Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Akademisyen(ci)lik Sorunsalı

Doç. Dr. Enes GÖK

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 20 Aralık 2019 01:25 - Okunma sayısı: 3.265

Akademisyen(ci)lik Sorunsalı

 

 Doç. Dr. Enes GÖK

  

Çok çalıştım. Süresinden bir yıl önce Tenure’lüğümü aldım. Genç akademisyenler bana, “Vauv!. Senin sırrın ne” diye soruyorlar. Dedim ki “Cevap çok basit, istediğin herhangi bir cuma akşamı saat 10’da ofisimi ara, sana sırrımı açıklayacağım.  "Randy Pausch"

 

Bu yazıda, birçok kişinin benim de aklıma gelmişti diyebileceği ve hatta birçok mecrada uzun tartışmalara girdiği birçok konunun benim penceremden bir araya getirilmiş bir özetini okuyacaksınız. Başlıktan ve yukarıdaki çarpıcı alıntının gizli ve açık mesajlarından da anlaşılacağı üzere, bu yazı akademisyenlere ilişkin ve akademisyenler hakkında.

 

Üniversitelerde akademisyenlere ilişkin en önemli sorunların başında kadro sorunu yatmaktadır. Burada spesifik olarak farklı uygulama örneklerinden ziyade, makro bir bakış açısıyla problemin farklı boyutları çeşitli yönlerden genel olarak ele alınacaktır. Birinci olarak, üniversitelerin karşılaştığı kadro sorunlarından bahsetmek doğru olacaktır. Burada bahsedilen problem, üniversitelerin yaşadığı nitelikli elemanları bünyesinde tutma sorunudur. Benzer bir problemin Milli Eğitim Bakanlığı bünyesindeki devlet okullarında da var olduğu bilinmektedir. Bu sorunun temelinde, kurumların coğrafi konumu ve içinde bulundukları bölgenin/şehrin gelişmişliği önemli bir faktör olarak göze çarpmaktadır. Bu soruna, milli eğitim bakanlığı zorunlu hizmet şartı ile YÖK ise geliştirme ödeneği ile çözüm bulmaya çalışmaktadır. Ben bu kurumları, öğretim üyelerinin bakış açısıyla üçe ayırıyorum. Kaçış üniversiteleri, varış üniversiteleri ve terminal üniversiteler. Bu sınıflama, Carnegie sınıflaması kadar kompleks bir sınıflama olmasa bile, nitelikli mobil akademisyenleri elde tutma konusunda, üniversitelerin yaşadığı problemi açıklamada işe yarar görünüyor.  Kaçış üniversiteleri şeklinde adlandırdığım kurumlar, akademisyenlerin bir kadro bulabilir miyim kaygısıyla gelip, kadroyu alır almaz, daha valizini açmadan kendine yer aradığı genellikle doğuda ve küçük şehirlerde yer alan üniversiteler olarak görülebilir. Varış üniversiteleri, akademisyenin hayalini süsleyen ve oraya vardıktan sonra yerleşik hayata geçmeyi tasarladığı ve jübilesini yapmayı planladığı daha çok batıda ve büyük şehirlerde yer alan genellikle köklü üniversiteleri ifade ederken, terminal üniversiteler olarak ise orta ölçekli taşra üniversiteleri yer almaktadır. Terminal üniversitelerde, akademisyenler kaçış üniversitelerindeki kadar aceleci değildir. Daha çok gidecekleri yere yani varış üniversitesine giden otobüsün gelmesini (genellikle doçentlik) bekledikleri kurumlar olarak tanımlanabilirler. Akademisyenlerin tutunma süreleri dikkate alınarak bu sınıflama bilimsel bir hüviyete kavuşturulabilir. Ama burası şimdilik yeri değil. Not: Bu tartışmada, akademisyenlerin memleket özlemi ile verdikleri radikal/duygusal yer değiştirme kararları ile bulduğu ilk üniversitede yerleşik hayata geçen akademisyenlerin kararları göz ardı edilmiştir.

 

İkinci olarak akademisyenlerin karşılaştıkları kadro problemleri yer almaktadır. Bu problem, akademisyenlerin yer değiştirmelerde ve yükselmelerde, akademisyen adaylarının ise ilk atamalarda karşılaştıkları yer bulma ya da kibarca kadro sorunudur. İlk atama, yükselme ve yer değiştirmelerde uygulanan yasa ve yönetmeliklerin bu problemi çözmede başarısız olduğu söylenebilir. Yasa ve yönetmeliklerin uygulamada “mış” gibi yapılarak geçiştirildiği ya da sorunun derinleştirildiği görülmektedir. Bunlardan ilki, ilk defa bir kadro için ilana çıkılırken yaşanan “mış” gibi yapma sorunudur. Burada şeffaf bir kadro ilanından ziyade, adrese teslim ilanlar en büyük eleştiri konusu olmaktadır (bknz. rigging, nepotizm v.d.). İkincisi, üniversite bünyesinde görev alan bir akademisyenin yükseltilmesinde yine herkese açık ilana çıkılmasında yaşanan gerginlikten bahsedilebilir. Bu tartışmadaki kilit nokta, akademik unvan ile meslek unvanı arasındaki ayrımın net bir şekilde tanımlanmamış olmasıdır. Araştırma görevliliği, öğretim görevliliği, doktor öğretim üyeliği ve diğer öğretim üyelikleri (doçentlik ve profesörlük) gibi unvanların bir meslek unvanı olduğunun göz ardı edilmesi problemi derinleştirmektedir. Her bir kademedeki meslek unvanlarının görev ve sorumluluk sınırlarının net olmaması, bu meslek unvanları arasındaki geçişlerin belirsizliği gibi problemler, üniversitelerdeki kadro tahsislerinde gün yüzüne çıkmaktadır. Akademik anlamda alınabilecek en yüksek unvan doktorluk veya belirli alanlarda özel şart gerektiren sanatta yeterlilik unvanıdır. Bir dönem doçentlik tezinin yazıldığı dönemlerde, doçentlik de akademik bir unvan olarak görülmekle birlikte, günümüz Türkiye yükseköğretim sisteminde böyle bir akademik unvandan bahsetmek zordur. Örneğin son dönemdeki doçentlik sözlü sınavına ilişkin tartışmalar da bu sorunu ortaya koymaktadır. Bir tarafta eski sözlü sınavı sahiplenenler ile karşı çıkanlar arasındaki tartışma, profesörlük unvanı konusunda yapılmamaktadır. Tartışmanın doçentlik unvanı üzerinde hala yapılıyor olmasının sebebi olarak, doçentliğin hala bir akademik unvan olarak görülüyor olması gösterilebilir. Bu konuda yapılabilecek düzenlemeler, akademik ve meslek unvanlarının daha net bir biçimde tanımlanması ve bu kadrolara ve unvanlara ulaşmada geçilmesi gereken aşamaların netleştirilmesinin yukarıda bahsedilen birçok problemi çözeceği söylenebilir. Örneğin, akademik yükselmelerde, açık ve şeffaf uygulamalarla akademisyenler bulundukları kadroyu kaybetmeden, mesleki unvanlar arasında geçiş yapabilir. Böyle bir durumda, yükselmelerde üniversiteler bir yükselme için herkese açık bir ilana çıkıyor“muş” gibi yapmaktan kurtulur. Diğer atamalarda ise genel, kişiye özgü şartların bulunmadığı ilanlar aracılığıyla sorunlar başlamadan bitirilebilir. Üniversitenin çok özel bir konuda çok spesifik bir konuda çalışan bir akademisyene ihtiyaç duyabileceği iddiası, sadece araştırma rolü üzerinden makul karşılanabilir. Böyle bir ihtiyaçta ise, bu tarz ilanlar, fakülteler üzerinden değil, belirli bir süre için, ya da kısmi zamanlı olarak, araştırma merkezleri ve yürütülen proje bütçeleri üzerinden talep edilebilir.

 

Kadro konusundaki bir diğer problem, yukarıdaki terminal üniversite tartışması ışığında daha kolay anlaşılabilir. O da, bazı büyük üniversitelerde akademisyen sayıları açısından yığılmalar yaşanırken, bazı üniversitelerde temel programları açmak için bile yeterli eleman bulunamamasıdır (bknz. faculty shortage). Yığılmaların yaşandığı üniversitelerde, yükselme için sıra bekleyen Arş. Gör. Doçent akademisyenlerin varlığı ve uzun yıllar kadro için sıra bekledikleri bir sır değil. Son dönemde getirilen norm kadro uygulaması, hantal ve şişmiş durumda bulunan köklü üniversitelerdeki yığılmaları azaltmak ve öğretim üyelerinin, özellikle de akademiye yeni adim atan öğretim elemanlarının kariyerlerini yeni üniversitelerde devam ettirme isteğini arttırmak için tasarlanmış gibi görünüyor. Ne var ki, bu durumun birçok üniversitedeki bölüm ve programda, içe kapanmayı teşvik ettiği söylenebilir. Dışarıdan bölümü ve programı zenginleştirecek olan bir öğretim üyesinin transferine, önümüzü tıkar ve ileride kadro bulamayız korkusu sebebiyle karşı çıkılabilmektedir. İçerden besleme (bknz. inbreeding) dediğimiz ve akademik açıdan tartışmalı olan bir durumun bariz örneklerine çokça rastlanmaktadır. Üniversitelerde çeşitliliği arttırmak ve bu tür sorunları önlemek adına dünyada farklı uygulamalar yapılmakta ve önlemler alınmaktadır. İşte norm kadro uygulamasındaki plansızlığın böyle bir çeşitliliği sağlamaktan ziyade, akademide çokça eleştirilen içeriden beslemeyi arttıracağı söylenebilir. 

 

Akademisyenlere ilişkin problemlerin tartışıldığı bu yazıda değinmemiz gerekli bir diğer konu, akademisyenlerin özlük haklarına ilişkin. Bu konudaki tartışmalar incelendiğinde, problemin daha çok maaşa ilişkin olduğu görülebilir. Son dönemde yapılan seyyanen zam ve getirilen akademik teşvik uygulaması, maaşlardaki düşüklük ve eğitim seviyesine göre düşük ücret alındığı gibi şikayetlere kısmi çözümler getirse de, akademik özgürlükten araştırma etiğine kadar bir çok problemi beraberinde getirmiştir. Öncelikle araştırmaların teşvik edildiği bir sistemde ortaya konan şartlar, akademik yayın üretimi konusunda geri döndürülemez sorunlara yol açmış görünmektedir. Örneğin, akademik yayınlar üzerine etraflı düşünülmeden belirlenen şartlara ulusal konferanslar ve yayınevleri çok hızlı bir şekilde adapte olurken, uluslararası saygın konferans ve dergiler bu teşvik uygulamalarının dışında kalabilmektedir. Teşvikler konusundaki bir diğer problem şu örnek üzerinden açıklanabilir. NSF'in kurulduğu yıllarda önce kaynak bulmaktaki kolaylıktan dolayı sevinen akademisyenlerin, daha sonra fark ettikleri gerçek şuydu: ellerinde araştırma fonları mevcuttu, ama artık ne çalışacaklarına ve nasıl çalışacaklarına karar verme özgürlüğü ellerinde değildi. Benzer bir durumun Türkiye’de akademik teşvikler üzerinden yaşandığını söyleyebiliriz. Ne çalışalım, nasıl çalışalım ve nerede sunup nerede yayımlayalım konularında artık belirleyici ölçüt bilimsel kaygılar değil, teşvik sistemi içerisinde giderilmeye çalışılan ekonomik kaygılar gibi görünüyor.

 

Son olarak (asla sonuncu değil), akademisyenlere ilişkin tartışılıp düşünülmesi gerekli olan konu, akademisyenlerin görev ve sorumlulukları ile ilgili. Ve burada üzerinde durulması gerekli olan, denge sorunu. Dünyada akademisyenlerin klasik görev tanımlarında eğitim, araştırma ve topluma hizmet şeklinde ayrışan klişe bir sınıflama söz konusu. Dünyada üniversitenin türüne, akademisyenin kadrosuna veya üniversitenin misyonuna bağlı olarak bu denge farklı şekillerde belirlenebiliyor. Örneğin araştırma üniversitesinde çalışan bir akademisyenin diğer üniversitelere göre araştırma sorumlulukları çok daha fazla. Ve bu durum çoğunlukla, akademisyenin araştırma fonlarını takibini gerekli kılıyor. Klinik öğretim üyesi pozisyonundaki akademisyenler, araştırmadan ziyade, görevlerinin büyük bir çoğunluğunu eğitim öğretim faaliyetlerine harcıyorlar. Ya da misyon itibariyle diğer üniversitelerden farklı olarak, örneğin bir kiliseye bağlı olarak faaliyet yürüten üniversitede görev alan akademisyenler daha çok eğitim öğretim ve topluma hizmet ağırlıklı olarak görev yapıyor. Türkiye yükseköğretim sisteminde ise, hangi alana daha çok ağırlık verilmesi gerektiği, ne yasal düzenlemelerde, ne üniversitelerin ilgili yönetmeliklerinde açıkça tanımlanmıyor. Bu görevler arasındaki dengeyi kurmak, ya da dengesizliği korumak, akademisyene ve yukarıda tartışılan birçok etkiye bağlı kalıyor. Kariyerinde hızla ilerlemek isteyen akademisyenin araştırma ve yayınlara ağırlık vermesi, hem doçentlik hem de teşvikte dengeyi araştırma lehine bozuyor. Ekonomik kaygılar neticesinde dengenin eğitim lehine bozulduğu ek ders ücreti temelli bir problem daha var. Diğer taraftan akademik kariyerlerine, bölümdeki akademisyen eksikliği kaynaklı ders yüklerinden dolayı zorunlu olarak yönelemeyen akademisyenler de bir diğer sorun. Topluma hizmet kapsamında değerlendirilen lisansüstü öğrenci danışmanlıkları, bunların paylaşımı, akademik kaygılardan ziyade ekonomik kaygılar ışığında değerlendirildiği yönünde örnekler çokça mevcut.

 

Tartışmaların ve problemlerin ardı ardına sıralanarak daha da uzatılabileceği bu noktada, durup şu tespitin yapılmasında yarar görünmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse yukarıda özetlenmeye çalışılan bu tartışmalar, düne ait tartışmalar olarak ifade edilebilir. Çözümü gerçekleştirilmeyen bu tartışmaların karanlığında, asıl bugüne odaklanamadığımızı ve Türkiye yükseköğretim sistemi adına gelecek tartışmalarını ıskaladığımızı görmemiz gerekiyor.  Dünyadaki hızlı değişim ve dönüşüme ayak uydurmaya çalışan yükseköğretim sistemlerinde akademisyenleri neler bekliyor?

 

Bunlardan ilki, yükseköğretim sistemlerinin kitleselleşmesi ve yükseköğretim sistemlerinde nitelikli akademisyen açıkları olarak ifade edilebilir. Türkiye yükseköğretim sisteminin yakın gelecekteki en önemli sorunlarından birisinin yükseköğretime artan talebe cevap verecek nitelikli akademisyen açığını kısa vadede kapatamayacak olması gösterilebilir. Bir diğer problem olarak, yükseköğretim sistemlerindeki giderek artan uluslararasılaşmanın doğuracağı öğrenci, araştırmacı ve akademisyen hareketliliğinden kaynaklı problemlere çözüm üretmede zorlanmasını (bknz. beyin göçü) gösterebiliriz. Uluslarasılaşmanın ve dolayısıyla araştırmacı hareketliliğinin araştırma fonları, kaynaklar ve kadrolar konusunda akademisyenler için ciddi bir rekabet ortamı oluşturması diğer bir konu olarak not edilmelidir. Artık sadece ders yükünün tamamlanmasıyla bir üniversitede tutunmanın çok kolay olmaması, üniversiteler arasında yerel, ulusal ve uluslararası arenada giderek kızışan rekabet (bknz. rankings) ve bu rekabetin akademisyenler üzerinde oluşturması muhtemel baskılar dikkatle incelenmelidir. Üçüncü tartışma konusu olarak, özellikle gelişmiş ülkeleri etkisi altına alan ve gelişmekte olan ülkelerdeki baskıları arttıran bilgi ekonomisi ve üniversitelerde oluşturduğu değişim etkisi: Devlet, üniversiteler ve endüstrinin, ekonomik büyümeyi sağlamak ve inovasyonu artırmak adına bilgi ekonomilerinde ortaya çıkan zorunlu iş birlikleri (bknz. Triple Helix). Yükseköğretim için yeniden tanımlanan bu rol ve ekonomik büyümedeki artan sorumlukta, akademisyenlerin eğitim öğretim, araştırma ve topluma hizmet rolleri ne ölçüde ve ne yönde etkilenecek? Üniversite sanayi iş birlikteliğinin doğurduğu yeni üniversite modellerinde klasik akademisyenlik rollerine ne kadar ihtiyaç duyuluyor? Diğer taraftan artan yerel ve küresel rekabet ortamında, üniversitelere yönelik finansal devlet desteklerinin azaldığı bir noktada, üniversitelerin hesap verebilirliğinin (bknz. accountability) daha çok talep edildiği ve kalite ile ilgili tartışmalarda (bknz. Kalite güvencesi), akademisyenlerin rolleri ve yükümlülüklerinin ne derece etkileneceği dikkate alınması gereken bir diğer konu. Son olarak, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişim ve ilerlemelerin yükseköğretim sistemlerindeki yansımaları akademisyenler açısından özellikle dikkat çekicidir. Örneğin online eğitim (bknz. MOOCs v.d.), yapay zeka, artırılmış gerçeklik, kısa dönemli online sertifikalar ve her gün neredeyse yeni bir türüne şahit olmaya başladığımız yükseköğretimde yeni aktörler (servis sağlayıcılar), günümüz akademisyenleri için ne tür fırsatlar ve tehditler oluşturmaktadır? Ve asıl dikkat çekici soru şu: Geçmişin problemleri arasında sıkışmış akademisyenlere bu gelecekte bir rol var mı?

Doç. Dr. Enes GÖK

Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları