Cahit BULUT
-Gece körlüğü olarak da bilinir.
-Heraditer (Kalıtsal)dır.
-Önceleri renk ve ışık kaybı,
-sonra görme kaybına neden olur.
Köyün üst tarafındaki dağların eteklerinde, bir kış boyu birikmiş olan kar, yavaş yavaş etkisini göstermeye başlayan güneşle ılgıt ılgıt erimiş, Küçük derecikler oluşturarak köyün ortasından, bahçe ve tarlaların arasından o altınımsı bir renkte yılan gibi kıvrıla kıvrıla akarak aşağılarda deli deli homurdayan çay ile bütünleşmek, onunla bir olmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Güneş, bütün doğayı uyandırmış, harekete geçirmişti. Yılanların, kertenkelelerin, börtü böceklerin, ağaçların, toprağa düşmüş küçük bir tohumun bile kış uykusu sona ermişti. İnsanlar da uzun süren kış esaretinden kurtulmuş, soğukkanlı varlıklar gibi güneşin bolca vurduğu bir duvar dibi bulup, kayaların üzerinde çömelerek sohbete ve sarma sigaralarını tellendirmeye başlamışlardı. Beş altı ay süren bütün bir kış boyunca ısınmak için geniş tandır yorganlarını boğazlarına kadar çekerek ısınmaya çalışmak, zorunlu ihtiyaçlarını gidermekten başka bir hareketleri olmamıştı.
Bu yıl bahçelere taşınmakta da gecikmişlerdi. Neredeyse haziran ayının sonu gelmişti. Oysa yaz ayının ilk sıcaklarıyla köy tamamen boşalır, sonbaharın ilk yağmurlarına kadar da yılanlara, akreplere, kuşlara terk edilirdi .Hali vakti yerinde olan tek tük köylünün bahçelerinde yazlıkları vardı. Elde avucunda olmayanlar da çınar, söğüt dalları, meyan bitkisinden bir çadır örerek yaz mevsimini onun içinde geçirirdi. En havalısı da toprağa gömülen telefon direkleri yüksekliğindeki dört direk üzerine kurulan haymalardı. Hafif bir rüzgârla âdete beşik gibi sallanan bu haymalarda oturmak apayrı bir zevktir.
Bütün köylüler adeta anlaşmış gibi hemen hemen aynı tarihte hazırlıklarına başlar, aynı tarihlerde köylerinin alt tarafında ortasından çayın aktığı tarlalarına taşınırdı. Elbette erkenci kuşlar gibi göç edenler olduğu gibi artçı olanlar da bulunur vardı.
Sıddık ile Hasan kardeşler de hazırlıklarını tamamlamıştı. Atadan kalma evi ortak olarak kullandıkları gibi bahçeleri de ortaktı. Aynı avluda yaşıyor, aynı kazanlardan pişen yemeklerden yiyorlar, aynı bahçede bir arada bulunuyor, aynı meyve ve sebzelerden kardeş kardeş pay alıyorlardı. Yalnız yatak odaları, bahçede mekân tuttukları ağaç altları farklı farklıydı.
İkisi de sabahın alaca karanlığında uyanmış, farklı eşeklikten ayni evin avlusuna adımlarını atmışlardı. Birbirlerinin ayak seslerini duyunca:
'' Kim o! ,Kim var orada? '' diye seslendi Sıddık.
'' Benim! '' dedi Hasan. Birbirlerini fark etmeseler bile seslerinden tanımışlardı. İkisini de uyku tutmadığı belliydi. '' Seni de mi uyku tutmadı keko ? '' diye sordu.
Sıddık, şaşı gözleriyle onu seçmeye çalışırken '' Ben hep böyleyim, bilirsin işte, yeni bir iş yapacaksak o gece beni kolay kolay uyku tutmaz. Bu gece üvez de çoktu, yedi bitirdi beni, sabaha kadar hart hart kaşındım durdum. ''
'' Ben de uyuyamadım sabaha kadar, yanık camız gibi debelenip durdum yatakta.'' dedi Hasan.
İkisi de esmerdi, hanımları da öyle... Kime çekmişlerse artık ikisinin de bütün çocukları ya sarışın ya da kızıl saçlıydı. Onlar da uyanmış avluya doluşmaya başlamışlardı.
Gün ağarmaya başladığında birbirlerini artık rahatlıkla seçebiliyorlardı. Artık akşamın alaca karanlığına kadar görmeyle ilgili bir sorunları olmayacaktı. Çocukları koşup oynayabilecek, dağ, bayır, bahçe gezip dolaşabilecek, ayakları bir taşa, bir kütük parçasına takılıp düşmeyeceklerdi. Kimse onlara çelme takıp yüzükoyun deviremeyecekti. Yine de koyu gölgeliklerde dikkatli olmak gerekiyordu.
Güneş, fıstıklı tepelerin ardından iyice yükselmiş, sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı. Bir kaç günden bu yana yaptıkları hazırlıkları gözden geçirdiler. Herhangi bir eksiklik yok gibi görünüyordu.
Sıddık, büyük yeğeni Mehmet'e '' Eşekleri ahırdan çöz de getir .'' dedi. Mehmet söylenenlere hemen uydu. Önce boz eşeği çekip getirdi. Sıddık ile Hasan ona yükü denkleştirmeye çalışırken Mehmet kara eşeği de çözüp getirmişti. İki hayvanı da yükleyip bahçelerinin yolunu tuttular. Bahçeleri sulamak için açılan kanalın üzerindeki köprüyü aşıp, çakıl taşlarıyla dolu, köyün su kaynağı, pınarın bulunduğu yokuştan geçerek çayın üzerine inşa edilen beton köprüden karşı kıyıya ulaştılar. Höyük başı kıyısındaki dar, ince yoldan ağır ağır ilerleyerek bahçelerinin bulunduğu yere ulaştılar. Hüyük başı pınarı sularının oluşturduğu ince derecikten geçerek tarlalarına gelip eşeklerin sırtındaki denkleri indirip her yıl konakladıkları ağaçların altına yerleştirdiler.
Çocuklar kızarmaya başlayan can eriklerine, henüz olgunlaşmamış şekerpareler ağaçlarına dalmışlardı bile. Parmak iriliğindeki beyaz yediveren ve siyah dutlar da olgunlaşmış, hafif bir rüzgârla ağacın altına serilmeye başlamıştı.
Köyde en güzel, en tatlı erikleri, şekerpareleri, en güzel şeftalileri, narları onlar yetiştirirdi. Ayrı bir suyla, bahçelerinin üst tarafından kaynayan pınardan besleniyordu meyve ve sebzeleri. Bu da başkalarının iştahını kabartıyor, ağızlarını sulandırıyordu.
Acem Uşağı pınarının başındaki üç büyük ceviz ağacının kapladığı küçük bahçe, bir su kanalıyla ayrılıyordu onların bahçesinden. Köyün erkekleri bu ağaçların altında toplanıp bir yandan çeşitli oyunlar oynayıp, hikâye ve masallar anlatıp eğlenirlerken bir yandan da, bu meyvelere nasıl erişebiliriz diye düşünürlerdi. Pınardan su almaya gelen kızları görmek için de gençler özellikle öğle saatlerinde burada bir araya gelir. Onları görebilir miyim diye saatlerce bekleşirdi.
Güneşin batışı, hava hafiften gölgelenmeye başladığı saatlerde büyükler, küçükleri doğal bir çit oluşturan dikenli böğürtlen, çalıların üzerinden atlatarak meyve sebze aşırmaya gönderirlerdi. Onlar da topladıkları meyve sebzeleri bu tarafta bekleyen, büyüklere atardı.
Zamanla bunu fark eden Sıddık ve Hüseyin akşamüstleri çocukları ağacın altında nöbetçi dikmeye başlamışlardı.
'' Bu böyle olmayacak! '' dedi Savaş. '' Yöntemimizi keşfettiler, yeni bir yol, yeni bir yöntem bulmamız lazım, yoksa üzüm salkımına bakan tilkiye döneriz.'' Yarın öbür gün şeftaliler de olgunlaşacaktı, narlar da öyle, cevizler de... Ya söğüt ağaçlarına tırmanmış asmalardan sarkan üzüm salkımları... Bunları düşündükçe iştahları daha da kabarıyor, daha da amansız çareler bulmaya çalışıyor ve planlar yapıyordu büyükler.
'' En iyisi bunların aralarını bozup, birbirlerine düşmelerini sağlamak'' diye bir fikir attı ortaya. '' Aralarını öyle bir bozmalıyız ki kendileriyle uğraşırken gözleri hiç bir şey görmemeli, biz de bahçelerine girip istediğimizi alıp çıkarız.'' dedi.
'' Bunu en iyi Anter yapabilir. İkisiyle de arası iyi. Onun söylediklerinden şüphe etmezler. Ben de dışarıdan destekler, dedikoduların yayılmasını sağlarım, Siz de desteklersiniz.'' dedi.
'' Lan oğlum, kardeşi kardeşe mi düşüreceksiniz! '' diye itiraz eder gibi oldu Barış.
'' Eğer bu meyvelerden, sebzelerden yemek istiyorsak bunu yapmak mecburiyetindeyiz, yoksa avucumuzu yalarız! '' dedi Tilki Mustafa ve ekledi '' Dünya hali bundan ibaret, onlar da akıllarını kullanıp, birlik ve beraberliklerini bozmasınlar, birbirlerine düşmesinler !''
'' Allah kendilerine bir hastalık musallat etmiş, alaca karanlıkta göremiyorlar işte. Siz de bunu fırsata çevirip onları soyup soğana çevirmeye çalışıyorsunuz. Hem sizin tarlanız, bahçeniz yok mu! '' diye isyan etti.
'' Var!'' dedi cuma '' Benimki bana, onlarınki de bana !'' diye güya espride bulundu.
'' Yazıktır, zavallılar sizin için mi çalışıyor.'' dedi Barış.
'' Lan oğlum sen de yiyeceksin bu meyve ve sebzelerden !'' diye üsteledi Tilki.
'' Ben istemiyorum! Hem bu yaptıklarınızı gider anlatırım onlara! '' dedi Barış.
'' Ulan oğlum, bozgunculuk yapma! Şehre gidip biraz mürekkep yalayınca köyümüze yeni adet mi getirmeye çalışıyorsun! Dünya kurulduğundan beri hep böyle, kimi yetiştirir kimisi de yer !''
'' Vallahi, duyarlarsa sizin için hiç olmaz, hem silahları da varmış.''
'' Onlar ancak birbirlerine silah çeker, birbirleriyle kavga ederler.'' dedi Tilki Mustafa.
Atadan, dededen kalma, kovboy filmlerdekine benzer bir tabancalarının olduğu herkes tarafından biliniyordu. Bu tabanca kılıfının içinde çocukların yetişemeyeceği yükseklikte bir ağacın çatal kısmına yerleştirilirdi. Daha çok aile içindeki sorunları çözmek amacıyla kullanılırdı bu tabanca. Aralarında büyük bir kavga çıktığında erken davranıp darbeyi gerçekleştirebilmek için bu silahı ele geçirmek gerekirdi. Kim önce silahı ele geçirir havaya bir kurşun sıkarsa egemen oydu. Öbür kardeş de bu darbeye karşı koyamaz, en azında ölüm yerine boyun eğmeyi tercih etmek zorunda kalmış gibi davranırdı. Sonra silah yeni, büyük bir kavgaya kadar tekrar yerine yerleştirilirdi. Aralarında o kadar sık kavgalar oluyordu ki, artık pek ciddiye de alınmıyorlardı. Bu kavgaları başkaları için artık seyirlik bir olay gibi algılanmaya başlanmıştı.
Bir gün akşamüstü kısa aralıklarla Sıddıkların ve Mehmetlerin altında oturdukları ağaçların üzerindeki korunağın üzerine nereden atıldığı belli olmayan birer taş geldi. Önce korunağın kuruyan yapraklarını hışırtıyla deldikten sonra tam ortalarına düşmüştü.
'' Ulan kim attı bu taşı !'' diye bağırdı Sıddık.
Hemen ardından Hüseyin '' Ulan neden taş atıyorsun bize! diye bağırdı karanlığa!
Sıddık kendisine bağırıldığını sanarak '' Ulan sen ne diye atıyorsun! Az kalsın çocuğun kafası kırılacaktı !''
'' Az kalsın benim de kafam kırılıyordu !''
Gözleri de birbirlerini iyice seçemez duruma gelmişti. Kopan büyük kavgada kimin kime yumruk salladığı da belli değildi. Ortalığı bir velvele almıştı. Bağrışlar çağırışlar ta kilometrelerce öteden duyuluyordu...
Ertesi gün, birbirlerinin yüzünü, gözünü gördüklerinde nasıl bir kavgaya tutuştuklarını anlamışlardı.
Bir kaç erik ve kayısı koparmak için ağaçların yanına gelen Mehmet hayret içinde kaldı.
''Baba, emmi! Koşun, ağaçlarda ne erik kalmış, ne de kayısı! Diye bağırdı...
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
20 Kasım 2024 20:01
03 Kasım 2024 20:23