Suzan YILMAZ Yazdı
Kategori: Epistemoloji - Tarih: 25 Mayıs 2020 22:45 - Okunma sayısı: 4.917
Çoğu uzmana göre, insanoğlu, avcı toplayıcı topluluktan tarıma dayalı topluma, oradan kapitalist topluma doğru bir evrim geçirmiştir. Hatta kimi düşünürlere göre 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren üretim ve iletişim teknolojisindeki gelişime bağlı olarak yeni bir üretim ve yeni bir iletişim çağı oluşmuştur. Bu yeni üretim ilişkileri ve sanal ortamda gerçekleşen iletişim ağları nedeniyle içerisinde bulunduğumuz çağa, bilgi çağı, iletişim çağı, teknoloji çağı, hatta dijital çağ gibi adlar da verilmektedir. Bu yeniçağın en temel özelliği, üretim ve bilgi teknolojilerindeki gelişime paralel olarak dünyanın küçülmesi, küresel bir ağ oluşturan toplumların ve insanların birbirleriyle daha sıkı bir ilişkiye girmesi, bilginin ve enformasyonun hızla yayılması gerçeğidir.
Bilgi çağı, enformasyon çağı, dijital çağı gibi nitelemeler önemli bir gerçeği yansıtsa da, kitle iletişim olanaklarının gelişmesi, kimi sorunlara da yol açmış durumdadır. Özellikle iletişim olanaklarının gelişmesiyle birlikte, alt kültürlerin, farklı ideolojik, dinsel, mezhepsel, etnik, cinsel vb. söylemlerin, sosyal ağlar ve sosyal medya üzerinde önemli bir yansıma bulunduğu ve aydınlanmanın görmezden geldiği bu türden farklılıkların gün ışığına çıkmaya başladığı söylenebilir. Bu durum, aynı konuya, aynı olaya, aynı olguya ilişkin birbirinden oldukça farklı söylemlerin ve iddiaların, iletişim ağlarında ve sosyal medyada yer almasına yol açmıştır. Merkezi medyaların politik eğilimlerine bağlı olarak aynı gerçeği farklı yansıtmalarına paralel bir biçimde, sosyal medya da farklı toplumsal kesimlerin bakış açılarını sunmalarına imkân tanımıştır.
Bilginin küresel düzeyde yayılması, bilginin dijital özneye google tuşu kadar yakın hale gelmesi, google’ın insanların önüne sanal ortamdaki tüm bilgileri doğru-yanlış ayırt etmeksizin sunması, dijital öznenin neye güveneceği neye inanacağı, hangi bilgi ya da enformasyonu kabul edeceği sorununa sebep olmuştur. Artık herkes bir hastalık belirtisiyle karşılaştığında önce google’a başvurmakta, sanal ağlardaki farklı bilgilerle yüzleşmektedir. Yine dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen bir olayla ilgili arama yapıldığında, farklı söylemlerle karşı karşıya gelinmektedir. Özellikle son zamanlarda coronanın da gündeme gelmesiyle ortalıkta yerli-yersiz birçok haberin dolaştığına yakından tanıklık ediyoruz. Örneğin corona virüsü nasıl ortaya çıktı, nerede ortaya çıktı, doğal ya da yapay bir virüs mü, aşısı ya da tedavisi bulundu mu-bulunacak mı gibi sorunlar üzerinde, adeta sosyal ortamda ve sosyal medyada bir savaşın yürütüldüğüne tanık olmaktayız. Yine aslı olmayan sağlık haberlerinin, insanların geleceğini önemli ölçüde tehdit etmesiyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek olasıdır. Örneğin sosyal medya platformlarında yaygınlaşan aşının felce yol açtığı tarzında söylemlerin, kişilerin aşı yapmaktan çekinmelerine sebep olmasının yanı sıra yaygınlaşan enfeksiyonel hastalıkların da önüne geçilmesine engel teşkil ettiğini görmekteyiz. Yine TV ekranlarında sürekli maruz kaldığımız aslında çoğunun ekonomik kaygı güttüğü falanca şey falanca hastalığa iyi gelir tarzında yapılan haberlerin yaygınlaştığı açıktır. Nitekim geçtiğimiz günlerde alkolün coronaya iyi geldiği söylemleri bir kesim tarafından aşırı alkol tüketimine sebep olmakla kalmadı, buna bağlı olarak can kayıplarının olduğu sonucunu da ortaya çıkardı. Bunların yanı sıra virüsün ortaya çıktığı günden beri kaynak olarak Çin hükümetinin gösterilmesi, Asyalı vatandaşlara yönelik nefret söylemlerinin artmasına sebep olurken, ırkçılığı tekrar gün yüzüne çıkmasına yol açtı. Yine benzer bir örneği, Güney Doğu’da çekilen dizilerin, aşiret kavramını ön planda tutarak oluşturdukları kavgalı, dövüşlü, silahlı, çatışmalı kurgularında da görüyoruz. Zira çarpıtılmaya çalışılan bu durumun, insanların doğuya ve doğu insanına bakışlını etkilemediğini söylemek olanaksızdır. Söz gelimi, bir kişi doğudan batıya ya da batıdan doğuya üniversite okumaya gittiğinde, nelerle karşılaşacağını kestiremiyor. Nitekim aslı olmayan bu durumun kendi sınırlarımız içerisinde dahi ırkçılık kavramının sürekli hale gelmesine neden olduğunu söylemek mümkündür.
Görünen o ki, özellikle kriz anlarında sürekli gündemde tutulmaya çalışılan bunca bilgi kirliliği, kime ve neye güveneceğimizi belirsizleştirdiği gibi, elbette psikolojik ve sosyolojik sorunlara da işaret ediyor. Kişilerin yapılan asılsız haberlerden ötürü, arkadaşlık kurarken sürekli ön yargıyla yaklaşması ve kendini güvende hissetmemesi sorunsalı, internetten bir şey sipariş verirken tedirgin olmaları, sürekli stres ve kaygı durumuna maruz kalınması halinde oluşabilecek kalp rahatsızlıkları vb. durumları göz önünde bulunduracak olursak, teknolojinin kötüye kullanımını da görmüş olduğumuz yadsınamaz bir gerçektir. Böylelikle kitlesel ölümlere ve sakatlıklara sebep olan salgınların başında gelen dezenformasyonun en önemli epistemik sağlık sorunu olduğunu söylememizde bir sakınca olmasa gerekir. Şüphesiz eskilerde kulaktan kulağa şekillenen dedikodu bilgilerinin şimdilerde ise sosyal medya ortamına taşınmakla sınırlı kalmayıp, büyük bir epistemik krize yol açtığı açıkça ortadadır. Bu krizden nasıl çıkacağız? Epistemik sağlığımızı nasıl koruyacağız? Bunca bilgi kirliliğinin önüne geçmek için neler yapılabilir?
Öyle sanıyorum ki, post-truth söylemlerin hâkim olduğu postmodern dönemde nihai amacı doğru bilgiye ulaşmak olan insanın, gözden kaçırdığı şeylerden biri, bilginin ortaya çıkması için gerekli olan araştırma sürecini görmezden gelmesidir. Nitekim yapılan bu yanlışın bizi sorgulamadan inanan bir varlık haline getirmekle kalmadığını, kuşkusuz duyduğu her şeye itibar eden, doğruluğunu bilmeksizin kabullenen makineden bir farkımızın olmadığını da gözler önüne serdiğini görmekteyiz. Oysa bir şeye bilgi diyebilmek için o şeyin bir süje-obje ilişkisine dayanması, süjenin gerçekliğe ilişkin sınanabilir bir savda bulunması gerekir. Zira bilgi, gerçekliğe dayalıdır; öznenin nesneyi bilmesi, tanıması ve çözümlemesi sonucunda ortaya çıkan bir üründür. Bu ürün yani bilgi, Platon’dan günümüze, “gerekçelendirlmiş/kantılanmış/haklılaştırılmış inanç” olarak görülmektedir. Bu bakımdan bir bilgi iddiasının üç koşula dayandığı söylenebilir:
İlk koşul, inanma koşuludur; bu mantıksal bir koşuldur; çünkü, x’in öyle olduğunu biliyorum ama inanmıyorum denilemez. İnanma koşulu gereklidir ama yeterli değildir; çünkü kişiler gerekçesiz ve doğru olmayan pek çok şeye inanabilirler.
İkinci koşul, doğruluk koşuludur. Yani iddia edilen şey doğru olmalı, gerçeğe uygun olmalı, doğruluğu garanti altına alınmalıdır. İnsanlar bir şeye inandıkları için onun doğru olduğunu iddia edebilirler; bu yüzden inanma ve doğruluk koşuluna ek bir başka koşul daha gereklidir.
İşte bu üçüncü koşul olan gerekçelendirme/kanıtlama/haklılaştırma koşuludur. Bilgi iddiası için bu koşul olmazsa olmazdır. Bu üç koşul, yani inanma, doğruluk ve gerekçelendirme/kantılama/haklılaştırma koşulları birlikte bilgi iddiasını sağlam bir temele dayandırır.
Sıradan insanlar genelde, inanma koşulunu bilgi için yeterli saymakta, doğruluk ve kanıta bakmaksızın, duyduğu her şeyi bilgi olarak görmektedir. Söz gelimi corona aşısının ya da tedavisinin bulunduğuna dair neredeyse her gün sosyal medyada birden çok haberle karşı karşıya kalıyoruz. Bu haberlere eleştirisiz sorgusuz inanılıyor olmasının en büyük sebebini umut olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Çünkü geleceğe dair umutları yeşerten bu haberlere, içerisinde bulunduğu durumdan kurtulmanın derdinde olan bir toplum gözünden bakıldığında, kimin yaptığı, niçin yaptığı, ne amaç güttüğü tarzında sorunlara da takılmıyor olmasına şaşmamak gerekir. Tıpkı bu dünyadaki varlığının sona ermesiyle tamamen yok olmayı kabullenemeyen insanlara vaad edilen şelalelerin, şarapların, bolca yeşilliğin olduğu ve etrafında hurilerin dört döndüğü bir dünyaya sorgusuz itibar ediyor olması gibi. Bu tarz safsatalardan tam olarak kurtulmak mümkün mü, orası elbette tartışılır bir durumdur; fakat bunu en aza indirgemek mümkün gibi görülüyor. Örneğin özellikle şuan olduğu gibi kriz anlarında sosyal medyada yayınlanan herhangi bir haberin doğru olup olmadığını anlayabilmek için kimin ve ne amaçla paylaştığına dikkat etmekte, kanıtlarına bakmakta fayda vardır. Yine o esnada duygu ve inançların bir köşeye bırakılmasının ve habere nötr bir şekilde yaklaşılmasının, yayınlanan haberin iddiasını kavramada yardımcı olacağı söylenebilir. Bunların yanında olayla ilgili bağlantı kurulmaya çalışılması ve haberin kaynağına gidilmesi son olarak da yapılan haberin gerekçesine/kanıtlarına bakılması ve eleştiri süzgecinden geçirilmesinin de önem arz ettiğini söyleyebiliriz.
Kısaca söylemek gerekirse, epistemik sağlığımızı korumanın tek yolu vardır: Her duyduğumuza inanmamak; duyduğumuz iddiaların, doğruluğuna, kanıtlarına bakmaktır. Bu ise özlemsel düşünüşten kurtulup, gerçekçi olmayı, soru sormayı, kuşkulanmayı, analiz etmeyi, gerekçeler ve kanıtlar aramayı gerektirir. Hemen inanıvermenin kolaylığı düşünüldüğünde, dediklerimizi yapmanın emek gerektirdiği, bir parça zorluk içerdiği doğrudur. Ne var ki, emek vermeksizin epistemik krizi aşmak, epistemik sağlığımızı korumak olanaklı değildir.
Çözüm açıktır: İnanmaya değil, bilmeye çalışmalıyız; inanmanın değil, bilmenin, en büyük erdem olduğunu akıldan çıkarmamalıyız.
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
03 Kasım 2024 20:23
18 Kasım 2024 20:06