Por. Dr. Doğan GÖÇMEN
Kategori: Sosyoloji - Tarih: 05 Mart 2020 01:39 - Okunma sayısı: 3.140
Bu yazıda toplumumuzda yaygın olarak şikâyet konusu edilen vasatlık hali betimlenmektedir. Yazı betimleyici olduğu için, betimlenenlerin somut kişiler olduğu sanısına düşülmemelidir. Yazı toplumumuzda ve başka birçok ülkede günlük yaşamda sergilenen ahlaki tutumlara dair uzun zamandan beri yaptığım gözlemlere dayanmaktadır. Bu nedenle vasatlık, kavramın geniş anlamında çağımızın yapısal bir sorunu olarak betimlenmektedir. Kısacası yazıda mümkün olan genellikte vasatlığın anlamı, nedeni ve sonucu ele alınıp tartışılmaktadır. Öyleyse bu kısa çalışma insanlığın ve tabi toplumumuzun da ahlaki durumuna ilişkin bir kavramlaştırma denemesidir.
Vasatın Sözcük Anlamı
Vasat sözcüğü “Ekşi Sözlük” vasat olanı, “Ne iyi ne kötü, ne entelektüel ne cahil, ne güzel ne çirkin”, öyleyse “ortalamada” olan olarak tanımlıyor. Fakat günlük hayatımızda vasat olan “nedense ortalama altındaymış hissi veren kişi” olarak algılanır ve böyle tasvir ve tasavvur edilir. Bunun bir nedeni olmalı. Bu betimlemeden vasatın, yetenekleri ve becerisi, birikimi ve hassasiyetleri bakımından orta ve ortanın altında bir kişi tiplemesine denk geldiğini öğreniyoruz.
Vasatlık Neden Şikâyet Konusu Olur?
Vasatlığın şikâyet konusu edilmesinin nedeni, toplumda aynı zamanda bir gelir, dolayısıyla yaşam kaynağı anlamına gelen işler ve sorumluluklar dağıtılırken, bu konularda tek etik kıstas olması gereken liyakat değil, “tanıdık” ve “adamım”, “rüşvet” ve “referansı” gibi bir takım ahlak dışı, insan ilişkilerini çeteleştirme eğiliminde olan kıstaslara dayanılmasıdır. Bu tür ilişkiler ve kıstaslar genellikle hak edenlerin değil, vasat olanların öne çıkarılmasına ve desteklenmesine neden olmaktadır. Bu durum insanlarda büyük bir haksızlık ve adaletsizlik duygusunun oluşmasına neden olmaktadır. Fakat bu, toplumsal akıl, ahlak ve yaşam bakımından ne anlama gelmektedir?
Vasatın İyi ile Olan Dansı
Vasat olan kendi hayaline göre bir dünya yaratır. Bu ancak vasatın dünyası olabilir. Vasatın dünyası vasat, yani mümkün iyiden çok daha kötü olur. Vasattır çünkü. Vasatın dünyasında iyiye yer yoktur dolayısıyla. Daha iyilere ve en iyilere hiç yer yoktur. İyiler iyinin, en iyiler iyinin ve en iyinin önünü açar. Bunun yanında vasatı da yüceltip iyileştirmeye çalışır. Buna karşın vasatlar iyiyi yok etmeye çabalar, çünkü vasat, vasatlığının farkındadır. Dolayısıyla aslında herkes kendisinin ne zaman, nasıl, hangi durumda ve ilişkiler ağı içinde ve bağlamında bir vasat gibi davrandığını bilir. Diğer bir deyişle vasat yaşamsal ereklerinin çok sıradan şeyler olduğunu bilir. Bu nedenle vasatlar “doğal” bir tepki olarak kendisini “üstün ve farklı insanmış” ve yaşamsal ereklerini “yüce” ereklermiş gibi göstermeye çalışır. Zira vasat bile vasatlığı insan onuru için kırıcı olarak algılar. Fakat vasatlığı bir zorunluluk ve bilinçli bir şekilde çağımızın kaçınılmaz bir yaşam tarzı olarak görenler, genellikle tüm “ahlaki frenlerini” patlatmışlardır.
Vasat, iyinin diğerleri tarafından görülmesini ve kendisiyle kıyaslanmasını istemez, onu her bakımdan engellemeye, görünmez kılmaya ve yok etmeye çalışır. Vasat, kendisiyle karşılaştırılacak bir iyi olursa kendisinin tüm zaaflarının ve açmazlarının herkes tarafından görüleceğini bilir. Dolayısıyla vasatın saklayacak çok şeyi vardır. İyi hep açık olur. Vasat rekabetçidir. İyi en fazla yarışır. Ama genellikle kendisini bir yarış üzerinden kanıtlamaya girişmeyecek kadar da olgun ve mütevazıdır. İyi kendisinin yine kendi öz değerleri üzerinden bilinmesini ve kendi özellikleri üzerinden tanınmak ister.
Vasat Olan, İyi Olabilir mi?
Fakat iyiyi yok etmek, her vasatın kârı değildir, zihin gücü ve medeni cesareti yetmez buna. Vasat iyi de olamaz. İyi olmak cesaret ister, çünkü iyi olmak, çıkar, kâr ve zarar gözetmeden gerçek ve doğru neyse ona sadık, yani dürüst ve ilişkilerinde samimi olmayı şart koşar. Gerçek ve doğru, vasatın korkulu rüyasıdır. Bu, ona kendisini her bakımdan değiştirmesi ve iyileştirmesi için büyük görevler yükler. Vasatın ortalama zihniyeti, sığ ve kısa erimli erekleri bunun önünde hep engel olacaktır.
Vasat iyi olamaz, çünkü onun yaşam hedefi kendisinin dar kişisel çıkarların ötesine geçmez. Onun insanlığı ilgilendiren büyük meseleler ile ilgisi olamaz. İnsanların popüler eğilimlerini, kişisel zaaflarını kendi kişisel çıkarları için kötüye kullanır ustaca. İyi olmak onu tüm yaşamsal ereklerini gözden geçirmeye zorlar. Bu nedenle iyi olmak her yiğidin karı değildir; hele herkesin çıkarınaymış gibi göstermeye çalıştığı kendi kişisel çıkarlarını gerçekleştirmek için her şeyi mübah gören, böylece hiçbir ahlaki sınırı olmayan vasatın hiç değildir. Bu nedenle vasat aklıyla, işiyle ve ereğiyle hep vasat kalır.
Vasatlaşan ve Vasatlaştırılan Dünyada Adaletin ve Ahlakın Kıstası
Vasatların kurduğu dünyada “adaletin” ve “ahlakın” kıstas ve kurallarını belirleyen çıkar ve güçtür. Geçici çıkarlar üzerinden kurulan “dostluklar” vasatın dünyasının belirleyici özelliğidir. Çıkarlar değişince çabucak dostluklar da değişir vasatlaşan ve vasatlaştırılan bu dünyada. Eski “dostlar” düşman, “düşmanlar” dost olur değişen çıkar durumuna göre aniden. Vasatlar dost iken bile birbirlerinin kuyusunu kazar, birbirlerinin arkasından bin bir türlü oyun çevirirler. İnsana dair tüm değerler değersizleştirilir, duygular ve düşünceler bayağılaştırılıp, anlamsızlaştırılır bu dünyada. Bu, vasatın dünyasında yalnızca güç ve iktidar ilişkilerinin hâkim hale gelmesinin düşünsel ve ahlaki önkoşuludur. Zira vasat hep “güçlüden” yana olur, haklıdan yana değil. Ona göre “güçlü” olan haklı olandır, hakkı belirleyen yasayı koyucudur aynı zamanda. Onun için en “ucuz”, hatta “bedava” veya bedelsiz tavır budur. Vasatlaşmış ve vasatlaştırılmış olan dünyada ahlaktan ve haklıdan yana olmak, “elini taşın altına koymaya hazır olmak”, bedel ödemeyi göze almak demektir. Onun için kendisi gibi vasat olan güçlünün yanında olmak, çıkarlarını gerçekleştirmesinin tek garantisidir.
Yaranma ve Yararlılık Ahlakı
Vasatların dünyasına hâkim olan “güç istenci” ilkesi, Nietzsche’nin soylu ve seçkinin (aristokratın) cinsini sürdürmek için takip etmesi önerilen güç istenci ilkesi değildir. Nietzsche’nin seçkin veya üstün insanı, İyi ve Kötünün Ötesinde adlı eserinde belirttiğine göre, “yüreksizi, korkağı, basit şeyleri önemseyeni, dar çıkarını düşüneni hakir görür”. Fakat vasat, güçlünün karşısında kendisini gerekirse küçültmekten, kendine göre güçlünün olanın ayaklarına kapanarak “yalvarıp yağcılık yapmaktan” çekinmez. Vasat, basit bir şekilde piyasalardan bildiğimiz ve tanıdığımız “piyasa insanıdır”. Çıkarcı ve yararcıdır. Kendisine temel edindiği ahlak, yarar ahlakıdır. Karl Marx, Das Kapital’de, piyasa insanının, ahlakını “yaranma” kuralına dayandırdığına işaret eder. Öyleyse vasatın ahlakı, yaranma ahlakıdır. Yaranma ahlakının kökeni, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde belirttiğine göre, modern toplumda herkesin yaşamını idame etmek için hep bir şeyler satmak zorunda olmasıdır. Fakat yaşamını idame etmek için hep bir şeyler satmak zorunda olmak, aynı zamanda tüm ahlaki değerlerinden sıyrılıp “kurtulmayı” şart koşmamaktadır. Fakat vasat olanın ahlaki tözü tamamıyla çürümüştür, her bakımından kişiliksiz, içi boş ve koftur.
“Üstün İnsan” ve Ahlak
Nietzsche, üstün insanın ahlaki değerinin yararlılık ilkesine dayanmadığını ileri sürüyor. Ona göre, “yararlılık ahlakı özü itibarıyla köle ahlakıdır.” Buna karşın seçkinin veya ayrıcalıklının ahlakı, eskilere saygı, gelenek ve kendi seçkinler soyunu sürdürmek gibi ilkelere dayanmaktadır. Fakat Nietzsche üstün insanın ahlaki değerleri yarar ilkesine dayanmıyor derken, bunun seçkinlerin kendi iç ilişkileri için geçerli olduğundan hareket etmektedir. Dostlukta, minnettarlık da, incelik de aristokratların kendi iç ilişkilerinde geçerli olan ahlaki kurallardır. Fakat Nietzsche, Nazizmin hukuk felsefecisi olan Carl Schmitt gibi bir dost-düşman şemasını temel almaktadır. Nietzsche’ye göre soyluların soyunun sürmesi için toplumun diğer kesiminin “sömürülmesi” zorunludur. Bu ise tüm toplumun yararlılık ilkesine dayalı olarak inşa etme talebine denk gelmektedir –ki bu da aslında bir vasatlık ahlakı talep etmekten başka bir şey değildir. Şöyle diyor Nietzsche:
“Karşılıklı yaralamadan, şiddet uygulamadan, sömürmeden geri durmak, kendi iradeni bir başkasının iradesine eş kılmak; bu, eğer koşullar verili ise (yani onların güç kütlesi ve değer ölçüleri benzer ise ve onların karşılıklı bağıntısı bir beden içinde bulunuyorsa), belli kaba bir anlamda bireyler arasında iyi ahlaka dönüşebilir. Fakat bu, genişletilmek ve belki de toplumun temel ilkesi olarak alınmak istenirse, kendisini ne ise olarak gösterecektir: Yaşamı reddetme istenci, çözülme ve çürüme ilkesi olarak.”
Nietzsche’nin belli koşulların verili olması durumunda, “bir beden içinde” bulunma durumunda, yani soyluların kendi iç örgütlenmesini tamamlamış olmaları durumunda iç ilişkilerinde mümkün gördüğü iyi ahlaklılık, bütün bir topluma uyarlanamaz. Dolayısıyla bütün topluma temel oluşturacak olan ahlak ancak “güçlü olanların ahlakı” veya “hükmedenlerin ahlakı” olabilir. Güçlünün veya hükmedenin ahlakını Nietzsche “güç istenci” kavramı altında tanımlıyor –ki güç istenci onun açısından aynı zamanda “yaşama istenci” anlamına gelmektedir. Peki, yaşamak ne demektir?
Üstün İnsan, Duygudaşlık ve Vasatın Ahlakı
“Burada”, diyor Nietzsche, insan “esaslı bir şekilde temelden düşünmek ve kendisini tüm hissi zayıflıklara karşı korumak zorundadır.” Her şeyden önce toplumun “sömürücü karakterini” kaybedeceğine dair gevezeliğin etkisinden kurtulmak gerekmektedir. Zira Nietzsche’ye göre bir toplumun artık sömürüye (insanın insan tarafından sömürülmemesine) dayanmaması demek, toplumun “tüm organik işlevlerinden vazgeçmesi” demek olacaktır. “Yaşamanın kendisi özü itibarıyla elde etmek, yaralamak, yabancının ve zayıfın yenilip bastırılması, baskı, sertlik, kendi formlarını dayatma, ilhak etmek ve en azından (baskının –DG) en yumuşak haliyle sömürü”. Bu durumda “üstün insan”, “duygudaşlık” (Mitleid) için yaratılmadığından dolayı, yani diğerlerinin acılarına karşı duygusuz ve kaygısız olma becerisi geliştirebilmiş olması nedeniyle “gurur” duymaktadır, çünkü seçkin insan “alt sınıftan varlıklara, tüm yabancılara (kendi sınıfına ait olmayanlara -DG) karşı gönlünün keyfine” göre davranma hakkına sahiptir.
Görüldüğü gibi Nietzsche bir aynı toplum için önerdiği birkaç farklı ahlak kuramıyla çalışmaktadır ve onun seçkinler sınıfının dışında kalanlarla ilişkisinde temel almak üzere önermiş olduğu sömürü ilkesi aslında bir yararlılık ilkesine ve böylece de vasatın ahlakına denk gelmektedir. Derinlemesine düşünüldüğünde Nietzsche’nin seçkinler sınıfının alt sınıfın üyelerine karşı ilişkilerinde önerdiği “güç istenci” ilkesi aslında tarihsel olarak görüldüğü gibi kendi iç ilişkileri için de geçerlidir. Bu durumda seçkinlerin, sıradan vasatlardan farklı olarak eğitimlerinde “seçkin”, ama davranışlarında vasat olduklarından hareket edebilir, çünkü davranışlarına yön veren ilke nihayetinde yarar ve çıkar ilkesidir.
Marx ya da Nietzsche: “Proleter” ya da “Üstün İnsan”
Vasat olan, toplumsal hiyerarşi içinde üstündekilere yalvarıp yağcılık yaparken, altındakileri de ezip kendisi gibi kişiliksizleştirmeye çalışır. Bu bakımdan vasat olan da Nietzsche’nin soylu, seçkin veya basit bir şekilde herkesin bildiği adıyla “üstün insanı” gibi yüreği taşa gibi olmuştur ve serttir ve kanı soğuktur, yüreği buza kesmiştir. Toplumsal algıda kendiliğinden oluşmuş olan vasat insan tiplemesinin ve Nietzsche’nin geliştirdiği, fakat toplumumuzda da kendiliğinden oluşmuş ve yaygın olarak kullanılan “üstün insan” modelinin yanında bir de Marx’ın geliştirdiği “proleter” insan kavramı vardır. Marx’ın “proleteri”, insanı insanlıktan çıkaran tüm koşullarına, ilişkilerine ve kurtuluş mücadelelerine karşın yaşanan tüm insan dramları karşısında insanı insan yapan yumuşak ve sıcak yüreklilikten vaz geçmez, durumu gereği vaz geçemez de.
Proleter, “mülksüz” olan demektir. Marx’a göre proleterin mülksüz olması, onu, dünyanın bir parçacığını mülk edinmiş ve kendisini o parçacıkla özdeşleştiren kişilerden farklı olarak, tüm dünyayı herkesin ortak mülkiyeti ve sorumluluğunda olarak edinmeye aday kılar. Proleterin bu özelliği onu aynı zamanda tüm insanlığın sorunlarını sahiplenmeye de aday kılar. Eş deyişle proleter toplumsal konumu gereği kendi kişisel ve sınıfsal çıkarlarıyla tüm insanlığın çıkarlarını uyumlu hale getirebilecek, gerçeklikte de, yani maddi dünyada da karşılığı olan bir insan tiplemesi olarak kurgulanmıştır. Oysa Nietzsche’nin üstün insanı kendi seçkinler sınıfı içinde de, dışında da sonunda özel çıkar ve yararlılık ilkesine göre eyleyendir.
Öyleyse, vasatlıktan kurtuluş için ahlaki arayışımız, vasatın ve seçkinin kötü dünyasından nasıl çıkılacağına dair ilkesel bir çıkış arayışıdır.
Vasatın “Aklı” ve “Ahlakı”
Vasatlık kötüdür. Vasatlar kendilerini dev aynasında gören, fakat hiçbiri tek başına ayakta duramayan, erekleri, yaşamdan beklentileri bakımından ortalamanın bile altında olan ve zihniyet bakımından da her bakımdan zavallıdırlar. Diğer bir deyişle vasatın dünyası çok dardır. Burada her biri kendi başına ayakta duramayan vasatların iyilere karşı çıkar ittifakı devreye girer ve böylece vasatlar zekâlarının sınırını, oluşturdukları ittifak ile elde ettikleri fiziksel güç dolayısıyla telafi etmeye çalışırlar. Vasatların kendileri ve kendi ilişkileri de dâhil olmak üzere her şey araçsallaştırılır. Tam bir kötülük dünyası yaratılır.
Bu dünya, Nietzsche’nin “iyinin ve kötünün ötesinde” kurulmasını talep ettiği her şeyin mubah olduğu dünyadan daha kötüdür. Nietsche’nin dünyasında doğru ve yanlışın kıstasını koyan “üstün insan”dır. Bu dünyada, Marx’ın “proleteri” gibi toplumun ortak çıkar ve emellerini değil, yapay da olsa, “üstün insan”ın kendi kişisel emellerini yasaya dönüştürdüğü bir “ahlaklılık” mümkündür. Bu elbette despot veya tiran ahlakı olacaktır. Bu sonunda iyinin de ahlakı olabilir, kötünün de. Nietzsche bu ahlakı seçkinler diye kurguladığı hükmedenler için önermektedir. Fakat tarihsel gidişin yönünü tarihsel ve toplumsal güçler belirleyecektir. Nietzsche’yi postmodernist yapan, onun değerlerle bu iki dansıdır. Fakat vasatın dünyasında her şey baştan kötüdür ve orada her şey vasatlık için, yani kötülük için mübahtır.
Bütün bu işlerde vasatlar da akıl yetilerini kullanır. Plan yaparken, planlarını gerçekleştirirken akıl yürütmek zorundadırlar. Fakat onların akıl yetisini kullanma ve akıl yürütme tarzı, akıllı değildir, olsa olsa kurnazcadır. Aklı kurnazca kullanmaktan hile ve açıkgözlülük çıkar, zekâ değil. Her akıl yürüten zeki değildir. Zekâ akıl yetisini belki kurnazca değil, ama akıllıca kullanmayı emreder. Akıl yetisini akıllıca kullananlar kurnaz olmayabilirler, fakat kesinlikle zekâ dolu olurlar. Basiret sahibi olmak, zeki olmayı şart koşar. Açıkgözlüler, yani kurnazlar becerikli olabilirler, fakat kesinlikle basiretli olamazlar. Basiret, birbirini şart koşan akıllılığı ve ahlaklılığı talep eder. Kurnazlık ise, Hobbes’un Leviathan adlı eserinde belirttiğine göre, “aklın sahtekârlaştırılması” anlamına gelmektedir. Bu, “basirete adil veya dürüst olmayan araçlar” eklenirse oluşur. İşte “buna kurnazlık denir”.
Bu iki yaşam tarzı arasındaki fark, ahlaklılık ile ahlaksızlık arasındaki farka tekabül eder. Akıl, zekâ ve basiret sahibi olanlara, yani ahlaklı öngörüye sahip olanlara ihtiyacı var ülkemizin, dünyamızın, çağımızın. Ahlak da oradan çıkacaktır, mutluluk içeren özgürlük de. Zira mutluluk içermeyen özgürlük, özgürlük değildir.
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
20 Kasım 2024 20:01
03 Kasım 2024 20:23