Coşkun ÖZDEMİR / Dr. Ürün Anıl ÖZDEMİR
Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 17 Ocak 2020 18:39 - Okunma sayısı: 1.879
Coşkun ÖZDEMİR / Dr. Ürün Anıl ÖZDEMİR
Kavramsal Düşünce
Kavramsal düşünme ya da kavrayarak düşünme tekil varlığın içinden kavrama değil, kavramın içinden varlığa bakarak ve ilerleyerek düşünülmedir. Kavramın içinden bakabilmek için önce konumuz olan kavram kavranmalıdır. Bir başka deyişle, anlıkta, o kavrama ilişkin “yeterli bir idea” oluşmuş olmalıdır çünkü ancak kavramın kavradığı kavrandıktan sonra kavramdan ortaya çıkacak da kavranılabilir. Kavram insan anlığında ve insan anlağı tarafından oluşturulur. İnsandan çıkan etkinin, yani sonucun kavranması için nedenin kavranması gereklidir, burada ortaya çıkan etki aynı zamanda insan kavramının etkisidir, yani etkinin nedeni insandır, öyle ise insan kavramı bilinsin ki ondan ortaya çıkacak şeyler de bilinebilsin.
Kavramların anlıkta yeterli idealarının oluşabilmesi için, ilk yapılması gereken o kavramları katışıksız hallerinde “kendinde kiplerinde” ele almaktır. Bu ön işlem yapılmazsa kavram pratikteki kipinde, yani öteki kavramlarla ilişkisinden ortaya çıkan örgüsel olguda açık ve seçik tanınamayacaktır. Kavramın edimselleşmesinde –ki bu kavramımızın öteki kavramlarla ilişkiye girmesi demektir– sınırlar ve bu nedenle kavramlar birbirine karışır, çünkü kavramların etkileri birbirlerine geçmiş ve bir tek örgüde birleşmişlerdir. Bu durumda örgüdeki ögelerin her birini ayrı ayrı tam olarak seçebilmek zorlaşır elde edilecek bilginin seçik ve açık olması zorlaşır.Oysa bilginin seçik olması zorunlu koşuldur. Çünkü etkiyi bilmek nedeni bilmekti ve neden etkiden önceki kavram idi.
Üstelik bir kavramın salt seçkiliği değil açıklığı da –özünün açığa konması–da ancak “kendinde kipinde”, arı kipte mümkündür. Her iki nedende bize bir kavramın “kendinde kipinde” incelenmesinin onun “upuygun” ya da “yeterli nedenle” kavranması için zorunlu olduğunu gösterir.
Kavramın Kendinde Kipi ve İki Yöntem- İki Yöntemde Kavramın Kendinde Kipi
Bize öyle geliyor ki, tümevarım ile tümden gelim yöntemleri arasındaki fark, yöntemlerden çıkan bilgilerin içeriklerine de yansır.
Tümden gelim yönteminde ortaya çıkan bilginin bileşenlerinden her biri, kendinde kipinden geçerek o bilgiye girmiştir, öte yandan elde edilmiş bilgi yanından bakarsak pratik bilgi kendinde kipinde bilgide –teorik bilgi– içerilir. Böylece bilginin teorisi ve pratiği olduğu gibi bilince yansır. Bu bilgi bilince gelmeden önce, yani nesnesinde, varlıkta zaten teori ve pratiğin birliği olarak, kurgul kiptedir.
Denmek istenen şudur; tümdengelimde bir tüze olgusunda olası anahtar kavramlar–hak, görev, ihlal, suç, ceza gibi– kendinde, yani soyut hallerinde iken incelenirler, inceleme bunların bir olgu örgüsünde edimselleşmiş kiplerinde daha kolay fark edilir.
Tümdengelimde kavramların “kendinde” kipinden edimselleşme kipine gidilirken, tümevarımda bilgi edimselleşmiş olandan elde edilir, bu durumda bilinç için ya da bilinçte, kavramın kendinde kipindeki arı ideası oluşmadığı için bilgi teorisinden ya da bir başka adlandırma ile lojiğinden kopuktur, köksüzdür. Köksüz bir bilgi açık ve seçik değildir, deneyle sınırlıdır. Aslında bilginin kaynağını deneyimde aramanın, kökten kopukluk eksikliği taşıdığı şimdi daha iyi açığa çıkar. Tümevarım yöntemi gerçekte “tüme” ya da nedene varamaz etkide kalır, bu nedenle şüpheyi olumsuzlayamaz–ortadan kaldıramaz– çünkü sonucu zorunluluk zinciri ile bağlanmamıştır. Oysa sonuçtan şüpheyi düşmek onu zorunlu zincirine bağlamaktır. Bilgi bir etkidir ve nedenin-nedenlerin etkisidir. Neden ve nedenler apaçık olmaz ise bilgide apaçık olamayacaktır (Bu konuda çalışmalarımız yeterli olgunluğa erişmiş olmasa da, çalışmamızın şüpheden arınmış etkilerini aşağıda da paylaşacağız. C.Ö).
Tekil bilimlerin tümdengelim yöntemine yeterince yer vermemelerinin ortaya çıkardığı sonuç, bilgiyi bilenin kafasında, o bilginin köke bağlanamamış kökten kopuk halde bulunmasıdır. Genelde tüm tekil bilimler tümden gelmedikleri için kendi nedenlerine, logosa-lojiğe bağlanamazlar. Şunu bilmeliyiz ki, tüm varlığın ve bilginin nedeni logos-lojiktir. Öyle ise kök lojiktir.
Bir örnek verirsek, biyo-loji biliminde biyodaki loji, lojinin “kendinde” ne olduğundan habersiz olarak öğrenilir. Bilimler kısmen boş halkanın farkındadırlar bu boşluğu kapatmak için tekil bilimlerin felsefesini icat etmişlerdir. Bu icat, tekili köke bağlayamadığı gibi kanımızca durumu daha da karıştırmış; eksikliğin kapatıldığı sanısı yaratmış, şüpheyi hadım etmiş, tekil bilimlerin gerçekte birer etki olan bilgileri lojik nedeninden koparıldığı için bilimler arasındaki evrensel – tekil bağını da tümüyle koparmıştır.
Şimdi yeniden kendi kavramımıza dönelim.
İnsan kavramını “kendinde kipinde” incelemek demek, öncelikle, o kavramı başka bir kavram değil, “o” kavram yapan şeyin ne olduğunu ortaya çıkarmak demektir. Bu işlem ise o kavramı kendi nedenine bağlamak demektir.
Kavramlar ve Varlıkları, nedenleri yolu ile vardırlar. Var olmayan kavram ve varlıklar nedenleri yolu ile yokturlar. Kavram ve varlıkları ‘o’ yapan şey özleri ise bu öz, varlıkla ve kavramla birlikte “neden”den gelmelidir, çünkü gelebileceği başka bir şey yoktur.
Kavramın Nedeni Olarak “Neden” Kavramı
Neden sözcüğünün etimolojisinde etki ile etken”in ilişkisinden başka bir şey yoktur. Bir varlık durup dururken değil bir ne” nin etkisi olarak (“ne”, belirsiz özne olarak, “den” ise çıkılan yer, kaynak, başlanan yer anlamındadır) oluşur. Olmak aslında bir şeyden olmaktır. Bir şeyden olan olduğu şeyin özelliklerini yüklenir yeni bir bireşimde taşır. Neyi yüklenir? Doğduğu şeydeki yüklemi yüklenir. Öyle ise nedende ne varsa nedenden çıkan etkide de o olacaktır. Belirlenmiş bir şey sonlu olduğundan ya da daha önce olmadığından onun bilgisini kendinden almayız çünkü yok olanın bilgisi de yoktur, var olanın bilgisi vardır ama var olan eskiden var değildir öyleyse onun eskiden olduğu bir yer vardır. O yer kendisinin bir önceki kipidir.
Neden, iki şey arasındaki var-oluş-sal ilişkidir. Varlığın da var olmamanın da etkenidir. Neden, bir varlığın nedeni olabileceği gibi bir şeyin yokluğunun da nedenidir. “Her belirlenim zorunlu olarak bir olumsuzlama” olduğu için “bir şey” başkası olmayandır, aynı neden hem bir belirlenimin hem de bir olumsuzlamanın nedenidir. Bir neden; olumlamanın ve olumsuzlamanın ortak nedenidir. Belirlenimler ve olumsuzlamalar nedenler olarak yüklem kipinde zeminden-tözden çıkarlar aynı nedenin bir varlığın olmasının nedeni aynı zamanda o varlığın olmamasının da olmama nedenidir. Açıktır ki, neden, nedeni olduğu şeye önseldir, olacak olan bir şeyin varlığından ve olamayacak olan bir şeyin yokluğundan önce vardır. Var olan şey ise, nedene göre sonsaldır, nedenden sonra var olur, nedenden sonra var olamaz.
Neden, her belirli şeyin zeminindedir. Zemin denilen ise nedenlerin zeminidir, tözdür, yüklemler ile oluşa gider yüklemler nedenlerde süre giden öznedir, nedenler yüklemleri taşırlar.
Neden sorusu bütün öteki sorulara önseldir nedir sorusunu kapsar. Nedir sorusu neden”den sızan etkinlik öğesindeki yüklem veya yüklemlerdir. Nasıl sorusu yüklemin ya da özün bir başka deyişle “ne” olanın doğasının edimselleşmesini gösterir. Yöntemseldir.
Bir Kavramın Özünü Bulmak
Bir kavramı düşünmek, onu öteki kavramlardan ayıran ve onu kendi yapan Öz”ü bulmakla başlar, özün edimselleşmesinin ve ilişkilerinin kavranması ile sürer. Peki, özü nasıl bulacağız? Her kavramda öyle bir belirlenim vardır ki, o belirlenim, kavramı “O” kavram yapan şeydir. Belirlenen bir yüklemdir. -Dir, o şeyin –dır’ıdır. Ya da bu belirlenim kavramın belirleyenidir. Belirleyen, belirmenin öznesidir, öz-ne, öz-dür. Ya da öz “öz-ne”dir.
Tersinden bakarsak, öz-“ne”de özün özü vardır. Öz, öz-ne’nin -ne’sinden gelir. “Ne”, Öz’ün nereden geldiğini anlatır. Öz bir şeyin “ne”-den’idir. “Den”“dir”i kaynağa bağlar, özü kaynağa bağlar. Öz, tözün belirlenimidir öyle ise Ne-den sorusu töz’seldir, kaynağı yani kökü gösterir. Bir şeyin o, ol-abilmesi için o, özün olması, o, ol-maktan çıkması için o özün ortadan kalkması gerekir, ya da onu töze bağlayan şeyin oluşması ortadan kalkması. Öyleyse bir şeyin özü aynı zamanda onun karakterinin kökü, özü öz-nesidir. Karakter, o şeyin nedenini olduğu gibi doğasını da gösterir. Burada devreye edimselleşme kavramı girer. Bir şeyin doğasını edimselleşemesinde görürüz. Edimselleşme, yeni bir kipleşmedir.
Kök, karakter, doğa, Yunancada “etika” demektir, insanın özünün edimselleşmesi onun etiğidir, edimselleşmiş özü ise edimselleşmiş etiğidir.
İnsan Düşünen Olarak –Doğal Olmayan–, Beden Olarak Düşünen Olmayan İki Özlü -İkiYüklemli Bir Varlıktır
Doğal olan, doğan doğma yüklemini taşıyan demektir. Doğal olmayan doğmayan, doğma yüklemini taşımayan demektir. İnsan bedeni doğar çünkü insan bedeni doğma yüklemini taşır, karşıtı olan ölme yüklemini taşıdığı gibi.
“Var olan her şey iki yüklem altında ve iki kipte vardır”; ya düşünce ya da doğa (physis) olarak. Varlıklar özlerini aynı zamanda onların düşüncesi ideası demektir-nedenlerinden yani yüklemlerinden alırlar. Her iki yüklem ve kipin doğaları onların işleyiş yasalarını içerir.
Nedenleri, yani yüklemleri bakımından insanın düşünen beden–doğa yanlarına daha yakından bakalım;
Bir şeyin nedeni ya kendindedir ya da başkasındadır. Nedeni kendinde olan sonsuz ve özgürdür çünkü var olmak için gereksindiği neden kendi içindedir. Nedeni başkasında olan sonlu ve bağımlıdır, çünkü başkası yolu ile var olabilir varlığı için başkasına muhtaçtır, başkası yoksa o da yoktur. Bu nedenle sonlu ve bağımlıdır. Doğa nesnelerinin nedeni başkasındadır. Her biri öteki yoluyla var olurlar varlıklarını sürdürürler, ötekine bağımlı olan her şey bir süre boyunca var olabilir, yani sonludur.
Beden, bir doğa nesnesidir, öyle ise sonlu ve bağımlıdır ve nedeni kendinde değildir.
Tersine insanın ikinci yüklemi olan düşünce’nin nedeni kendindedir. Tanrı’nın nedeninin kendinde olması arı düşünce kipinde olmasından kaynaklanır, Tanrı düşünen olduğu için nedeni kendindedir bu nedenle özgür ve sonsuzdur. Düşünce insanda, kendinde kipinde, “nedeni kendinde” hali içinde özgür ve sonsuzdur ama bu sonsuz olan töz belirlenmiş bir şeyde, bir sonlu bedende edimselleştiği için, salt kendi cinsinden dolayı sonsuzdur.
Saltık sonsuz değil.
Filozofların İnsan Tanımları
Çeşitli filozofların insan tanımına bakarsak hemen tümünün insanın iki kutuplu bir varlık olduğunu kuvvetle vurguladıklarını görürüz, tanımların hepsinde insan hem düşünen bir varlık hem de düşünmeyen-doğal bir varlık tır.
Filozofların insan tanımları:
1.Konfüçyus’a göre “İnsan, öğrenen hayvandır.”
2. Thales’e göre ise “İnsan, araştıran hayvandır.”
3. Sokrates, “İnsan, sorgulayan hayvandır,” der.
4. Platon’a göre “İnsan, toplumsal hayvandır.”
5. Aristo için “İnsan, düşünen hayvandır.”
6. Kuşku duymaktan asla bıkmayan septikler için “İnsan, şüpheci hayvandır.”
7. Heraklitos“İnsan, tartışan hayvandır,” der.
8. John Locke’a göre “İnsan, deneyen hayvandır.”
9. J. Dewey için “İnsan, çıkarını düşünen hayvandır.”
10. Kant “İnsan, eleştiren hayvandır,” der.
11. Descartes olaya başka bir pencereden bakar ve “İnsan, konuşan hayvandır,” der.
12. Hegel için “İnsan, sistematik hayvandır.”
13. Popper’a göre “İnsan, yalanlayan bir hayvandır.”
14. İnsanla alakalı belki de en güzel şeyi Nietzsche söyler ve der ki “İnsan, düpedüz hayvandır!”
15. Erich Fromm’a göre “İnsan, seven bir hayvandır.”
İnsanın hayvan olmasında tüm filozoflar hemfikirdir, tanım için kullanılan ikinci yüklemlerin tümü düşünceden türemiş yüklemlerdir ve tümü düşünce yükleminin altına alınabilir.
Öyle ise insan hem düşünüce varlığı hem de bir beden olarak doğa varlığıdır. Buna karşın insan kendi bilincinde, yukarıdaki kavramın kapsadığından başka bir “insan ideası” taşıyabilir buna yol açan çoğu zaman önyargılarıdır.
Önyargı1
İnsanın kendine dönük öyle bir önyargısı vardır ki bu önyargı kendine ilişkin öz bilincinin gerçekliğini baştanbaşa kapatır; İnsan, kendinin fiilen ya da edimsel olarak düşünen insan olarak doğduğunu sanır bu sanıya kesin olarak inanır.
Oysa insanda doğumla doğan bedendir, düşünce doğumla doğmaz. Doğumla doğan sadece yetidir, görme yetisi gibi. Görme yetisi doğar doğmaz işlemeye başlar düşünce yetisi doğal gereçle çalışmadığı için gerisinde tinsel gerecin üretildiği uzun bir yol ister. Beden edimselleşmesi için gerekli gereci doğada dolaysız olarak bulur, aynı doğa düşünceyi edimselleştirmek için doğrudan gereç değildir çünkü doğa düşünce kipinde değildir. Düşünce, doğal olanı kendi cinsine dönüştürerek edimselleşir. Tek bir insanın doğayı düşünce cinsine çevirmesi olanaksızdır, sonlu bir bedende yaşar. Bu yüzden kendinden önceki kuşakların ürettiği düşünsel gereç ile düşünmeyi becerebilir.
Kısaca insan doğuştan fiilen, (beden–hayvan) yalnızca potansiyel olarak düşünendir. Fiilen hayvan olarak doğarız, fiilen düşünen olarak değil. Kabaca söyle diyebiliriz, hayvan olarak doğarız ama düşünen olabilmemiz henüz belli değildir. Bu çıkarımımız ne Locke’un “boş levha” kavramını çağrıştırsın isteriz, ne de varoluşçuluğun “insan doğaya fırlatılmış” bir yaratıktır betimlemesini.
Bu birinci önyargının yol açtığı ikinci bir ön yargı süreci etkilemeye devam eder.
Önyargı 2
İnsan olarak görülen, imgelenen herkes ne yaparsa yapsın tüm etkinlikleri düşüncelerinin etkinliğidir.
İnsan, düşünce–doğa ya da doğa–düşüncedir bu ikisi birbirinden ayrılmaz.
İnsana hayvandır demek, insan düşünür demek kadar gerçektir.
O zaman insanın etkinlikleri bu iki nedenden kaynaklanacağı için nedenlerin taşıdığı yüklemlerin etkinliği de olacaktır öyle ise insanın her etkinliğinde düşünen yanın etkisi olabileceği gibi bedensel yanın etkisi de olacaktır.
Yukardaki önyargı ve onun yargısı ile ortaya çıkan son-uç, düşünenin düşüncesinin bedensel yan tarafından etkilenmeyeceği yargısı üzerine kuruludur. İnsan kavramına ilk adımda bu yargı ile başlamak, insan kavramının içerdiği nedeni, o nedenin etkisi olarak edimselleşmesini kavramın dışında aramak anlamına gelir. Oysa insanın ikili özünden çıkan etkinliklerine düşünce eşlik ettiği zaman düşünen, güdüler eşlik ettiği zaman beden ya da hayvandır. Duyuların olgusallaşması ile ortaya çıkan duygu orta terimdir.
Bu önyargıyı besleyen dinsel bir kabulde “Tanrı insanı kendi suretinden yarattı” anlatısı eksik ya da yanlış anlaşılmaktadır. Doğrusu; tanrı, insanı doğa varlığı olarak yarattı kendi suretini ‘düşünen o’na ekledi olmalıdır, çünkü kavrama uygun anlatı ikili yapıyı zorunlu kılmaktadır.
Bu ön yargıyı pekiştiren başka bir şey de bakara suresi 31. ayetteki Tanrı’nın Âdem’e şeylerin adını öğretmesi ile ilgili konudan yanlış bir çıkarım olmalıdır.
Ayetin Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılan meali şöyledir:“Ve Âdem’e bütün esmayı talim eyledi, sonra o âlemini melâikeye gösterip Haydin davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin buyurdu”.
Bu ayetten insan doğduğu anda şeylerin adlarını biliyor olarak doğar içeriği çıkarılmamalıdır. Ayetlerin birçoğunun doğrudan anlamları ile değil, olası simgesel dolayımlarından geçerek anlamlandırılması gerektiği yaygın bir kabuldür, işi uzmanlarına bırakarak insanın adları toplumsal kültürden öğrendiği ama yine de talim sözcüğünde içerili olduğu gibi, bu adları uygulayarak-yaparak öğrendiği göz önüne alınırsa bilginin doğumla gelmediğinin kabul edildiğini varsayabiliriz.
Bu yaklaşımda bu önyargının gerçek değil, bir önyargı olduğunu gösterebilir.
Elbette bir çocuğa toplum sunduğu gereç sadece gereçtir, onu çocuğa öğreten gerçekte ondaki akıldır, insandaki arı akıl Tanrı’nın bir parçasından başka bir şey değildir.
Kendini Bil’medenBir Şey Bilinebilir mi?
Antik Yunan’ın, “kendini bil” özdeyişi insana “düşünen yanını” bil, şu ana kadar düşünen yanımızın yeterince farkında olmamışız der. Çünkü us’un değeri yeni anlaşılmıştır. Antik Yunan’dan önce us’un çıkarlardan bağımsız ve özerk olarak kullanılabildiğinde gerçekliği bilmeye yetenekli olduğu ortaya çıkmamıştı; insan sadece anlak uyanık ama us uykuda idi, yaşamına mitolojik bilinç kipi egemendi. Şimdi, insanın asıl bilinmesi gereken yanının “düşünen” yan olduğu dikkatin düşünen yana döndürülmesi ile barbarlıktan insanlığa, mitolojiden logosa geçileceği ve insanın bilen olarak kendini var edebileceği anlaşılmıştır.
Bu özdeyişteki, insanın “düşünce” yanına özel vurgu bir yana; “kendini bil” özdeyişi, kavramsal bütünlüğü içinde kendin ne ise onu bil demektir, salt diyalektik olan değil, kurgul olanı bil. Önce ikili yapıyı tek tek “kendinde kiplerinde” sonra, ikili yapıyı birlik kipinde bil.
Biz insan olarak hem düşünen ve bileniz, hem de salt duyan ama düşünemeyen, hayvanız. Her iki yanımızın tek tek özelliklerini taşıdığımız gibi, bazı etkinliklerimizde bu iki yanımız birbirine karışır ve tanınmaz hale gelir. Bu nedenle kendimizi bilmemiz demek esas anlamında, düşünen ve hayvan yanlarımızın gösterebilecekleri özellikleri ve iki yanın özelliklerinin karışmış haldeki kiplerini bilmek demektir.
Ancak “kendini bil” özdeyişi bu gün bir kez daha kullanıma sokulabilseydi bu kez, tam tersi bir vurgu yapmak gerekecekti, insan bilgi edinmeye başlayınca kendini salt bilen bir varlık olduğu kanısına o kadar kaptırdı ki, bir yanının, beden-hayvan kipinde olduğunu unuttu. Hayvansı özelliklerini insansı özellik sanarak salt düşünen varlık olduğu önyargısını bilinç yerine koyarak hareket etmeye başladı. Böylece kendini bilemez hale geldi. Her iki dönemde farklı yanlar bilinç dışı kalsa da sonuç aynıdır, ister düşünen yan bilinç dışı kalsın ister beden-hayvan yanı, her iki nedenin de ortaya çıkardığı etki düşünen yanın bilinç dışı kalışıdır, her ne kadar bu paradoks olarak görünse de.
İki Yüklemin İlişkilerinin Doğası
İnsan özel bir varlıktır. İnsandan başka iki yüklemli bir varlık yoktur. Bileşimli şeyler –ki bileşimsiz şeyler yalnızca kendinde şeylerdir yani soyutturlar– tekil şeylerin birleşmesinden meydana gelirler. Tekil şeylerin kendi karakterleri, Etosları birleşime katkı yaparken kendindedirler katkıdan çıkan sonuç bu kiplerinin olumsuzlamasıdır, olumsuzlama içinde kendinde olan özleri varlığını korur, bireşimde neyin hangi tekil yandan geldiği bilinmelidir, bilinebilir. Burada seçik kavramı bütün bilme sürecinde etkisini gösterir, insanın duygu ve düşüncelerinin birbiri karşısında seçik olmayışı düşüncenin -bu karışık kipte kendini tanıma güçlüğü epistemolojinin- en büyük sorunudur, incelenen sonuçtur, sonuçta nesnemiz bireşimsel kiptir; bireşimlerin sonuçları açıkta, nedenleri ise karışıktır.
İnsanın genel etkinliği onun iki yükleminin tek ya da birlikte oluşturduğu etkilerdir, bu etkilerin bazılarının nedeni düşüncedir, bazılarının nedeni ise bedendir. Diğer etkinliklerde düşünce ve beden karışıktır, iki neden bu iki yan “kendinde” yalıtık ama edimsellikte etkileşim içindedir. Kuşkusuz etkileşim içinde olmayabilirler de.
Bütün sorun iki nedenin etkileşimi sonunda ortaya çıkan etki-sonu-uç- da her iki yanı ve her iki yanın birbirine karşıne derece etkili olduğunu açığa çıkarmaktır. Bunun için ayrımları birlikte birliklerini ise ayrımda görebilmek gerekecektir. Aksi takdirde olmayınca ya bir ayrım ötekini kapatır böylece birlik görülemez, ya da birlik ayrımları kapatır, bu seferde ayrımlar görünmez ve somut gerçeklikten uzağa düşülür.
Ayrımların birlik tarafından kapatılmaması için her bir ayrımı kendinde olarak kavramak gerekir, böylece ayrımın birliğe kattığı ve aynı zamanda birliğin ayrıma kattığını beraberce “birlikte” görebiliriz.
Öyle ise, İnsan da düşünce –beden,– hayvan birliği varsa önce her bir yanı ayrı ayrı kendinde düşünebilmeliyiz. Bu demektir ki, insan bir hayvandır bu nedenle bütün hayvan özelliklerini taşır ve bu özellikler her an edimseldir.
Aynı zamanda insan kendinde düşüncedir, öyleyse potansiyel olarak düşünce yükleminin bütün özelliklerini taşır.
İki yanın birliği yani onların birlikte edimselleşmeleri bu yanların varlıkları ile yokluklarının çatışkısından oluşur. Kendinde Varlık, yokluğu ortadan kaldırarak edimselleşir, bu edimselleşme yokluğun ortadan kalkma sürecinin edimselleşmesidir öyleyse edimselleşmede var olan varlık kadar var olan yokluk da etkindir daha doğrusu etkinlik denilen şey potansiyel varlık kiplerinden var olanların ve yok olanların birliği olan birleşik kiptir. Ama bu birleşik kipte her ikisinin değil birinin varlığı diğerinin ise yokluğu edimsel olarak vardır, her ikisinden oluşmuş olduğu için aynı zamanda her ikisidir de.
Edimsel bir davranışında hayvansal yanın yokluğu düşünsel yanı arılaştırır ve o zaman düşünenizdir, ve düşünsel yanın yokluğu arı bedensel yanı belirginleştirir, onun açık ve seçik kipte görürüz.
Etki-yetki ilişkisi
Bir dilde içeriğini etimolojisinde taşıyan bazı sözcüklere rastlamak, anlığın kendini dilde ve kavramında kısa yoldan bulması, anlıksal sevinci daha az zahmetle elde etmemizi sağlar. Konumuzun anahtar kavramlarından biri olan “etki” sözcüğü ile “yetki” sözcüğü böyle bir ilişki içinde dururlar.
Etki, et-den işlemek iş yapmaktan beliriyor. Et-ki işin sonucu. Et’menin son-ucu. Etki, bir şeydeki bir şeyin etkisidir, ama o şeydeki neyin etkisi? Yetkinin etkisi. Ye-t-ki ne?Yeti’nin edimselleşmesi, yani iş yapması yaptığı işi ortaya çıkarması. Yeti ne? Yeti, sıfat ve yüklemdir. Arapçada meleke, fiilleşmiş hali – kipi ile melek.
O zaman her etki bir yetinin- yetkinin etkisidir ve her yeti – yetki etkilerin yetkisidir, etki yetkiyi gereksinir ve yetki etkinin gereksinimi karşılar. Biri olmazsa öteki de yoktur, bu her iki kavram birbirini var ederler ne demek? Birbirini türetirler. İşleri ve işlemleri birbirini üretmektir.
Bu bağdan çıkan veya çıkarabileceğimiz başka bir sonuç; bu iki kavram arasındaki ilişkinin; etkinin, etkinliğini yetkinin ise yetkinliğini bize göstermesidir. Yeti ne kadar yet-iş-miş ise, etkinin etkisi o kadar yeterli olacaktır. Yeti, yeterli gelişmemiş ise etki o kadar az etkili olacaktır.
Görülüyor ki, yeti kendinde halinden edimselleşmeye başladığı zaman kendi kendini yetiştirmektedir. Kendi kendini yetiştirdiği ölçüde de kendinden çıkan etki o ölçüde etkili olacaktır.
Bu ilişki bizi, insan kavramının içerdiği düşünce–beden belirleniminin etkinliğinde çok ilgilendirecektir çünkü yeti olarak düşüncenin yetkinleşmesi ondan çıkacak etkinin yetkin olup olmadığını gösterecektir, tıpkı bedenin edimselleşmesinde beden yetisinin etkilerinin etkinliklerinin dereceleri gibi.
Daha önemlisi bu iki yetinin etkinleşmesi birbiri üzerindeki etkileri tamamen her anlığın yetilerinin yetkinleşme derecesini ortaya çıkaracaktır.
Hak Kavramı
Hak, salt bir düşünce kavramıdır. Doğa alanının değil sadece tin alanın kavramıdır. Bu kavramlar özel cinsten kavramlardır. Görgül ya da doğal bir nesneleri yoktur. Aklın, ya da us’un insan ve toplum ilişkilerini yeniden kurmak için ürettiği kavramladır. Bu nedenle tarihseldirler ancak us’un belirli gelişim aşamalarında ortaya çıkarlar. Daha iki yüz yıl önce insanların bir kısmı köle idi ve hiçbir hakları yoktu.
Önce Hak kavramı ile ilgili yaygın kullanılan başka bir kavramı inceleyelim; doğal hak. Daha doğal dediğimiz anda, bir düşünce varlığını değil, doğmuş olan bir varlığı kast etmiş oluyoruz. Doğanın varlıkları kendi ilişkilerini düzenleyen kurallar koyamazlar. Çünkü düşünce yetileri yoktur. Onların ilişkilerinde geçerli olan ilke güçtür. İnsanlar henüz düşünce olarak gelişmedikleri zamanlarda hak kavramı yoktu ve ilişkilerini haklar yerine güçleri belirliyordu. Bu kipte insan gerçekten insan kavramını da karşılamaz. Usun gelişmesi ile hakların gelişmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır, us geliştikçe haklar gelişecek ve haklar geliştikçe us gelişecek. Bu sonuçtan nedene doğru gidildiğinde us’un hak kavramını bulması kendi kendini geliştirme ereğinin zorunlu sonucudur.
Doğal güç, –doğanın verdiği güç olarak– hakkın karşıtıdır. Gücün ilke olması hakkı yok eder, hakkın ilke olması doğal gücü olumsuzlar ve hak kavramını güç haline getirir. Artık güç haktadır, dışsal bir şey değil. Hak gücünü kendinden alır, Hakkın zemini düşünce ise düşünce ne ölçüde edimselleşmiş ise hak o ölçüde edimselleşir.
Doğada ve doğal hak olamayacağının kanıtlamasını bir başka bakımdan daha yapabiliriz.
Hakkın karşılığı ödevdir. Ödev de, salt düşünsel kipte bir kavramdır, tıpkı hak gibi nesne olarak karşılığı yoktur. Ödev ve hak arasındaki ilişki ontolojiktir, elbette kavramsal varlık olmaları bakımından. Ontolojik olmaları şu demektir, bu iki kavram varlıklarını birbirine borçludurlar. Hak ödev ile belirir, ödev hak ile belirir. İmgesel anlamda şöyle diyebiliriz, her biri öteki için turnusoldür. Hakkı ödevin içine atınca rengi belirir, ödevi de hakkın içine atınca.
Ödevin olmadığı yerde hak yoksa ve doğada ödev diye bir kavramdan söz edilemez ise, Hak kavramından da söz edilemez olmalıdır.
İnsanın iki özlü olduğunu kanıtlamaya çalışmıştık, bir yanı düşünsel bir yanı bedensel olmak üzere. Hak, bedene özgü olamaz çünkü beden doğadır, doğa haklarla değil zorunluluklarla-güdülerle iş görür. Zorunluluklarla işleyen güdülerin kısıtlanması ödev kavramı ile çelişiktir, kısıtlama ancak düşüncenin gücünde vardır, doğanın ya da bedenin gücünde değil.
Yine de düşüncenin gelişmesi hatta belirli alanlarda edimselleşmesi, hakları dolaysız olarak geliştirmez. Çünkü düşünce bilinç olarak iki kipte biçimlenir. Anlak ve anlık olarak… Ya da eski dilde zihin ve akıl olarak. Çoğu zaman gelişenin anlak mı anlık mı (zekâ mı, aklı mı) birbirine karışır. Anlağın-zihnin özgürlük gibi bir derdi yoktur, son tahlilde hakka gereksinimi de pek yoktur. Özgürlük akılın gereksinimidir, çünkü akıl haklar olmadan gelişemez ve özgürlüğü talep bile edemez böylece pratikte haklar, bir tür akıl ve anlağın güçlerinin bileşkesinden doğarlar ya da edimselleşirler.
Anlak (zihin) anlığın ürettiği hakları beden –doğal olan–lehine kullanır, anlığı sömürür ve onun haklarını kendi hakkı gibi gösterir. Böylece özgürlüğün amacı usun kendi kendini bir tür bedenden özgürleştirmesi iken ortaya tersi çıkar, anlığın birikimi bedenin özgürlüğüne yatırılır, sanki beden özgür olabilirmiş gibi. Oysa beden doğadır ve doğa zorunluluğa göre işler ve aslında özgürlüğün konusu olamaz. Son-uçta bu ilişki anlaşılmadığı zaman anlık karşıtını beslemek için çalışır ve kendi kendini yok eder ya da anlak tarafından kandırılır çünkü anlık potansiyel olarak sonsuz olmasına karşın sonluda soğurulur ve kendine yabancılaşabilir. Anlığın, bu anlamda anlağı (zihni) denetlemesi için arkasında büyük çaba gerektiren bir yetkinlik ister.
Böylece anlığın kendi kendisi için, özgürleşmek adına ürettiği gereç anlak (zihin) tarafından ve vücut lehine çalınır ve bu hırsızlık ya da hak gaspı kendi kendini anlıktan gizleyebildiği için anlığın özgürlüğü ve hakları elinden alınır.
Son-Uç
Hak, insan anlağının bedeni karşısındaki ve insan anlağının toplumsal tinin-toplumsal vücudun hayvani yanları karşısındaki özerk gelişimidir. Ancak anlığın hakkı olabilir. Bedenlerin hakları varsa anlıkları için vardır, kendileri için değil.
Nasıl anlık doğanın yasalarını bilerek ve ona uyarak onunla uyum içinde ve ona karşı özgür olarak yaşayabilirse, aynı zamanda da, bedenin yasalarına bilerek onunla uyum içinde ve ona karşı özgürce yaşayabilir
Bu bakımdan, insanın öncelikli hakkı kendi bedenine–doğasına karşı olan hakkıdır, bu haklarını kullanamaz ise anlık, bedeni karşısında özgürlüğe ulaşamaz.
Bedenin duygu ve tutkuları her an aklın haklarını çiğnemeye meyillidirler.
Modern toplumlarda –Batı dâhil– akıl hakları edimsel değildir.
Bu gün için düşünme yetisi (anlık) ne kendi içinde yaşadığı küçük doğası (bedeni) ne de bedeninin içinde yaşadığı büyük doğa karşısında özgürdür. Düşünme yetisi salt zihin kipinde faaliyet sürdürmektedir, bu yüzden doğayı bedeninin konforu için sömürerek hem onun karşısında özgürlüğünü kaybetmiş, hem de sömürdüğünü konforuna yatırarak bedeninin kölesi durumuna düşmüştür. Kısaca bütün haklarını özgürleşmeye değil köleleşmeye kullanmaktadır. Çünkü hakların, aklın hakları olduğunu unutmuş, bedenin hakları olduğu yanılsaması içine düşmüştür.
İnsan, düşünen ve doğal – hayvansal yandan oluşuyorsa, bu oluşa varlık ve yokluk olarak katılan da bu iki yandır. Oluşu oluşturan, bir ve ikinci yanın varlık ve yokluk olarak belirlenimlerinin belirlenimidir. Öyleyse edimselliklerimiz iki yanın edimselleşmesidir, hayvan yanın edimselleşmesi ve insan yanın edimselleşmesi. Hayvan yanımızın edimselleşmesi, düşünen yanımızın edimselleşmesine göre daha fazla değilmidir?
Hakları akla gerçek sahibine yöneltmeden bu gidişten dönülebilir mi?
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
20 Kasım 2024 20:01
03 Kasım 2024 20:23