşturmaktadır. İstemek, duyusallıktan etkilenmek demektir; öz-bilinç, burada mutluluğu dışarıdan, yani tanrısal kayradan beklemektedir. Dolayısıyla öz-bilincin mutluluğa bakışı olumsal kalmaktadır. Edimselliği yapan bilinç, ödevi dile getiren bilinç tarafından tasarımsal bir bilince dönüşmekle, kendisi için bir varlık olmaktan da çıkar. Saf ödevi düşünen bilincin davranışı ve özgürlüğü, sadece düşünmekten ibaret gelir. Böyle bir durumda, ödevi dile getiren öz-bilinç ile ödevi yerine getiren öz-bilinç ortak bir soyutlama ile öz-bilinç kavramına yükselmesi gerekirken geriye öz-bilinçlerin uyumsuzluğu kalmakla tinsel birlik yok olur. Bu nedenle mutluluk, tinsel açıdan amacın dışında kalamaz. Mutluluğu bu bütünsellik içinde alan Hegel, ahlak felsefesinde bir sentezi temsil eder.
Kant Pratik Aklın Eleştirisi eserinde özgürlüğün ancak doğa yasaları dışında olması gerektiğini ileri sürer. Ancak yasa olmadan eylemlerin tikelliği ve olumsallığı nedeniyle eylemler askıda kalır; bu nedenle eylemlerin bir yere bağlanması gerektiği düşünülür. Bundan dolayı Kant, özgürlüğün ahlâk yasasının ratio essendi’si yani varlık nedeni olduğunu, ama ahlâk yasasının da özgürlüğün ratio cognoscendi’si yani bilinme nedeni olduğunu belirtir. Bu nedenle özgürlük ve ahlak yasasının karşılıklı birbirini şart koştuğunu ifade eder. Kant için özgürlük, ancak ahlak yasası varsa mümkündür. Oysa bir şeyi açıklamak açıklanacak şeyi gerektirmemelidir; dolayısıyla Kant’ın açıklaması yeteri kadar tatmin edici değildir. Kant’ın tersine isteğin içinden özgürlüğü çıkararak onun özgür olup olmadığını kanıtlamaya çalışmak yerine Hegel, özgürlüğü bilincin verili bir gerçeği olarak ele alarak kanıtlamanın daha uygun olduğunu dile getirir.
Spinoza’nın savunduğu isteme ve aklın bir ve aynı olduğu görüşü, Hegel için de geçerlidir. Oysa Descartes, özgürlüğün mümkün olması için isteme ve akıl arasında bir fark olması gerektiğini düşünür. Hegel’e göre isteme, düşünmeden bağımsız, ayrı bir yeti değildir. Düşünme, soyutlama ve genelleme olduğu için kendimi de dışarıda bırakırım; çünkü “ben” de tikel bir varlığım. Ayrıca kendimi düşündüğüm zaman yani “ben”i, bu boş bir “ben”dir ve henüz gerçekleşmiş değildir. Öte yandan isteme düşünmenin tikel bir şeklidir ya da varlığa çevrilmiş düşünmedir. Pratik olarak isteme de kendimi belirlerim, bir amaç olarak kendimi zorlarım ve doğal olarak bir fark yaratırım. Burada akılsız bir istek olmayacağı için, teorik düşünme, istemenin içerisinde zaten vardır. Hegel için isteme, düşünmenin pratikteki görünümüdür.
İstemek, bir şeyi istemektir; Soyut isteme, sadece isteme olduğu için istemenin biçimsel içeriğini taşır. “ ‘Ben’ sadece istemem, ben bir şeyi isterim” ifadesi istemenin içeriğinin formunu taşır ve sadece soyut evrenseli isteyen gerçekte hiçbir şeyi isteyemez. İstemek, kendini sınırlamaktır. Bu sınırlılık, tam da özgürlüğü mümkün kılar. Hegel, kendisini tikellikte belirleyen “ben”in, bu tikelliği kendisine ait olarak bildiğini; ama bu içeriğin “ben”i kısıtlamadığını vurgular; “ben”, kendisini sadece onda ortaya koyduğu için onda görünmektedir. Hegel’e göre bu kendini belirleme, tözünü ya da kavramını oluşturan isteğin özgürlüğüdür. İçeriği ile birlikte isteme, istemenin tikellik olarak kendini belirlemesidir. Başka bir ifadeyle istemenin “Ben”de ve “Ben”im isteğim olarak var olması, tikelliğin ve evrenselliğin sentezinin birliği olarak var olmasıdır. Buradan hareketle “özgürlük, istemeye bir şeyi belirlemektir.
İsteme, kendisinde bir amaç taşıdığı için kişinin eyleminin “benim” olarak sahiplenilmesini şart koşar ve istemenin formel boyutunu oluşturur. Bu, aynı zamanda eylemin sonucunun da sahiplenilmesini gerektirir ki eylem, benim eylemim olsun. Ahlaki bakış açısından bu sahiplenme, sorumluluk olarak adlandırılır. Genelde sorumluluk, suç ile ilgili ceza durumunda akla gelse de sorumluluk özne olmanın göstergesidir, eylemin bana aitliğini gösterir veya kişi eyleminde kendini görmek ister. Dışsal olarak görülen bir eylem, aynı zamanda kendisinin de bağlı olduğu bir bütünün parçası olarak anlaşılmalıdır. Eylem, sanki her şeyden soyutlanmış, askıda bir görüntü olarak durmaktadır; ama aslında niyetlenmiş bir amacın soyutlanmış görüntüsüdür. Bu nedenle eylem, sadece bana ait değil; aynı zamanda benim istemiş olduğum bir eylem, yani benim yapmaya niyetlendiğim bir eylemdir. Yani, tikel eylemin, tikel olarak kalmaması, bir evrensele bağlanması yani kendisi için evrensel olan özneye yani bana bağlanması gerekir. Bu bağlantının adı niyettir.
Eylemi, sorumluluk ve niyet ile bir arada düşündüğümüzde, insanların belli durumlar ya da koşullar içerisinde bulunduğunu bu nedenle de kişinin eylemleri, birden fazla sonuçlar yaratabilir. Ancak Hegel’e göre kişinin amaçladığı sonuçların ötesinde sonuçlarla karşılaşması, olaylardan bütünüyle sorumlu olduğu anlamına gelmez; çünkü eylem, yapıldıktan sonra dışsal güçlere maruz kalır. Hegel’in de dediği gibi:
Eylemlerimizin sonuçlarını göz ardı etmemizi bize söyleyen maksim ve eylemlerimizin sonuçları tarafından yargılanmamız gerektiğini ve iyi ve haklı olanın ölçütü eylemlerimizin sonuçları olduğunu bize söyleyen maksim, eşit derecede soyut anlıktadır. Bu sonuçlar eylemin uygun ve içkin şekli olduğu kadarıyla onlar sadece kendi doğasını dile getirirler ve eylemin kendisinden başka bir şey değildir; bu yüzden eylem, sonuçlarını dikkate almamazlık edemez. Fakat tersine bu sonuçlar, aynı zamanda dışsal müdahaleler ve eylemin doğası ile ilgili olmak dışında hiçbir şeyi olmayan olumsal eklemeler içerir. Sınırlı zorunlulukta içerilen çelişkilerin varlığının alanındaki gelişim, olumsallığın içine zorunluluğun basitçe şekil değiştirmesi ya da tersidir. Bundan dolayı bu bakış açısından, eylemek, kendisini bu yasaya teslim etmek anlamına gelir. (Hegel, 1991: 145)
Bu, aynı zamanda Kant’ın ileri sürdüğü eylemin ahlaki değerinin sadece niyete bağlı olduğu açıklamasının da eleştirisidir. Bir eylemi niyeti açısından haklı çıkarmaya çalışmak, eylemin tikel boyutunu tamamen yalıtmak demektir ve eylem, sadece evrensel boyuttan ibaret değildir.
Rasyonel ve tikel bir bütünlük olarak özne, niyetlenmiş olduğu eylemini gerçekleştirmesi aynı zamanda özgürlüğünün gerçekleşmesi anlamına gelir. Hegel’e göre bu subjektif özgürlük, öznenin “eyleminde kendi doyumunu bulma hakkını” veya “mutluluğunu” oluşturur. Niyetin, eylemin tikel içeriğini oluşturduğunu görürüz; ama bir eylem, kendisi için yapılmaz; başka bir şey için yapılır. Bu amaç mutluluktur. “Arzularının gerçekleşmesi veya tutkularının doyumu” anlamına gelen mutluluk, doğal bir içerik değil rasyonel bir özne tarafından evrenselliğe yükseltilmiş, akıl ile dolayımlanmış bir içeriktir. Eylemin “öznel değerini” oluşturan mutluluk, sonuçta öznenin kendi amacıyla ilgili olduğu için sonlu amaçlardır; mutluluk, benim öznelliğimin tikel hakkı olduğu kadar başkalarının da tikel hakkı ve amacıdır. Bu nedenle mutluluk, içerik olarak evrensele yükselemez. Herkesi mutluluğa ulaştıran içerikler, duygulara ve öznelliklere bağlıdır. O zaman, mutluluğu insanın eylemlerinde akıl dolayımı ile isteklerin, arzuların biçimsel olarak kendini gerçekleştirmesi ve böylece bütünlük duygusuna ulaşması olarak tanımlayabiliriz. Dolayısıyla biçimsel olarak evrensellik anlamına gelen mutluluk, aynı zamanda bir rasyonaliteyi de gerektirir; çünkü bizim mutluluğumuzun başkasının mutsuzluğu haline geldiği yerde, doğal olarak bütünlük duygusu da ortadan kalkar. Dolayısıyla mutluluk, eylemlerin içeriğinin kapsamı veya çerçevesi olarak iyinin ve kötünün bilgisini zorunlu kılar.
İyi, eylemlerin içerik olarak olumsallığının aşılması ve bir yasaya bağlanmasıdır. İyinin tikel bir istek olması yani iyinin bende olması ve benim tarafımdan gerçekleşmesi, iyinin biçimsel koşulunu oluşturur. İyinin ait olduğu bireyi ve bireyin sorumluluğunu göstermektedir. İyi, Kant’ın terimiyle ödev, iyiden bireyin kendisine bakışı ve gerekliliğini dile getirir. Bu nedenle iyinin tikel bir şekilde kalmaması için ödev uğruna yapılması gerekir ve tersinden düşünürsek birey için iyi, isteğin özsel öğesi durumuna yükselmesidir. İyinin içeriği, onun tözsel ve evrensel özünü oluşturur. Bireyin neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda farkındalığına işaret eder. İyi, bilinmediği sürece giderek insanın hem düşünsel hem de etik değerini çürütür. Ayrıca içerik olarak iyi, bilinmediği sürece belirsiz kalacak bir momenttir. Hegel’in eleştirdiği gibi:
Çünkü iyinin bilgisi ilk olarak, Kant’ın felsefesinden hareket ederek ve onu temel alarak, sınırsız otonomi düşüncesi aracılığı ile elde edilir. Etik kavramına geçmeden sadece ahlaki bir bakış açısına sarılmak, bu kazanımı boş bir biçimciliğe, ahlak bilimini boş ödevi yerine getirmemek için ödev uğruna ödevin boş bir söylemine indirgemektedir. Bu bakış açısından ödevin hiçbir içkin teorisi mümkün değildir. Gerçekten dışarıdan materyal getirilebilir ve böylece tikel bir ödeve ulaşılır; fakat kendisi ile formel bir uyum içinde, çelişkinin yokluğu -soyut belirsizliğin özelleşmesinden hiçbir farkı olmayan- olarak ödev belirlenimine bir geçiş yapmak imkansızdır, hatta eylem için böyle bir tikel içerik göz önüne alınsa bile, bu içeriğin ödev olup olmadığını belirleyecek ilke için hiçbir kriter yoktur. Tersine, bu araçlar ile eylemin yanlış ya da ahlaksız bir hal olduğunu meşru kılmak olanaklıdır. –Kant’ın daha başka, bir eylemin evrensel bir maksim olarak görülebilir olma kapasitesinin formu, söz konusu durumda daha somut bir tasarım üretir; fakat o, kendisinde biçimsel özdeşliğin ve zaten var olan çelişkinin yokluğuna gönderme yapma dışında herhangi bir ilke içermez. (Hegel, 1991: 162)
Yine Hegel’in sözleriyle:
Senin maksiminin evrensel bir ilke olarak ileri sürülüp sürülemeyeceğini düşün” önermesi, eğer nasıl eyleyeceğimiz ile ilgili ilkeleri önceden belirlemiş olsaydı çok iyi olurdu. Bir başka deyişle eğer evrensel bir yasayı belirleyici olarak hizmet edebilecek bir ilke talep edersek, bu bir içeriği önceden varsaymak demektir. Eğer öyle bir içerik olsa, ilkeyi uygulamak kolay olacaktı. Fakat bu durumda ilkenin kendisi henüz ulaşılabilir değildir ve hiçbir çelişki içermemesi gereken kriter, üretici değildir çünkü hiçbir şeyin olmadığı yerde, hiçbir çelişki de olamaz. (Hegel, 1991: 163)
Ödev olarak iyi, bir soyutlama olduğu için içeriksizdir; bu nedenle iyi, Hegel’in dile getirdiği gibi bir soyutlama olarak gerçekleştirilemez; dolayısıyla iyi, bize tikel olarak görünür; ama bu tikellik, soyutlamada bizi iyinin kendisine de götürmelidir.
Bireyin istemesinde kendinde ve kendisi için olması, kendi kendisini bilmesi ve öz-bilincine kavuşması bir amaç olarak ortaya konmuştu. Ahlaki bakış açısından bu öz-bilince vicdanda ulaşılır. Vicdan ile birlikte özne, kendi içine yansımış evrensel olur ve kendisinin mutlak içsel kesinliği haline gelir. Hegel’in ifadesiyle vicdan, “bir kimsedeki bütün dışsal şeyler ve kısıtlamaların kendisinde kaybolduğu en derin içsel yalnızlık” ve “bütün olarak kendisine geri çekilmişlik” olarak görünür. Tek onay makamı olarak vicdan, insanın kendi tikel amaçlarını da geride bırakan öznel düzeyde en yüksek ve en nesnel yargı makamıdır. Bireyi belirleyen siyasi, dini ya da geleneksel ahlakın ilkeleri vicdanın otoritesi karşısında epistemolojik değerini yitirir.
Her ne kadar güdüler, arzular ve eğilimler kendi doğalarında iyi ya da kötü olabilseler de bu isteklerin belirlenmesine izin verdiğimizde isteme, hem içerik hem form açısından tikel kalır. Bu bakımdan, “öz-çelişki” olarak kötülük, sadece doğal olanın ötesinde istemenin öz-bilinci açısından da kendi çelişkisinin farkında olarak kötü olur. Bu bakımdan Sokrates’in ifade ettiği kimsenin bilerek kötülük yapmayacağının tersine kötülük, bilinçli bir tercihtir. Akıl doğası gereği birliğe bütünlüğe ulaşmak istediği için evrenselliğe karşıt olarak tikelliği seçen bir kişi doğal olarak kötüyü seçmiş demektir.
İyinin gerçekleşmesi için sadece iyiyi istemenin yeterli olduğunu savunmanın kendisi, yapılan kötülüğün meşrulaştırılmasıdır. İyi, istekle ilgili olarak özsel bir şeydir; dolayısıyla eylemin benim için iyi olarak belirlenmesi gerekir ve bu soyut iyi, kişinin öznel içeriğinin sadece formunu oluşturur; hal böyle olunca kişi dilediği içeriği, iyinin altına yerleştirebilir. Bu durumun yanlışlığı yani kişinin bireysel kanaatinin evrensel bir iyi adına meşrulaştırılması, eylemin yapılabilirliğine izinden çok eylemin yargılanması söz konusu olduğunda kendini ele verir. Ödev bağlamında yasanın kendisi değil; insanın kendisi eyler. Eylem, kendini olumsallığından belirsizliğinden kurtulmak için yasayı gerektirir.
Dolayısıyla eylemin değerinin kriteri, yasadır ama yasanın kendisi, kendisini değil eylemi yargılaması gerekir; tersi durumda yasa, sadece başkaları için yasadır. Oysa kişi, rasyonalitesiyle aynı zamanda yasayı ortak olarak paylaşır ve paylaşmalıdır.
Kant açısından Aristoteles’in mutluluk perspektifi tikel bir aşamayı temsil ediyorsa, Kant da Hegel açısından İyi ideasının tümel uğrağını temsil eder. Hegel bu açıdan rasyonalist etiğin bir sentezidir diyebiliriz.
Kaynakça
Aristoteles.Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ayraç yayınevi, Ankara, 1997.
Aristoteles.Metafizik, İkinci basım, çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996.
Descartes.Felsefenin İlkeleri, 10. Baskı, çev. Mesut Akın, Say Yayınları, İstanbul, 2007.
Hegel,G.W.F.Elements of the Philosophy of Right, Eight printing, Trans. H.B. Nisbet, Cambridge University Press, Cambridge, 1991.
Kant, Immanuel.Pratik Aklın Eleştirisi, Üçüncü Baskı çev. İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 1999.
Kant, Immanuel.Arı Usun Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul, 1993.
Kant, Immanuel. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, çev. İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2002.
Kenny, Anthony.Batı Felsefesinin Yeni Tarihi, III. Cilt (Modern Felsefenin Yükselişi), çev. Volkan Uzundağ, Küre Yayınları, İstanbul, 2017.
Spinoza.Ethica, I. Baskı, çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2012.
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
03 Kasım 2024 20:23
20 Kasım 2024 20:01