Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Doç. Dr. ÖMER FAİK ANLI ile “YAŞAMA DAİR”

Hülya Kandemir Yavuz

Kategori: Yaşam Bilimleri - Tarih: 12 Temmuz 2020 19:38 - Okunma sayısı: 1.694

Doç. Dr. ÖMER FAİK ANLI ile “YAŞAMA DAİR”

Doç. Dr. ÖMER FAİK ANLI ile “YAŞAMA DAİR”

Hülya Kandemir Yavuz: Hocam öncelikle “Yaşama Dair ”söyleşimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz.
Hülya Kandemir Yavuz: Antik çağlardan günümüze değin hemen her düşünür“Yaşamın Anlamı ‘’üzerine görüşlerini dile getirmiştir. Platon’a göre, hayatın anlamının “Daha çok öğrenmek.” Aristo’ya göre ise “İyi olmak.” olduğunu söyleyebiliriz. Hocam sizce “Yaşamın Anlamı” nedir?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Bu soruya verebileceğim yanıtı düşünürken aklıma Nermi Uygur’un felsefe tanımı geldi: “Felsefe, varlığa yönelmiş dilin anlamında derinleşmektir”. Ben de buna yakın bir düşünsel konum paylaşıyorum; yani ‘anlam’ dediğimiz şey dilde şekillenen ve açığa çıkan bir ‘üretim’. Diğer bir deyişle, varlığın ve en geniş çerçevesi içerisinde ‘yaşam’ın kendinde, bizler olsak da olmasak da keşfedilmeyi bekleyen bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Buna karşın, yaşamın (en azından insan yaşamının) kendisi, anlam üretiminin imkanını ve zemini yaratıyor. Şöyle bir kısa devre kurabilirim sanırım: Yaşamın kendisinin keşfedilmeyi bekleyen bir anlamı yok; ama tüm anlamlar için yaşamın kendisi zorunlu. Tam da bu nedenle, tüm anlamların ve ona bağlı olarak da tüm değerlerin olanağını sağladığı için devredilemez bir temel hak konumunda.
Oysa ‘yaşamın anlamı’ etiketi tek bir şeyin (edimin, değerin vb.) veya şeyler kümesinin (değerler kümesi vb.) üzerine yapıştırıldığında bu hak tehlikeye girebiliyor. Örneğin “yaşamın anlamı iyi olmaktır” gibi bir klişe, esasında çok tehlikelidir. Çünkü, ‘iyi olmak’ın tanımına ihtiyaç duyar ve her tanım sınırlandırıcıdır. Buna bağlı olarak her anlam belirlenimi bir tanımlama içerir (ki Nermi Uygur’un yaklaşımındaki dil vurgusu da buna ilişkindir) ve her tanımlama bir sınır-içi ve sınır-dışı belirlenimi de getirir. Örneğin ‘iyi olmak’ her nasıl tanımlanırsa, bu tanıma uymayan veya tanımın belirlediği sınırın dışında kalan ‘kötü’ olacaktır. Bu da bir ‘anlam-dayatmasını’ beraberinde getirir: Yaşamın anlamı iyi olmaksa, kötü olanlara, hele ki bile bile kötü olanlara ne yapacağız? İşte o zaman ‘yaşam hakkı’ kötüler için de bir hak mıdır gibi tehlikeli bir soru gündeme gelir. Bunu sadece ‘iyi / kötü’ kavram çifti için düşünmeyin; diğer örneğiniz de bu şekilde ele alınabilir: ‘Daha çok öğrenmek’ yaşamın temel ve verili anlamı ise, “öğrenmeye değer bilgi nedir?” ve tabii ki ‘bilgi nedir?’ sorularını yanıtlamadan bu anlam geçekleşmeyecektir. Dikkat edeceğiniz üzere, bu soruların yanıtları da özsel birtakım tanımlamaları gerektiriyor ve bu tanımların dışarıda bıraktığı bilgi-olmayanları öğrenmeye çalışanları ‘yola getirme’ edimine çok çabuk evrilebilir bir durum yaratıyor.
Bu soruya ilişkin yanıtıma son bir ek daha yapmak isterim. Felsefe, bir tür ‘yaşamın anlamını arayış yolculuğu’ değildir. Felsefe, bu bağlamda ‘anlam’ın ve ‘anlam’ belirlenimlerinin temel varsayımlarını açığa çıkaran ve kritik eden ve bunları gerçek problemlerle ilişkilendiren bir meta-teoridir (theoria). Son bir ek (ek’e ek) de şu olur: Tüm bu söylediklerim bir tür anlamsızlık ilanı değil, anlam çoğulluğunun nedenlerini ve nasıl açığa çıktığını ve böylesi bir çoğullukta ne yapılabileceğine ilişkin bir kritiğin ifadeleridir.
Hülya Kandemir Yavuz: İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri adındaki eserinde Fromm, ölüm severliği: " Ölmüş çürümüş, kokuşmuş, hastalıklı olan şeylere yönelik tutkulu bir ilgi; canlı olan bir şeyi cansız hale getirme, yok etmek için yok etme tutkusu ve tamamen mekanik olan şeylere yönelik aşırı ilgi ’’ olarak tanımlar. Fromm, "Ölüm severlik canlı olanı parçalama tutkusudur" der. Sizce toplum olarak yaşam sever miyiz?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Buna benzer hemen her soruda olduğu gibi yanıt ‘yaşam’dan ne anladığımıza veya daha temelde onu nasıl tanımladığımıza bağlı. Fromm’u biraz genel bağlamından kopararak sadece sorunuzda dile getirdiğiniz ifadesiyle ele alırsak, ‘ölü severliği’ ya da ‘yıkıcılığı’ bir tür fetişe bağlamanın doğru olmadığını söyleyebilirim. Elbette ki türümüzün (Homo Sapiens) temel psikolojik halleri gerek bireysel gerekse de toplumsal eylemlerimizde önemli bir faktör konumunda. Ancak bu etkileme mekanik değil. Yani, ‘ölmüş’, ‘çürümüş’, ‘kokuşmuş’, ‘hastalıklı’ olan şeyler nelerdir? Bunlar kendilerinde ve değişmezcesine tanımlı mı? Yoksa kültürler içerisinde, bireysel deneyimler ve etkileşimlerle harmanlanmış biçimde bunları karşıtlarıyla birlikte mi tanımlıyoruz? Bence son sorunun cevabı ‘evet’. Örneğin son dönemde yaşadığımız (ve halen yaşamakta olduğumuz) COVID-19 Pandemisinde, tam da bizim ‘ölü severliğimiz’ ve ona bağlı olarak doğaya verdiğimiz zararlar yüzünden doğanın bizi ‘cezalandırdığı’ ve fakat çocuklara dokunmadığı, yani masumlara bu ‘cezayı yüklemediği’ gibi mistik bir anlatı da tedavüle çıktı. Oysa, doğada veya doğanın böyle bir aşkın niyeti, aklı vb. yok. Problem ve temel problemlerimiz ‘doğaya karşı mekanikleşmiş insan’ veya ‘iyiye karşı kötü’ vb. değil. Temel problemlerimiz halen cehalet ve adalet. Cehalet derken, safi bilgisizlikten söz etmiyorum; ‘bilgi’ ile olan problemimizi çözemedik; en azından toplumsal seviyede. Dünya dışına insan gönderebiliyoruz, maddeyi yapıtaşlarına parçalayabiliyoruz, evrenin ve yaşamın oluşumu hakkında çok başarılı ve doğruya çok yaklaşmış (en azından yanlıştan bir hayli uzaklaşmış) teorilerimiz var, pekçok hastalığı insan eliyle iyileştirebiliyoruz ancak halen genel anlamda (toplumsal düzeyde) bilgi ile bilgi-olmayanı ayırmakta bocalıyoruz. Yaşamlarımızı bilgi-dışı üzerine temellendirmekte ısrarlıyız (çoğu zaman). Buna bağlı olarak da adalet problemimizi de çözemiyoruz. İşte böyle bir ortamda yaşamla ve anlamlarla kurduğumuz ilişkiyi duygularımızı merkeze alarak sürdürebiliyoruz ancak: Adeta “sevmek ya da sevmemek, işte bütün mesele” diyoruz.
Hülya Kandemir Yavuz: İnsandaki yaşam sevgisinin ortaya çıkması ve gelişmesi için ne gerekli sizce hocam?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: ‘Sevgi’ kavramı (belki de okuyuculardan bir kısmı ‘sevgi’nin kavramsallaştırılmasına karşı çıkacaktır) tanımlanması çok zor olanlardan. Şunu sorsam: “Sevgi derken veyahut seviyorum derken ne kast ediyorsunuz? Ya da ‘seviyorum’ dediğinizde bunu izleyen zorunlu eylem biçiminiz ne oluyor ve nasıl bir fark yaratıyor?” Burada William James’in konumunu ödünç alıyorum; buna göre “başka bir yerde fark yaratmayan bir fark olamaz” ve “felsefenin tüm işlevi şu ya da bu dünya formülünün, eğer doğruysa, hayatımızın belli uğraklarında sizin için ve benim için hangi kesin farkı yaratacağını bulmak olmalıdır”. Örneğin, bir ‘şey’i sevmek nasıl bir fark yaratıyor? Şimdi yavaş yavaş özelleyelim: Belirli bir insanı sevmekle ‘insanlığı’ sevmek arasındaki fark nedir? Veyahut belirli bir hayvanı sevmekle hayvanları sevmek arasındaki fark nedir? “Evimi seviyorum” dediğimde ‘şehrimi’, ‘ülkemi’ seviyorum demekten nasıl bir fark ortaya koyuyoruz; yoksa bir fark yok mu? Bu minvalde, yaşamı sevmek ne anlama geliyor? Yaşamın kendisini mi, kendi yaşamımı mı yoksa belirli bir yaşam biçimini mi? O halde başkalarının yaşamları ve yaşam biçimleri bu kümeye dahil mi değil mi? Çok fazla soru oldu, farkıdayım; ancak cevabım bu: Bu soruları sordurabildiğimizde, ‘yaşam sevgisi’ açığa çıkabilir belki de…
Hülya Kandemir Yavuz: Sokrat’ tan günümüze doğu ve batı felsefesinin ana problemlerinden biri olan Delphi tapınaklarında da yazan ’’ Kendini bilmek’’sizce nedir?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Sokrates’in yargılanmasının temelinde onun ‘bilgeliği’ yer almaktadır. Kadim dünyayı bilme sorunu, kökenlerinde doğa felsefesi olan bilim tarafından çözüldüyse ve olası bir bilgelik ancak bu alanda (sorunun çözüldüğü alanda) olanaklıysa, Sokrates’in bilgeliği nasıl bir bilgeliktir? Yine Sokrates’in Savunma’daki anlatımıyla, bu, Delphoi Kahini’nin “dünyada Sokrates’ten daha bilge birisinin olmadığını” söylemesi üzerine başlayan bir ‘araştırma’yla iç içe geçen bir bilgeliktir. Kendisinin bilge olmadığını ‘bilen’ Sokrates, Tanrının özüyle uzlaşmayacağı için yalan söylemediğini de kabul ederek bir araştırmaya girişir. Belirlediği yöntem şöyledir: “Tanrının düşünüşü nedir diye uzun zaman sordum kendi kendime. Sonunda büyük çabayla, kendimi aydınlatacak şu sonuca vardım: Bilge sayılanlardan birini bulup biliciye gider, sözünü çürütmek, sınamak için şöyle derim: ‘Sen bana insanların en bilgesi diyorsun ama, işte bu adam benden daha bilge” Sokrates, bu arayışta özellikle kendisine ve diğer insanlarda bilge olduğu izlenimi doğuran insanlar başta olmak üzere (ki Sokrates’in diğer kimselerden daha bilge izlenimi yarattığı için ilk gittiği kişi devlet adamıdır, doğa filozofu değil ), karşılaştığı insanlara eleştirel sorular yöneltip, karşı (aykırı) örnek tespitleriyle, o kişinin kendisinde var olduğunu sandığı bilgeliğin olmadığını gösterir. Sokrates’in ifadeleri şöyledir:
“İşte bunun için onun, orda beni dinleyenlerin birçoğunun düşmanlığını kazandım. Oradan ayrılırken, kendi kendime diyordum ki: “Bu adamdan daha bilgeyim. Doğrusu ikimizin de güzel, iyi bir şey bildiğimiz yok belki; ama o hiçbir şey bilmezken bildiğini sanıyor, oysa ben bilmiyorsam, bildiğimi de sanmıyorum. Öyle sanıyorum ki, ben ondan biraz daha bilgeyim, çünkü bilmediğim bir şeyi biliyor diye geçinmiyorum”
Bu tutum, Sokrates’in kendinden önceki doğa felsefesine karşı tutumunu ve doğa felsefesinin bilim tarihi açısından ‘öncül’ kuramlarının neden Sokrates’i tatmin etmediğini de belirgin kılar niteliktedir. Kendini bil, neyin bilip bilmediğini bilmekle başlar ve bir cehalet manifestosu değil bir başlangıç noktasıdır. Bu gerçekliği bilme meselesidir; bir tür “iç dünya seyehati” veya “aşkın anlam arayışı” değil.
Hülya Kandemir Yavuz: Eski Japon ideolojisi olan ikigai sabahları uyanma amacınız olan ve devam etmenizi sağlayan şeydir. İyi olduğun şey, dünyanın neye ihtiyacı olduğu, ne için ödeme alabileceğin ve tabii ki neyi sevdiğiniz; amacınızı veya yaşamdaki değeri bulmanın anahtarıdır. Hocam sizce eğitim sistemimiz bunu sağlayabiliyor mu?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Sabahları uyanma amacımız (her seferinde bir amaç için mi uyanıyoruz ya da bu tercih bize mi ait tartışmalı olsa da) çok kısa veya uzun aralıklarla ve defalarca değişebilir. Kierkegaard’ın dediği gibi, “yaşam ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır”. Biz de geriye baktığımızda, bakmakta olduğumuz noktanın değerleriyle (ister bize ait ister dışarıdan gelmiş) önceki amaçlarımızı (ve başkalarının amaçlarını) değerlendiriyor ve hatta yargılıyoruz. O yüzden ilk söyleyeceğim, bence tek bir amaç yok ve olmamalı. Tüm eğitim sistemleri gibi bizimki de belirli bir kalıp içerisinde ‘üretimi’ amaçlıyor (belki başka türlüsü de yapılamaz; eğitim bilimcilere sormak lazım). Belki de amaç, kalıpsız değil ama mümkün olduğunca esnek ve kendi içerisinde çeşitlendirilmiş bir eğitim sistemi olabilir; o zaman herkes iyi olduğu şeyi (ki bu da bir anda çok problemli bir kavram olabilir) daha çabuk geliştirebilir ve belki de para için bir şeyler yapmaktansa, yaptığı şey para eder hale gelebilir. Tabii burada ‘para’yı hem somut hem de metaforik anlamıyla kullanıyorum.
Hülya Kandemir Yavuz: Albert Einstein “Hayat iki şekilde yaşanır: Ya hiç mucize yokmuş gibi ya da her şey birer mucizeymiş gibi…” diyor, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Buna yine Einstein cevap versin bence: Ona göre "delilik, aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir. ‘Aptallığın’ tanımının da aynı olduğu söylenir. Âna, yani şimdiye değer vermek ve onun kıymetini bilmek anlamında hayatın şimdisini önemsemek kesinlikle çok değerli; ancak aynı şeyleri yapmaya devam ederken, belki bu kez farklı bir sonuç olur şeklinde bir ‘mucize’ beklentisi, hayatın geçmişinden hiçbir şey öğrenmemek olacaktır. Mesele ‘bilmek’tir; en azından mümkün olduğu kadarıyla; mucizeler tanımları gereği bilinemezdirler.
Hülya Kandemir Yavuz: ‘’ Yaşamak istemek, istemek acı çekmektir.’’ Schopenhauer’a göre biz acı çekiyoruz. Ve bu acı öyle bir acı ki bunun sonu yok. Biz var olduğumuz sürece devam edecek bir acı. Çünkü acı istemelerimizden geliyor. İstemelerimizin doyumsuzluğundan. Ona göre hayatın anlam kazanabilmesi için, insanın bireysel ışığını fark etmesi gerekir. Schopenhauer, “ölmeden önce ölmeyi öğrenin” cümlesiyle istemimizi kontrol altına almayı öğrenmeyi, mümkün olduğunca az şeyle yetinebilmeyi öğrenmeyi açıklar. Sizce insanların mutsuzluğunun sebebi bu mudur, hocam?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Mutsuzluğun, belki de daha doğru bir ifadeyle mutsuzlukların pek çok nedeni var ve olabilir. Ancak temel nedenlerden biri bu olabilir: İsteklerimizle gerçeklik arasındaki uyumsuzluk. Ancak, mutsuzluğun nedeninin bu olduğu doğru olsa bile, bundan zorunlulukla ve tek bir çıkış olarak ‘istemeyi öldürmek’ ya da ‘isteklerden ve istemekten vaz geçmek’ gibi sonuç çıkmaz. Zira şöyle bir seçenek de var: Gerçekliğe uygun istekler geliştirmek ve bunların gereklerini yerine getirmek. Bir de tabii, hangi isteğin gerçekten bana ait olduğunu ve hangi isteklerin ‘herkes istediği için istediklerim’ olduğunu da ayırt edebilmek gerekir. Belki de herkesin isteği ‘doğru bir istek’ değildir.
Hülya Kandemir Yavuz: Gerçekten anladığımız ve kendi istediğimiz yaşamı mı yaşıyoruz yoksa bize sunulan yaşamı mı? Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz hocam? Kendi hayatımızı yaşayabilmek için ebeveyn, öğretmen ve topluma nasıl görevler düşmektedir?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Şu ana kadar yaşamış herkes ve yaşamakta olanlar ‘sunulan yaşam’la yola çıkarlar. Sunulan yaşam da kendi başına, hiçbir karşılaştırma yapılmaksızın ‘iyi’ ya da ‘kötü’ değildir. Ancak bizzat bu sunulan yaşamda biz ‘iyi’ ve ‘kötü’yü öğreniriz. İlk sorunuzla da ilişkili olarak, bir dile doğuyoruz ve yaşamın tüm anlamları o dilde bize sunuluyor diyebilirim. Burada kastettiğim doğal diller veya anadil anlamında dil değil; gerçekliği kavramsallaştırdığımız, sembolleştirdiğimiz göstergeler sistemi. O dili öğrenirken, onunla tanımlanmış halleriyle değerleri içselleştiriyoruz. Kendi yaşamımız sonra geliyor; bu sözcükler ve onlarla kurduğumuz ağ doğru mu? Elbette ki metaforik anlamıyla olmak üzere, insanlara kendi dillerini oluşturma fırsatı veren ebeveynlik, öğretmenlik ve toplumsal örgütlenme biçimi insanların kendi yaşamlarını yaşamalarına hem olanak hem de izin verir. Bu bağlamda karşılaştırmalı olarak daha görece daha iyi olduklarımız var ama daha kötü durumda olduklarımız da var.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam sizce başarı akademik başarı elde etmek midir yoksa hayatta kalma becerisi kazanabilmek midir?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Biraz esprili bir yanıt vermem gerekirse, hayatta kalma becerisi kazanamamış birisi için akademik başarı tanım gereği mümkün görünmüyor. TDK sözlüğünde ‘başarı’, “kişinin yetenek ve yetişmeye bağlı olarak gösterdiği ansal ya da eylemsel etkinliklerinin olumlu ürünü, bir işi istenilen biçimde bitirmek, elde etmek, istediğini bulmak” olarak tanımlanıyor. Dikkatinizi çekeceği üzere başarının belirleyeni bir etkinliğin, yani bazı bilinçli yapıp etmelerin ürününe dair olması ve bunun hedeflenen, istenilen bir amaçla örtüşen bir durum olması. Yani akademik başarıyı nitelikle ve net biçimde tanımlıyor, amaç ediniyor ve o amaca ulaşabiliyorsanız bu tabii ki bir ‘başarı’dır. Ama akademik başarı ne tek amaçtır ne de herkes için zorunlu bir amaçtır.
Hülya Kandemir Yavuz: Son sorum hocam, günümüzde yaşanan pandemi ile ilgili mücadelede bizleri sosyolojik, psikolojik ve ekonomik olarak sizce neler bekliyor?
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Her şey değişecek ya da hiçbir şey değişmeyecek demek için henüz çok erken. Ancak kişisel öngörüm, bazılarının beklediği gibi ‘her şeyin’ değişmeyeceği yönünde. Yani, pandeminin mevcut durumunda, ekonomi-politiğimizi, birbirimizle olan ilişkilerimizi ve hatta yaşam biçimimizi öyle oturup baştan düşünmeye başlamadık (elbetteki genel manzaradan bahsediyorum). Bana kalırsa bu pandemi, bireyleri (tabii ki bazı bireyleri) değiştirecek; onların temel düşünüşlerini, yaşam biçimlerini tekrar düşünmeleri için ilk hareket ettirici olacak; ancak bunun toplumsal çıktılar verip vermeyeceğini sonra göreceğiz. Ama benim açımdan bu sürecin en acı tarafı (tabii ki yaşamını yitiren insanlar, onların yakınlarının yaşadıkları acılar dışarıda kalmak kaydıyla), dünyanın her yanına yayılmış ‘cehaleti’n büyüklüğü ile bir kez daha yüzleşmekti.
Hülya Kandemir Yavuz: Hocam değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için hem Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi ailesi adına hem de okuyucularımız adına çok teşekkür ederiz.
Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Ben teşekkür ederim.

& quot;

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Yaşam Bilimleri Yazıları