Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Felsefenin ‘Bilgi’si

Öğr. Gör. Celal GÜRBÜZ

Kategori: Felsefe-Mantık - Tarih: 21 Şubat 2020 01:55 - Okunma sayısı: 1.608

Felsefenin ‘Bilgi’si

Felsefe[1], başlangıcından beri ‘bilgelik (sophia)’ talebini yaşama geçirme isteğini (philia) taşır. Öyle ki, sadece evrenin nasıl oluştuğuyla ilgili bir bilgi (gnosis)yi değil, insanın kendi yaşamını ortaklaşa veya kişisel bir biçimde, en yetkin bir duruma eriştirecek bilgiyi de amaç edinmekteydi. Böylesi bir ön düşünce, insanın kendisi hakkındaki bilgiyi Apollon tapınağına bir özdeyiş olarak yazdırdı: kendini tanı( gr.gnothi seauton). Bu söz, aynı zamanda ‘kendi sınırlarını bil’ düsturunu da içerir.

Bir başka açıdan bilgi, insanın türsel varlığını sürdürebilir olmasının koşullarını da içerir. Yabanıl insan doğal durumda kalsaydı, biyogenetik donanımıyla soy sürdürmede çok ta şanslı olmazdı. Gelişebilir, evrilebilir bir yapıya kavuşması, algısal ve bilişsel yeterliğinin düzeyini gittikçe güçlendirmiştir. Beyinle el arasındaki eşgüdümün artması, iş yapabilirlik ve nesneleri yoklama, işleme imkanlarını genişletmiştir.

Aristoteles, ‘Metafizik’nin başlarında ‘insan doğası gereği bilmek ister’ diye başlar. Bu tümce sadece ‘isteği’ belirtir, bu isteğin nasıl gerçekleşeceği ve ne tür bilme biçimleriyle bilincin evrimleşeceğini açıklayamaz. İnsan, içinde yaşadığı dünyayı sadece mekan edinmez, onu anlamaya veya anlamlı kılmaya da girişir. Kendisinin eksik fakat yetkinleşebilir anlayışı temelinde ondan daha çok yararlanabilmek için bu dünyayı, kayıt altına almaya girişir. Bu girişimde, rasyonel, sistematik, kesin, doğrulanabilir veya yanlışlanabilir olarak da nitelendirilebilecek bilgiler biriktirir. Gittikçe artan bu bilgiler aracılığıyla da bir tür yapma (artificiel) bir dünya inşa etmeye girişir.

Genel olarak edinilen her malumata (bilişim) bilgi deme alışkanlığı vardır: Uçan kuşu görme, çamura batınca kirlenme, sinek vızıltısından rahatsız olma, üzülme veya öfkelenme, bir melodiden etkilenme gibi. Duyumların işlevsel hale gelmesi, gözümüze toz kaçacaksa göz kapağının kapanarak tepki vermesi ‘doğal’dır. Ancak bu işlevlerin ‘nasıl’ olduğu ile ilgili bir sorudan hareketle incelemelere, gözlem ve deneylere başvurarak mekanizmaların anlaşılmasına girişmek, fizyoloji (bedenin oluşu (physis)) ile ilgili bir bilgi (logos) dalının uğraşı alanına girer. Ancak her soru ‘nasıl’la ifade edilmeyebilir; ‘neden’li ve ‘niçin’li sorular da vardır: ‘ niçin inanırız, niçin değer verir ya da değersizleştiririz, ‘niçin sanat yaparız, ‘ niçin mutlu olmak ister, yalan söyler ya da yanlış eylemlerde ısrar ederiz, neden bilmek isteriz ? Düş kurduğumuzu bile bile, niçin gerçeklere sırtımızı döneriz? Fizik dururken niçin metafiziğe yöneliriz? Olgularla onların tasarımları bir olmadığı halde, tasarımlarımızı niçin olguların önüne koyarız? Belli ki, ‘nasıl’lı soruları yanıtlama olasılığı, ‘niçin’li soruları yanıtlama olasılığından daha fazladır. Bu ayrım bizi, felsefi bilmenin önemli bir ayırdını kavramaya götürebilir: felsefe sorusu, ‘nasıl’dan çok ‘neden’e ve ‘niçin’e yönelir.

Algının, idrakin, anlamanın, akıl erdirmenin, onaylama veya karşı gelmenin her türü bilişsel akt( edim)lardır. Her bilişsel aktın verdiği malumat elbette farklıdır, aynı olguyla ilgili pek çok akt, farklı içerikler oluşturur ve belli bir düzeyde bütünleştirilir. Olguya yönelik biliş somuttur, anlama veya kavrama yönelik biliş refleksiyonlu ( dolayımlı) dur. Birincisi bilimsel, ikincisi felsefidir.

Neyi, nasıl, niçin ve neyle biliyoruz? Ya da daha esaslı bir biçimde, hangi tür bilişe niçin “bilgi” diyoruz? Bu soruların her bir bölümüne, epistemik teori veya görüşlerden herhangi birine göre yanıt verebiliriz, veya köklü bir sakınımla yargıyı Pyrrhon tarzında  askıya (epokhe) alabiliriz. Başlangıç için bilgiye bilme eyleminden elde edilen bir bilinç içeriği diyelim. Biri bizi insan konusunda sorgulasa ( dilerim bu Sokrates ayarında biri değildir) ne deriz: Bilindik yanıtları (akıllı, bilinçli, inanan, seven, nefret eden, anlayışlı, anlayış yoksunu, öğrenen, öğrendiğine aykırı eyleyen, değer veren, değeri yıkan, amaç güden, güttüğü amacı hiçe sayan….ve bunu gibi) Her ‘ne’ sorusunun tek bir yanıtı olmadığı açık, yanıtın olumlusuyla olumsuzu aynı güçte… çatallanıyor. Eğer belli bir moral bakışa bağlı olarak bir belirlemede bulunsaydık- örneği, Nietzsche’nin hayranlıkla andığı yedi bilgelerden Bias’ın yanıtı: ‘insanların çoğu kötüdür’. Bu tikel tanımın karşıtı : ‘ insanların çoğu iyidir’ olmalı. Tümelle başlamadığımız için, tikel yargılara dayanarak, karşıtta olsalar, kesin bir sonuca varamayız. Bu soruya doğru yanıtı, mantıksal tutarlılığı veya geçerliği sağlamış olsak çıkarabilir miydik? Formel olarak belki, içerik olarak sanmıyorum. Demek ki bilginin eğrisi doğrusu mantıksal kanıtlama yoluyla kısmen belirlenebiliyor, ama öncülün doğru bilgisini mantık veremez.

Deneyimde gösterilemeyen bir bilişin akılda bir temeli olabileceğini düşünerek başka bir temeli araştırmaya açabiliriz (Platon, Descartes, Leibniz). Akılda, bir deneyim kanıtı gösterilmeksizin yukarıdaki soruya bilgi diye niteleyeceğimiz bir yanıtı kanıt diye sunabilir miyiz? Diyelim ki Descartes’ın vermesi mümkün bir yanıtı deneyelim: İnsan, başka bir bakımdan değil, sadece ‘kendinin bilincinde olmak’la insandır. Çünkü, bilinci olmasaydı, güdü ve içgüdülerine dayanarak herhangi bir otomat tür olabilirdi. Bedeni için re diyebiliriz? Şeylerin ortak tözü olan uzama bağlı olduğu için, olsa olsa biyonik bir otomat olabilir.

İnsanın gerçeklikle ve kendi varlığıyla öncelikle duyumları aracılığıyla sınırlı olsa da bir bağ kurduğu açık. Dünyanın bize duyumda verilen betiminin fotoğraf makinesinden çekilen bir kaydına benzer olduğunu ‘biliyoruz’. Görme organları olmayan yarasa gibi canlıların bir böcek algısı hiç de bizim algımıza benzemez. Böcek aynı böcek ama, imgesi farklı alıcılar nedeniyle farklı. Üstelik bizim nesneyi seçebilmemiz yarasanınkinden daha bulanık olabilir. Yarasanın gündüz ışığına duyarlı olmaması, bizim gece karanlığında körleşmemizle kıyaslanabilir.

Peki, doğru bir bilginin – eğer mümkünse- ölçütü ne olacaktır?  Sophos (bilge) adını eksiltmeyle (Sokrates ve Platon’un eleştirisiyle)  ‘Sofist’ nitelemesiyle takınan ünlü Protagoras. ‘Her şeyin, varolanın varolduğunun ve varolmayanın varolmadığının ölçüsü insan (anthropos)dır’,  savıyla bilinir. Ölçü insansa, kendisinin de ölçüsü olmalı, peki bunun ölçüsü ne ya da kim olacak? Aynı konuda birbiriyle çelişen iki yargı hakkında da geçerli kanıtlarımız olabilir, hangisi daha doğru diyemeyiz, çünkü çelişik yargılardan birinin doğru olması gerekir, ancak hangisi olduğuna karar veremeyiz. Bildiğimiz şey, birini doğru kabul edersek diğeri kesinlikle yanlıştır. Protagoras, yargılarımızın şeylerin veya eylemlerimizin kendilerine değil, onların duyumda ve algılda oluşan görünüşlerine dayandığı tezini savundu. Şeylerin özüne dair bir bilgimiz olamazdı, olsa olsa ‘görüş’ veya ‘kanı’larını edinebiliriz. Bu görüş veya kanıların doğruluklarından veya yanlışlıklarından söz edemeyiz, çünkü özneldirler. Kişilerin deneyimlerine konu olmayan edimler o kişiler için kayıt dışıdırlar, insan, faaliyetinin( pragma) sınırları içinde (empirik)bilgi edinebilir. Bilginin ölçütü bizzat insanın yapıp ettikleri ve bunlardan edindiği malumatlarla ilgili olabilir( insana görelik).

Bir başka sofist Gorgias, daha da radikal sonuçlar çıkardı: Var diye bir şey yoktur, olsa bile ne olduğu bilinemez, bilinse bile bir başkasına iletilemezdi (allojik tezler) Kanıtlama biçimi şaşırtıcı ve ayartıcı, fakat yine de onun için ‘nihilist’ etiketi, eleştiriye katlanamayanlarca takılmış olsa gerek. Bir şeyi bildiğini iddia eden biri, savını tüm karşı savları eleyebilecek bir yolda inceleyebilmiş olması gerekir. Yoksa her sav gibi görünen sadece kişinin kendi kanısıysa, bu, Gorgias için de geçerli. Oysa o, zaten hiçbir deyişin deyiş olmanın ötesinde bir değeri olamayacağının bilincinde. Filolog olan Nietzsche’nin ‘ dil ( yani sözceler) baştan sona metafordur, söylenceden başka bir şey değil’ deyişi de benzer bir şaşırtmaca.

Protagoras’ın epistemik göreciliği, empiriye dayalı algı temelli bir fenomenalizm içerir.  Fenomen (Grekçe, Phainomenon), iç veya dış algıda verilen görünüş, görünüşte görüleni işaret eder. Sokrates, maiotik (doğurtma) evrede, çürütme yöntemiyle sanmaları ve yanılgıları etkisiz kıldıktan sonra, kavramın uygun örneklerini toplayarak zihinde doğmasını (maiotik, doğurtma) sağlar: Pronoia (öngörü). Empirik bilgi doğruluk açısından gerekli ancak yeterli değildir. Bir şeyi asıl anlamında bilmek (episteme anlamında) tekil algılardaki görünüşleriyle sağlanamaz, özneldir, koşullara bağlıdır, tanımı ancak algısal izlenimlerin betimlenmesiyle sınırlıdır (önemsiz de değildir).

Kavram bilgisi algının çokluğunu birliğe götürür (epagoge) ya da daha yetkini salt akılca keşfedilen saklı hakikatin (aletheia) bilgisidir. Sokrates öncesi filozoflarda bu görüşün izlerine rastlanabilir: Pythagoras’ın matematika’sı (kosmosun harmonik bilgisini, sayı ve şekiller arası bağıntıları kurarak rasyonel yoldan inşa denemesi), Nous’un (doğaya düzen veren biçim verici güç olarak, bir tür akıl) Anaxagoras’ın türdeş elementlerden çeşitli şeyleri, çokluğu meydana getirmesi, Herakleitos’un Logos’u, Platon’un iyi ideası gibi.

Daha önceki bir yazımda (Felsefe bir anlam arayışı mıdır?) şöyle yazmıştım: Felsefe, başından beri ‘neden’i ve “niçin”i “anlama”ya yöneliktir. Bu anlama, özellikleri olan bir anlama türüdür. Bütünselliğe yönelik, yani parça alanlarda elde edilen bilgileri bütünlüklü bir anlayışla kavramadır. Sokrates’in bilmediğini bilmesi, hakikat/doğru olan bir bilgi temeli olmadıkça doğru eyleyemeyeceğiyle ilgili düşünceleri; Platon’un hakikat değeri taşıyanın kanaatlere göre değişemeyeceği (idea), algılanan şeylerin hangi forma, sınıfa girdiğini bilmedikçe doğru bir açıklamanın yapılamayacağıyla ilgili düşünceleri bu türe örneklerdir.

Doğrulanmış bilgi anlamında episteme, ancak doğru düşüncenin kanıtlanabilir formlarını içerdiğinde olanaklıdır. Her türden öznel kanılara karşın doğrulanabilir hakiki bilginin kanıtı aklın kesin yargılarıdır. Yargıların formel geçerliliği, bilinç içi bir birliği şart koşar. Bilginin içeriği ile formu arasındaki temsili uygunluk biçimleri, sözcükle anlamı arasındaki bağı, nesneyle rengi arasındaki görünürlük uzayını andırır. Kant’ın ‘ düşünüyorum (Descartes’ın cogito’su) bütün düşüncelerime eşlik eder’ demesi de ben bilinciyle bilginin düşüncede kavranışı arasındaki zorunlu birliği kast eder. Hegel’in bilinç diyalektiği, algısal bilinç aşamasının anlayışın genel formlarıyla kesinliğe varışını ve kavramın varlıkla özsel bir diyalektiği aracılığıyla idenin hakikatiyle sonuçlanan mutlak bir bilinç dönüşümünü izler.

“Bilinç kendi başına ele alındığında bile “bilincine varma” nitelemesinde açığa vurulan bir eksiği çağrıştırır: neyin? Bilinç hiç bir şeyin bilinci değilse,  bilge Herakleitos’un sözü kulakları çınlatmalıdır: “ Uyanıklar için bir tek ve ortaklaşa dünya, uyuyanlardan her biri kendisininkine döner.” (Frag. B 89; Kranz) Kant bile Aşkınsal (Transendantal) diyalektikte aklın bir tür işleyinde kuruntulara kapılabileceğiyle ilgili kanıtları gösterdi, çözümlemeleri kritiğin neredeyse odak tartışmalarıdır. Bilincin sistematik biçimine akıl demek benimsenirse, onun antinomilere uğramasına ne demeli? “ Bilinebilirliğin sınırları nedensel açıklamaların sınırlarıdır. Bunun dışındaki açıklamalar “ sanki var” alanına girer (Uluğ Nutku, İnanmanın Felsefesi, s.16): “ bütün din inancı” sanki var önermeleriyle kurulur”. “ Felsefi çözümleme bundan sonra başlar. “ Bunu sadece felsefenin değil, insanın hayati yanılgısı olarak anlamak çağın sorunudur.” ( agy, s.16-17)

"Bilincin akılsal çıkarımlar ötesinde işleyen bir yanı olduğu”: Kant’ın salt akıl çözümlemesi. Kavramın bir içeriği olmasına karşın ide, empirik içerikten yoksun olduğu için “ salt aprioridir”.  Bilgi teorisinde bu yol açıcı görüş inanmanın zihindeki yerine işaret eder.” Qysa akıl, neden-etki bağının “dışına çıkamaz.”- bilmeyle bilgi dışı olana inanmayı ayıran sınır çizgisi. (UNutku, s.18)

Nesnel dünya bilinci için var olanların “ öyle  oldukları gibi bilinmesi ”apaçık bir zorunluluk olmasına karşın, var olanları “öyle olmadıkları gibi bilmeye yönelme “inançlara yol açar”. Ontolojik açıdan olanın olduğu gibi bilinmesiyle olmadığı gibi bilinmesi/inanılması arasında real-ideal ya da mümkün-mümkün değil gibi ayrımlarla sorunu modal yargılar tartışmasına dökmeden, “iş yapmada doğru bilinç”, dünya deneyimi birikimi”, “bilincin nesnesine uygunluğu” gibi insanın dünyayla ve yaşamını sürdürme temel güdüsüyle şimdi ve burada bir başlangıç fenomeninden hareket edilmektedir. İnsan hakkında mümkün kimi görüşlerden, hatta dünya görüşlerinden değil insanın somut yaşam  fenomenlerinden hareket edilmektedir “ Oysa varolanları öyle olmadıkları gibi bilmek, kendi içinde çelişiktir, çünkü hem varolmayanın  bilgisi edinilemez hem de varolan, öyle olmasının dışında tanımlanamaz.” “Öyle olan” öyle olmayabilir mi? Ya da tersi. [ Uluğ Nutku’da Sanki var, yazımdan]”

Felsefi bilgi, ön yargıları ve çürük kanıları eleştiriyle eleyen, Platon’un bir ifadesiyle ‘ özgür bir bilme’dir. Zihnin (aklın da denebilir) ayırdına vardığı, ancak çözmede güçlük (aporia) lerle karşılaştığı problem çekirdeklerinin çözülmesi girişimiyle başlar. İnsanların sanmaları, görüş ve inançları kendilerine makul gelebilir, ancak öznel kabuller, bu kabullerin geçerliliğine kanıt oluşturamaz. Düşünme, kendi yolunda keşfedeceği doğruları elinde tutarak, gerçekliğin sonsuz uzayında bilinebilirlik sınırlarını git gide genişleterek ilerleyebilir. İnsanlığın binlerce yıllık gelişim aşamaları düşünüldüğünde, hata-hakikat sarmalının her defasında yeniden işletildiği, yeni bilgilerle eski hataların azaltılarak gelecek kuşaklara aktarıldığı anlaşılacaktır.

[1] ‘Felsefe’ sözcüğü, Arapça okunuşuyla Grekçe ‘philosophia’nın ‘felasife’ şeklinde telaffuz edilmiş halinin zamanla aşınmış bir okunuşudur. Aslında bu sözcük Türkçe,  pekala ‘ filosofya’ biçiminde telaffuz edilebilirdi.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Felsefe-Mantık Yazıları