Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

IMMANUEL KANT ÜZERİNE DOÇ.DR.ÖMER FAİK ANLI İLE RÖPORTAJ

Hasan Güneş: Hocam kısaca kendinizi tanıtır mısınız Doç. Dr. Ömer Faik Anlı:Felsefe alanında lisans derecemi 2006 yılında Ankara Üniversitesi’nden, Yüksek lisans ve doktora derecelerimi yine Felsefe alanında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüs

Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 01 Aralık 2019 12:39 - Okunma sayısı: 2.851

IMMANUEL KANT ÜZERİNE DOÇ.DR.ÖMER FAİK ANLI İLE RÖPORTAJ

IMMANUEL KANT ÜZERİNE DOÇ.DR.ÖMER FAİK ANLI İLE RÖPORTAJ

Hasan Güneş: Hocam kısaca kendinizi tanıtır mısınız

Doç. Dr. Ömer Faik Anlı:Felsefe alanında lisans derecemi 2006 yılında Ankara Üniversitesi’nden, Yüksek lisans ve doktora derecelerimi yine Felsefe alanında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden sırasıyla 2008 ve 2013 yıllarında aldım. Doktora öğrenimim sırasında Ankara Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde araştırma görevlisi olarak görev yaptım. 2014 yılından bu yana Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktayım.

Araştırma ilgilerim, epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve bilim sosyolojisidir.

 

Hasan Güneş: Kant’ın “doğa, kaos içinde bile düzen ve kurala uymaktan başka biçimde ilerleyemez” sözünü toplumsal bütünleşme ve toplumsal çözülme ile bir bağlantısını kurar mısınız?

Doç.Dr.Ömer Faik Anlı:Kant’tan (ve belki de diğer filozoflardan) konuşmaya öncelikle bir konumlanma alarak başlamak lazım. Ben bu konumu bir başka filozoftan, Karl Popper’dan, alıyorum. Bu konumlanış, ciddi ve gerçek felsefi problemlerinve bunları çözebilme potansiyelinin mevcudiyetinin felsefenin (özellikle de akademik felsefenin) varoluşunun tek nedeni ve savunusu olduğunu öne sürer. Dolayısıyla felsefe daima problemlere ve onların çözümlerine odaklıdır. Bu tavrın gereği olarak bir filozofun yapıtı incelenirken sorulması gereken soru, o filozofun çözmeye çalıştığı ya da en azından gündeme getirdiği problemin ne olduğu sorusudur. Oysa özellikle felsefe öğrencilerine olmak üzere, tüm sosyal bilimcilere öğretilen yaklaşım “bu filozof ne söylüyor (söylemeye çalışıyor)?” sorusunu esas almaktadır. Her türlü sosyal ve dahi insani fenomenin ancak tarihiyle birlikte anlaşılabileceği doğru olsa da felsefe tarihi, filozofların neler söyledikleri / yazdıklarının (ya da tamamen yoruma indirgenmiş olarak ne söylemeye çalıştıklarının) bir dökümü değildir. Felsefe ve düşünce tarihi problemler ve çözüm önerileri (/çözümler) tarihidir.

Bu bağlamda, Kant’ın teorisinin (kökensel ifadesiyle ‘theoria’sının) belirttiğiniz tespit üzerinden hangi probleme ilişkin olduğu üzerinde durulabilir. Kant, özellikle 1770’ten itibaren, insan aklınıtheoriasının merkezine yerleştirir ve onunarkitektoniğini ortaya koymaya çalışır. Kant’ın, merkezinde insan aklının bulunduğu ilişkisel problem ağını ‘epistemolojik problem’, ‘etik problem’ ve ‘yargıgücü problemi’ ya da ‘estetik problem’ olarak öğelerine ayırmak mümkündür. Kant’ın -yani onun theoriasının- toplum üzerine kavrayışı da bu ilişkisel problem ağından ve tabii ki geliştirdiği yanıtlardan doğar.

Kant, insan aklının arkitektoniğini oluşturan yapı, kavram ve kategorileri araştırmaya giriştiğinde, esasen duyulur evreni aklımızda yapılandıran (gerçekliği bizim dünyamıza dönüştüren) ilişkisel ağı (belki de soyut ama ‘gerçek’ mekanizmayı) ve böylece de topluca epistemolojinin, metafiziğin, estetiğin ve ahlakın doğasını ‘kuran’ şey(ler)i eleştirel olarak araştırmaya girişiyordu.

Böylece ilk olarak, dünyayı yapılandıran “mekân” ve “zaman”ın fenomenler dünyasının düzeni olduğunu tespit etti.Fakat soru şuydu: ‘Zaman’ ve ‘mekân’ nereden geliyor? Fenomenal dünya, öncelikle‘zaman’ ve ‘mekân’ üzerinden nesnelleşir ancak ona bu nesnelliğini öznel aklın evrensel a prioriyapısı verir. Bu bağlamda, kurgusal olarak ‘aklı’ ve ‘özne’yi ortadan kaldırırsak, ‘zaman’ ve ‘mekân’ gerçek (reel) değildir.Kant, özellikle doğa bilimlerinin gücünün ‘zaman’ ve ‘mekân’ koordinatlarında varolan olgular (fenomenler) arası ilişkileri nedensellik de dahil olmak üzere kategorik bağlarla açıklamasında olduğunun farkındadır ve bu bağlar yasa -doğa yasası- formundadır. Ayrıca, tüm değişim (ilerleme de dahil) ‘zaman’a bağlıdır.

Tam bu anda problem netleşir: Akıldaki öznel (sübjektif) ilkeler [kavramlar, formlar, kategoriler ve bunların ilişkiselliği] ve bu ilkelerin nesnelere (objelere) ilişkinliği nasıl açıklanabilir?Kant’ın cevabına görebilgimizin temellerine ilişkin soru şöyle ele alınmalıdır: Bilgimizin nesnel (objektif) geçerliliğini, onun nesnelere ilişkinliğini garantileyen şey nedir sorusu, ancak yine bizzat bilgi düzleminde kalınarak çözümlenebilir; ancak yine aklın aydınlatıcı ışığı ve onun kendi koşul ve sınırlarının bilinmesiyle yanıtlanabilir.Salt görü formları (zaman ve mekân) ve aklın kategorileri [nicelik: birlik, çokluk, bütünlük; nitelik: gerçeklik, olumsuzlama, sınırlama; bağıntı: töz ve ilinek, nedensellik ve etki, biraradalık; kiplik: imkân, varoluş, zorunluluk) nesneler evrenini (doğayı) yansıtmalarından dolayı doğru değildirler, tersine onlar bilgi sistemi içerisinde (epistemolojik kavrayış) deneysel dünyanın (nesneler evreninin, doğanın) kuruluşunun zorunlu koşullarıdırlar. Bu nedenle de doğaya ilişkin bilgi girişiminde, öznel yapılarına rağmengenel ve zorunlu geçerliliğe sahiptirler.Genel-geçer insan aklının form ve kategorileri gerçekliği (daha sonra buna numenal dünya denecektir) bizim -bilinebilir- akılsal dünyamıza (fenomenal dünyaya) dönüştürür. Böylece Kant, ontolojiyi epistemolojisi üzerine kurar.

İşte bu nedenle, “doğa, kaos içinde bile düzen ve kurala uymaktan başka biçimde ilerleyemez”; çünkü ‘zaman’ ve ‘mekân’ formları ve kategorilerin genel ve zorunlu geçerlilik dolayımının ötesinde değildir. Duyusal ve duyulurüstüevrenler düalizminin veya ayrımının yerini, aklın genel ve zorunlu arkitektoniğindeki işlevlerin ayrımı aldığında, “doğayı nasıl ‘doğru’ bilebiliyoruz?” sorusunu yanıtlamak mümkün hale gelir ki bu felsefe açısından eskisine oranla çok daha önemlidir. Çünkü Isaac Newton 1687’de PhilosophiaeNaturalisPrincipiaMathematica’yı(Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) yayımladığında epistemenin bugünkü adıyla bilimsel bilgiye dönüşümünün doruğunu ilan etmişti.Kant’ın Birinci Kritikteki (Saf Aklın Eleştirisi) ifadesiyle “bir devrim yoluyla” mevcut durumlarına ulaşmış olan matematik ve doğa bilimi örneklerine böylesine bir “üstünlük kazandırmış” olan “düşünme yolunun dönüşümündeki özsel noktaları irdelemek” kendinde bir dikkate değerlik taşırken, “metafizik ile andırımlarının izin verdiği ölçüde (…) onlara öykünme girişiminde bulunmak” denenmeye değerdir.

Teorik bilginin geçerliliği bu şekilde sınırlandırılarak (form ve kategorilerle) temellendirildiğinde geriye kalan etik ve estetik alanların (ve yargıların) nasıl temellendirilebileceği sorusu / problemidir. Sizin sorunuz probleme bu noktadan dahil olmaktadır: Kant’ın tespitlerinin toplumsal bütünleşme ve toplumsal çözülme ile bir bağlantısının kurulması.

Kant’ın İkinci Kritiği (Pratik Aklın Eleştirisi) etik problemlere odaklanır. Toplumsallık ve bunun bir adım ötesinde toplumsal örgütlenme ve ilişkilenme biçimlerine dair problemler temelde etik problemden çıkış alırlar. Epistemolojik doğruluk ile ahlaki (eylemsel) doğruluk, daha net ifadesiyle ‘doğru’ ile ‘iyi’ arasındaki ilişki burada öne çıkar. Kant’a göre toplumsallığın temellerindeki etik oldukça bulanıktır ve eleştirel olarak ele alınmaları ciddi, ivedi ve önemlidir: Gereklilik (zorunluluk), yükümlülük (ödev), amaç, araç, eylem, saygı vb.

Ahlaki ikilemlerde ‘ne yapmalıyım?’ sorusu, normatif olarak belirli bir şeyi yapmak ve diğerlerini yapmamak gerekliliğini bir ilke olarak varsayar. Buna göre, bir gereklilik, bir eylem zorunluluğunu ifade eder. İnsan bir şeyi başka bir şeyi (yani bir amacı) istediği için yapar / seçer. Diğer bir deyişle seçimlerin bir bölümü, amaca giden yolda araçların doğru seçimine ilişkindir. Ancak diğer bir kısım, doğrudan doğruya o şeyi (amacı) yapıp gerçekleştirmeye yöneliktir. Yani, amacın seçimidir. Yapılan seçimlerin doğruluğu, ilk seçim kategorisinde belirlenmiş bir amaç için aracın zorunluluğuna, ikincisinde ise amacın zorunluluğuna bağlıdır.İlki etik açısından problematik değildir; zira verili amaç için hangi araçların seçileceği ‘hesaplayıcı bir akıl’ ile belirlenebilir. Bu nedenle bir ‘ödev’ / ‘yükümlükük’ söz konusu değildir. Toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturabilecek ‘ödev’, amaçların seçimine dairdir. O halde, ‘amaç’ nedir? Ancak bu soru görüldüğü kadar basit değildir. Çünkü, ilk bakışta ‘amaç’ olarak görülen bir şey başka bir amacın ‘aracı’ da olabilir. Aranan, en yüksek, başka bir amacın aracı olmayacak / olamayacak koşulsuzluktur. Bu nedenle hiçbir nesne ve eylem incelenerek bu amaç belirlenemez. Teorik akıl (doğayı kavrayan akıl) burada işlevsizdir.

Kant, böylece eylemin (öncelikle bireysel, sonrasında toplumsal eylemin) motivasyonu olarak “koşulsuz buyruk” (kategorik imperatif) ile “koşullu buyruk” (hipotetik imperatif) arasında ünlü ayrımını yapar. Koşulsuz buyruk başka bir şeyden türetilemez ya da çıkarsanamaz; temeli kendi dışında bulunamaz. Kaynağı dolaysızca akıldır. O halde, ‘doğru’yu tasarlamak (yapılandırmak) bilgi yetisine, ‘iyi’yi hissetmek ‘duygu’ yetisine aittir. Ancak hemen belirteyim ki bu akılsal bir yetidir; yani bir tür akıl – duygu düalizmi söz konusu değildir. Etik akıldan kaynak aldığı için, otonom bireyi esas alır ve birey de akılsal varlık olmasının ona yüklediği ödevle davranır. Bu ödev, eylemi, bir yarar düşüncesini, şu andaki veya gelecekteki bir haz alma hesabını, kısacası her tür içeriksel hesabı dışarıda bırakan, tek başına belirleme nedeni olan bir ‘yasa’nın genelliği altında yönetir: “Ödevden dolayı yapılan eylem, ahlaksal değerini, onunla ulaşılan amaçta bulmaz, onu yapmaya karar verdirten maksimde bulur.”

Aklın koşulsuz buyruğu şudur: Öyle eyle ki eylemininmaksiminin aynı zamanda evrensel bir yasa olmasını isteyebil. Burada Kant’ın “istemek”le kastettiği “rasyonel/akılsal olanı istemektir.” Başka bir deyişle, yalnızca herkes için rasyonel olarak geçerli olmasını isteyebileceğimiz maksime göre eylemek etik davranışı ortaya çıkarır. Buradan toplumsallığa geçiş için bir adım daha vardır. Bu da toplumsal-pratik buyruktur: Her defasında insanlığa, kendi içerisinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun.”

İnsanlar (bireyler), hesaplayıcı ve dolayısıyla planlayıcı bir araçsal aklın nesneleri değildirler. Her biri kendinde ve kendisi için amaçtırlar. Bireyden topluma ancak ve ancak böyle geçilebildiği gibi, toplumdan bireye de ancak ve ancak böyle inilebilir. Toplumsal bütünleşme ve toplumsal çözülmeye Kant’ın theoriasından bu açıdan bakılması gerektiğini söyleyerek bitireyim.

Hasan Güneş:Kant’ın “Aydınlanma insanın kendisinin sebep olduğu erginleşmeme durumundan çıkıp kurtulmasıdır. Erginleşmeme, kişinin kendi aklını bir başkasının rehberliği ve yönlendirmesi olmaksızın kullanabilme beceriksizliği ve yetersizliğidir. Böyle bir olgunlaşmama, erginleşmeme eğer akıl eksikliğinden kaynaklanmıyorsa kişininkendisinin sebep olduğu bir durumdur. O halde Aydınlanmanın ülküsü, parolası “kendi aklını kullanma cesaretini göster” ya da cesaretini göster” düşüncesi doğrultusunda Türkiye hangi dönemlerde aydınla yaşamıştır? Türkiye’de yurttaşların gerçek anlamda erginleşmemeden kurtulduğunu söyleyebiliriz mi? Bunun siyasi kurum ve cemaatleşme ile bağlantısını kurarmısınız?

Doç.Dr. Ömer Faik Anlı: Günümüzde post-modernizm, ona bağlı eleştirellik çeşitlenmesinin bazı türleri ve onlarla, yer yer de onlara rağmen, düşünsel ittifak kuran köktenci-dogmatik düşünce bir aydınlanma eleştirisi furyası içerisinde. Bu eleştiri kimi zaman tarihsel bir modernite eleştirisiyle başlayıp aydınlanma dolayımından da geçerek ‘kapitalizm eleştirisi’ adı altında bilimsellik reddiyesine varabilirken, kimi zaman da doğrudan doğruya aydınlanmayı hedef almakta ve bunu soyut bir ‘doğu’ – ‘batı’ karşılaştırmasına bağlayabilmektedir. Bu düşünsel güzergahların, bazen örtüşen bazen de kesişen tali yolları olmakla birlikte bir şekilde Kant ile hesaplaşması da gerekmektedir. İfade ettiğiniz gibi, Aydınlanmanın en bilinen tanımı Kant’a ait olandır:

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır SapareAude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”

Bu satırlardan sonrası genelde üzerinde daha az durulan kısımdır. Oysa çağımız için Aydınlanmaya dair esas önemli pasaj bu kısımdır:

“Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü.”

Sorunuz bağlamında Türkiye’deki durum her iki pasaj üzerinden düşünülmelidir. Aydınlanma, bireyi ve vatandaşı temele alırken, onu tebaa olmaktan uzaklaştırmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle, Aydınlanma projesi (çünkü henüz tamamlanmış değildir) insanı bir kitlenin belirsiz parçası olmaktan birey olmaya doğru bir yolculuğa çıkarmaktadır. Tebaadan, yani bir egemenin (bu bir hükümdar veya devlet de olabilir) uyruğu olmaktan, devlet karşısındadokunulmaz haklara sahip ve aynı zamanda denetleyici, özerk birey-vatandaş olmaya doğru alınan yol ise kelime anlamıyla ‘aydınlanma’ teriminin göndergelerinden biri olan ‘bir anda gerçeği görme, kavrama’dan oldukça farklıdır. Çünkü, bir süreç, hatta tam olarak bir inşâ süreci gerektirir. Bu bağlamda Türkiye’deki Aydınlanma seyrinin tarihi ayrıca ve belki de bir dalgalanma tarihi olarak okunabilir.Ancak her anlamda cemaatleşmenin, Kant’ın theoriasındaki‘aydınlanma’nın karşıt-göstergesi olarak okunabileceği açıktır. Bir diğer güncel gösterge ise medyada kendisine yer bulan kişilerin savlarının ve fikirlerinin hiçbir akıl süzgecinden geçirilmeksizin kabul edilmesidir. Kant’ın ‘insanların yerine düşünen kitaplar’ ve “perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum” benzetmesindeki durum, özellikle de birey ve toplum sağlığı konularında gündemde olan her türlü medya figürü için, kullanılabilir görünmektedir.

İkinci bağlama gelecek olursak, özellikle aydın veya entelektüeller arasında ve belki de genel olarak akademide filozofların ve teorisyenlerin ‘mümessillerinin’ kapladıkları alan arttıkça, toplum adına düşünen aydın ve aydın adına düşünen filozof, teorisyen gibi bir silsile açığa çıkmaktadır. Bu da Kant’ın theoriasındaki ‘aydınlanma’nın karşıt-göstergelerinden bir diğeridir.

Hasan Güneş: Kant’ın” İnsan aklı bilgisinin bir tümde çok özel bir yazgıya sahiptir; göz ardı edemediği öyle sorunlar tarafından rahatsız edilir ki bunlar akla kendi yapısı, doğası tarafından verilebilir, onları görmezlikten gelemediği gibi, insan aklının tüm güçlerini aştığı için yanıtlayamazdı” sözünün algıda seçicilik ile ve kişiliğe etkisi ile bağlantısını kurmak mümkünmü?

Doç.Dr.Ömer Faik Anlı: Bu bağlantı, en azından Kant’ın orijinal konumu açısından, kurulabilir görünmüyor.Kant, bu düşüncesini antinomiler / çatışkılar başlığı altında öne sürer. Kant’a göre, mutlaklık, yani deneyi aşan alanda öne sürülecek bütün önermeler çatışıktır. Çünkü bu önermeler üzerinde deney yapılamayacağı için karşıtları da aynı güçle ileri sürülebilir. Bu önermeleri açığa çıkaran sorular yine akıl kaynaklıdır; ancak bu sorular aklın sınırları dahilinde ‘doğrulanabilir’ ya da ‘yanlışlanabilir’ olarak cevaplandırılamaz. Kant bu şekilde dört çatışkı / antinomi belirler: 1) Nicelik çatışkısı: “Evren sınırlıdır / evren sınırsızdır”. 2) Nitelik çatışkısı: “Madde nihayetinde bölünmez atomlardan (unsurlardan) yapılmıştır / madde sonsuzca bölünebilir”. 3) Bağıntı çatışkısı: “her şey zorunlu olarak bağıntılıdır / hiçbir şey zorunlu olarak bağıntılı değildir”. 4) Kiplik çatışkısı: “Evrenin nedeni olan zorunlu bir varlık vardır / evrenin nedeni zorunlu bir varlık değildir”.Tekrar ifade etmem gerekirse, Kant’a göre,zihin [akıl] duyumsal deneyin sınırlarını aşamayacağından duyumsal deneyin dışında kalan bu gibi önermelerin savı kadar karşı savı da aynı güçle tanıtlanabilir, bu halde hem savı hem karşı savı doğru saymak gerekir ki bu bir çatışkıdır / antinomidir. Ancak insan aklı bu tür, bilgi terimleriyle cevaplandırılamaz sorulardan kaçamaz.

Felsefe ve bilim tarihinin Kant sonrası süreci göz önünde bulundurulmadan bu düşünce kendi başına değerlendirilmemelidir. Örneğin, 19. yüzyıldan itibaren pozitivizm ve ardından da neo-pozitivizm bu soruları sahte-sorular olarak nitelendirerek ‘saçma’ya indirgemiştir. Onlara göre, özellikle neo-pozitivistlerin büyük bölümü için bu soruların temelinde, dilin yanlış kullanımı vardır.  Diğer taraftan, bilimin ve özellikle de temel fiziğin gelişimi Kant’ın madde ile ilgili antinomisinin, esasında bir antinomi olmayıp cevaplandırılabilir bir soru olduğunu da gösterebilecek gibi görünmektedir.

Hasan Güneş: Kant’a göre “ Bütün insan bilgisi görüler, sezgiler ya da dorudan kavramlarla başlar, burada kavramlara geçer ve idealar ile sonlanır. Başka deyişle, bütün bilgimiz deney ve duyularla başlar, buradan anlama yetisine geçer ve idealar ile sonlanır! Aslında posmodernizm ile bağlantısı kurulduğunda bu anlayış akılcılığa karşıdır. Bu açıdan baktığımızda postmodernizm Kantı olumsuzlamıyor mu?

Doç.Dr. Ömer Faik Anlı: Aslında ilk soruya verdiğim (vermeye çalıştığım) yanıtta buna değinmiştim. Ancak sondan başlarsam, postmodern olarak adlandırılan konumlanış büyük oranda Kant’ın karşısında yer almaktadır. Kant, genel geçerliliğe sahip bir bilme ediminin ve bunun ürünü olan genel geçerli, sağlam ve güvenilir bir bilginin olanağını ortaya koyarken, bunun da ötesinde bunun edimsel olduğunu öne sürmekteydi. Oysa postmodern konumlanış için bilme girişimi ve bilgi parçalanmış, çeşitlenmiş ve eş-ölçülemez (kıyaslanamaz) bir şeydir. Buna göre, postmodernizm ile adı eşzamanlı anılanLyotard’ın öne sürdüğü “meşruluğun metaanlatısal [üst-anlatısal] aygıtının eskimişliğine” bağlı krizin kendisini esas olarak gösterdiği alan epistemolojidir. Temele inildikçe karşılaşılan soru, ‘temellendirici doğruluk kuramları’nın birer üst-anlatı olarak görülüp görülemeyeceğine ilişkindir. Eğer ‘doğruluk kuramları’ birer üst anlatı iseler, bir ifadenin (ya da bir kuramın) doğruluğunu belirleyen tanım ve yöntemleri içeren bu ‘kuramlar’ ya da dizgeler hangi tanımlara ya da yöntemlere göre ‘doğrulanacaklardır’? Bilgi bağlamında meşruiyet ‘doğrulanabilirlik’ / ‘yanlışlanabilirlik’ olanağına bağlı ise, modern bilimin ya da onu konu edinen belirli bir bilim felsefesinin meşruiyetinin nasıl sağlanacağı problematik haline geldikçe, ‘doğruluk’ ve ‘yanlışlık’ belirsizleşmekte ve epistemolojiye (genel olarak bilgiye) dair her teori ve soru bir antinomiye dönüşmektedir.

Kant için ise, bilgi görülerle başlar ancak onlarla bitmez. Diğer bir deyişle, bütün bilgimizin deneyimle başladığı şüphesizdir,ancak bütün bilgimizin deneyimle başlaması demek, hepsinin deneyimden doğması demek değildir. İlk sorunuzun yanıtında ifade ettiğim üzere, deneyimden gelen ‘saf veri’, aklın a priori (yani deneyimden gelmeyen) formlarında (zaman ve mekân) ve kategorilerinde biçimlendirilerek ‘bilgi’de dönüşür. İnsan, akıl tarafından filtrelenmemiş hiçbir şeyi deneyimleyemez ve bu bağlamda gerçekliğin deneyim ötesi yapısını asla bilemez. İçerik olmadan düşünceler boştur, kavram olmadan algılar kördür. Kavrayış hiçbir şeyi algılayamaz, duyular ise hiçbir şey düşünemez. O haldebilgi ancak bunların birleşik faaliyetinden doğar ve bunun ürünü edimsel olarak mevcuttur: Newton fiziği. Bu ‘episteme’ sağlam ve güvenilirdir.

O halde, Kant, postmodernlerin karşısındaki Aydınlanmacıdır.

Hasan Güneş: Kantın “Uzlaşımcılık anlayışına göre eylemimizin nedeni ne zaman kendi içinde olursa o zaman özgürümdür. Ama bana yabancı, dışarıdan bir şeyi beni iter ve harekete geçmeye zorlarsa o zaman özgür değilimdir” Aslında Kant’ın böyle bir yaklaşımının psikolojik sonuçları olduğu görülüyor. Çünkü, bireyleri birey yapan seçimleri belirlemesiyle özgürleşebilmektedir. Burada da birey seçimleriyle inandığı gibi yaşayabilmektedir. Bu da bir insanın ruhsal sağlığı için önem taşımaktadır. Sizce, Türkiye’de insanlar seçimlerinde özgür ve dolayısıyla inandığı gibi yaşamakta mıdır?

Doç.Dr. Ömer Faik Anlı: Bu soruya da daha önce ifade ettiğim gibi eylemin (öncelikle bireysel, sonrasında toplumsal eylemin) motivasyonu olarak “koşulsuz buyruk” (kategorik imperatif) ile “koşullu buyruk” (hipotetik imperatif) arasında ünlü Kantçıayrımı hatırlatarak cevap verebilirim. Hatırlanacağı üzere, koşulsuz buyruk başka bir şeyden türetilemez ya da çıkarsanamaz; temeli kendi dışında bulunamaz. Kaynağı dolaysızca akıldır ve etiğin / ahlaki edimin ve dahi seçimin temel motivasyonudur. Sorunuzda geçen, “eylemimizin nedeni ne zaman kendi içinde olursa o zaman özgürümdür” tespiti bu duruma ilişkindir. Oysa eylemimin motivasyonu dışsal ise, bu nihayetinde koşullu bir buyruk formunda olacak, dahası akılsal bir eleştiri süzgecinden geçirilmemiş bir kabul olacaktır. Bu da kişiyi özgürlüğünden edecektir.

Görüleceği üzere Kant’ın konumlanışı ‘gelenek’in karşısındadır; en azından ‘gelenek’i görmezden gelmektedir. Şöyle ki, insanlar içlerine doğdukları geleneklerce biçimlendirilmekte ve geleneklerin değer sistemlerini ve genel olarak kavrayışlarını verili doğrular olarak kabul etmektedirler. Kant, Aydınlanma tanımında olduğu gibi, erginliği ya da olgunlaşmayı (belki de ergenleşmeyi) gelenekleri terk edip ya da onlarla araya -eleştirel- mesafe koyup kendi aklını kullanabilme cesaretinde bulur. Bu durumda mesele, bir inancı özgürce yaşamak değil, ‘doğru inancı’ (inancı en geniş anlamıyla kullanıyorum) aramak ve bu arayışı akıl ile yapmaktır. Sonuçta Kant’a göre eylem bir inanç meselesi değil, etik meselesidir. Bu bağlamda Kant, toplumsallığı hafife mi almaktadır ya da aklı ‘fazla’ mı büyütmektedir sorusu elbette ki sorulabilir.

Hasan Güneş: Bir insanın özgürlüğü bir başkasının kişiliği tarafından belirleniyorsa; Kant’a göre bir insanın gerçek anlamda özgür olması mümkün mü?

Doç. Dr. Ömer Faik Anlı: Kanımca insanın özgürlüğü ‘başka’ olan ile ilgilidir; ancak bu ilginin bir belirleme / belirlenme mahiyetinde mi olduğundan emin değilim. Kant’a göre ise, tekrarlamam gerekirse, onun theoriasına göre, insan ‘gerçek anlamda özgür olabilir’. Bir önceki soruda da ifade ettiğim gibi, Kant, gelenekten, dışsal etkilerden mesafe açabilen bir akılsal insanı baz almaktadır. Dahası insanlara kendilerinde birer amaç olarak baktığından, başkası ile ‘ben’ arasında bir belirlenim ilişkisi söz konusu değildir. Elbette ki bu aydınlanmış bireylerden oluşan aydınlanmış bir toplum için geçerlidir. Soru, bunun olanaklı olup olmadığına ilişkindir.

Hasan Güneş: Kanta getirilen eleştiriler nelerdir?Bir felsefeci olarak Kant’ın hangi görüşlerine katılmıyorsunuz? Neden?

Doç. Dr. Ömer Faik Anlı:Bu konuda özellikle epistemoloji temelli eleştiriyi dillendirebilirim. Kant, doğallıkla, kendi döneminin en üst düzey bilgisini bir olanaklılık örneği olarak almış ve bunun nasıl olanaklı olduğunu göstererek temellendirmeye çalışmıştır. Bu bilgi, Newton fiziğidir. Ancak Kant, Newton fiziğinin (daha spesifik olarak Evrensel Kütle Çekim Teorisi’nin) kavramlarını ve epistemolojik arkitektoniğini insan aklının arkitektoniği ile karıştırmıştır. Oysa, değişmez formlar olarak birbirinden ayrı ‘zaman’ ve ‘mekân’, Einstein fiziği ile birlikte tek bir form olarak tasarlanmış ve gerçeklikte karşılığını bulmuştur.

Mevcut felsefi durumumuz (en azından epistemoloji ve / veya bilim teorisi sınırlarında) sahip olduğu kendine özgü biçimi tamamen, Kant felsefesinin on sekizinci yüzyıla çok iyi uyum sağlamasıyla -dolayısıyla yirminci yüzyıla uyum sağlayamamasıyla- almıştır. Kant’ın birinci Kritiği konu edinildiğinde bugün ilgi çekici olmayan bir metafizik kritiği olmak ile ilgi çekici fakat tarihi geçmiş bir bilim felsefesi [bilgi/bilim teorisi] olmakarasında bir seçim anı doğmaktadır. Bu nedenle, Kant’ın theoriası kendinde (döneminde) korunmuş bir ‘düşünsel tarihi eser’ olarak ziyaret edilmemeli, günümüz problemleri açısından sahaya sürülerek değerlendirilmelidir.

İnter-disipliner ve çok-paradigmalı bir bilimle kavranabilir görünen bu dünya, bir kez daha -özellikle de sosyal bilimlerde- Aristotelesler ararken, bilim teorisi 20. ve 21. yüzyıllarda Kant’ını aramaktadır. Kant, 18. yüzyıl biliminin epistemolojik temelini (şemasını ya da belki de algoritmasını) ortaya çıkarmaya çalışırken, oluşturduğu şemada yanıldı. Fakat kuşatıcı bir bilim teorisi modelinde başarılı oldu. Günümüzde ise aranan ve halen eksik olan şeydir bu: Kuşatıcı bir bilim teorisi.

Bu bağlamda, biraz da karikatürize ederek şunu söyleyebilirim: Kendi adıma ve kendi alanımda Kant mı Hegel mi sorusunun benim için yanıtı Kant’tır.

 

Teşekkür ederim.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Bilimsel Makaleler Yazıları