Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN BAZI SORUNLARI

1-DEMOGRAFYA  VE  EĞİTİM                      Bir ülkenin temel potansiyeli ve can damarı onun nüfusudur. Zira insan gücü bütün sosyal olayların hareket noktası ya da dayanağıdır. Nüfus olayları Demografya(Démograpfie-Nüfus Bilgisi) denilen bilim

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 23 Ekim 2019 18:46 - Okunma sayısı: 1.468

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN BAZI SORUNLARI

 

 

 

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN BAZI SORUNLARI

 

1-DEMOGRAFYA  VE  EĞİTİM

 

                     Bir ülkenin temel potansiyeli ve can damarı onun nüfusudur. Zira insan gücü bütün sosyal olayların hareket noktası ya da dayanağıdır. Nüfus olayları Demografya(Démograpfie-Nüfus Bilgisi) denilen bilim dalı tarafından incelenir. Demografik olayların önemine İngiliz İktisatçısı Thomas Robert Malthus dikkat çekmiştir.  Nüfusun artışı ve eksilmesi dışında miktarı, yoğunluğu, göçler, evlenme, boşanma, suçluluk, doğum, ölüm …gibi olay ve olgular demografyanın belli başlı inceleme konularıdır. Ayrıca nüfusun ülke coğrafyası itibariyle bölgelere, kırsal kesime, şehirlere, yaş, cinsiyet, meslek ve medeni hale göre dağılımı da önem arzeder. Belirli aralıklarla yapılan nüfus sayımları demografik incelemelerin temel malzemesini oluşturur. Bunların istatistiki analiz ve yorumları, grafikleri öteki sosyal kurumların yapı ve işleyişinin düzenlenmesinde elimizdeki en somut verileri teşkil ederler.

                     Demografik olaylar diğer sosyal olayların hem sebebi hem de sonuçları olabilirler. Söz konusu sebeb sonuç ilişkisinde nüfus genellikle sebeb durumundadır. Bazen de sonuçtur. Mesela sanayileşmiş ülkelerde sanayileşme ile doğurganlık ters orantılıdır. Yani bu ülkelerede nüfus ya hiç artmıyor, ya da çok yavaş artmaktadır. Mesela Fransa bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Refah seviyesinin artması, makinalaşma…gibi olgular da nüfus artışını duraklatmaktadır.            

                     Ülkelerin nüfusu genellikle sürekli bir artış gösterir. Bunun sebebleri arasında büyük dinlerin insanların çoğalmasını emretmesi, savaşlar, tabii felaketler ve sosyal krizler karşısında ortaya çıkan dayanışma duygusu, bilim ve tekniğin ilerlemesi ile insan emeğine duyulan ihtiyaç, sosyal işbölümünün farklı nitelik ve kapasitede işgücünü gerektirmesi, refah ve saadet artışının insanları bireysel içgüdü ve motiflerine daha çok sürüklemesi…sayılabilir.

                     Nüfusun bu artış eğilimi, aynı zamanda onun geçmişten bugüne doğru beşeri olayların belli başlı belirleyici faktörlerinden biri olmasına da yol açmıştır; Farklı inançlar ve bunların ritüelleri, göçler, medeniyetler çatışması, savaşlar, fetihler, hükümet idareleri, üretim şekli ve teknikleri, mülkiyet şekilleri, ekonomik refah, toplumsal ideolojiler…bu olay ve olgulardan bazılarıdır. Özellikle toplumların ziraat, zenaat ve ticaretteki terakkisi ile nüfus arasında doğrudan bir ilişkiden bahsedilebilir. Toplayıcılık, avcılık, balıkçılık, ilkel ziraat, gelişmiş ziraat, aile ekonomisi, el işçiliği, makine işçiliği…aşamalarından geçen toplumlarda daha sonra sosyal sınıf ve tabakaların, işbölümü, sermaye birikimi gibi olguların ortaya çıkışını görüyoruz. İşte bu gelişim çizgisini sosyologlar nüfus artışının bir sonucu saymaktadırlar.

                     Bu olgular içerisinde özellikle mülkiyetle demografik olaylar arasında sıkı bir bağlılaşma göze çarpar. Nüfusun az olduğu ve işbölümünün henüz tam gelişmediği yerlerde ortak(communale) mülkiyet görülür. Ne zamanki sosyal işbölümü kendini göstermiş ve nüfus kalabalıklaşmıştır, ferdi mülkiyete doğru bir  geçiş süreci başlamıştır. Nüfus çoğaldıkça ve hacımca sıkılaştıkça tarım ürünleri ihtiyacı artar. Üretimi arttırmak için ferdi teşebbüs ve yaratıcılığa ihtiyaç duyulur, böylece ferdi kazancı sınırlayan ortak mülkiyetten özel mülkiyete geçilir, üretim ve kazanç daha çoğalır. Bu keyfiyet her devrin toplumları için geçerli değildir. Bazen de nüfusun az olduğu toplumlarda ferdi mülkiyet daha çoktur. Ancak nüfusun söz konusu sosyal değişmeler ve terakkiler için zorunlu bir faktör olduğu da bir gerçektir.

                     Nüfus artışının belli bir miktardan sonra toplumların refahını olumsuz etkilemeye başlayacağını öne süren görüşlere de rastlanmaktadır. Başka bir görüşe göre de nüfusun optimum miktarda olması en uygun çözümdür. Ancak o zaman toplumların refah seviyesi yükselecektir. Aksi takdirde refah seviyesi düşecektir.

                     Yukarda söz konusu edilen olayların dışında nüfusun, toplumların kültürel ve siyasal yapısı üzerindeki tesirlerinden de bahsetmek gerekir. Toplumun dili, inançları, sosyal sınıf ve tabakalar arasındaki eşitsizlikler bunlardan bazılarıdır. Nüfus artışının en bariz sonuçlarını bireysel, ailevi, bölgesel eşitsizliklerde görürüz. Bu eşitsizlik ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda daha belirgindir. Kültürel sahanın bilhassa eğitim öğretim alanındaki eşitsizlikler kendini hemen gösterir. Ülkemizde eğitimde fırsat ve imkan eşitsizliği bunun en tipik örneğidir. Onun için ülkemizin demografik yapısı ile eğitim sistemi arasındaki etkileşime ayrı bir parantez açmak gerekir.

                     Eğitim sosyal bir kurum olduğu için ekonomi, siyaset, hukuk, sanat, örf- adet, teknoloji, coğrafya, demografya…gibi diğer sosyal kurumlar ve sosyal fiziki  faktörlerle sıkı bir etkileşim içindedir. Bu etkileşim şekillerinin her biri ayrı bir makale konusudur. Biz şimdi demografya-eğitim ilişkisi üzerinde durduğumuz için nüfus olaylarının eğitimimize olan genellikle olumsuz etkilerini ele almak istiyoruz.

Türkiye seksenbir milyonluk nüfusu ile Avrupa’nın en  kalabalık üç dört ülkesinden biridir. Buna karşılık ekonomik refaha ilişkin göstergeler pek iç açıcı değildir. Fert başına düşen ortalama milli gelirin düşüklüğü, gelir dağılımındaki eşitsizlikler, yüksek enflasyon, buna karşılık çalışanların ve emeklilerin ücretlerinin düşüklüğü, işsizlik oranının yüksekliği, istihdam darlığı, bölgesel kalkınmışlık farklılıkları…sosyal kurumların hepsine olduğu gibi eğitim sistemine de olumsuz şekilde yansımaktadır.

                     Bunların dışında kültürel ayrışmalar(désintégrationculturelle), irticai faaliyetler, etnik grupların ve lobilerin siyasi faaliyetleri, toplumsal değer yargılarındaki hızlı aşınmalar üniter devlet yapısını tehdit eder boyutlara ulaşmış, eğitimi ise dolaylı da olsa dejenere etmeye yüz tutmuştur.

                     Ülkemizde İlk ve ortaöğretim kademesinde onsekiz milyon öğrenci vardır. Bu rakam bazı Avrupa devletlerinin nüfusundan daha fazladır. Her sene ilköğretime yaklaşık bir,birbuçuk milyon civarında öğrenci başvurmaktadır. Okul öncesi öğretim kademesi daha bunun dışındadır. Bu süreç okul, derslik, ders araç ve gereçleri, okulların teknik donanımı, öğretmen temini, personel giderleri için gerekli harcama ve yatırımlar konularında devlete büyük yük getirmektedir. Son yıllarda bütçeden eğitime ayrılan ödeneklerde belirgin artışların kaydedilmesine rağmen hızlı nüfus artışı karşısında yine de bunun yetersiz kaldığı söylenebilir.

                     Ülkemiz coğrafyasının  çetin şartları ve morfolojisi karşısında eğitim alt yapısındaki noksanlıkların taşımalı eğitimi zorunlu hale getirdiği ve bunun için önemli harcamaların yapıldığı da ayrı bir gerçektir.

                     Sosyal sınıf farklılıklarının kültürel yapı içerisinde eğitimde yol açtığı çarpıklıklar sosyal dayanışma ve bütünlüğü önemli ölçüde zedelediği kadar, eğitimde kalitesizliği de beraberinde getirmiştir. Devlet ise eğitime ilişkin sadece istatistiki verilerin kantitatif seyrindeki gelişmeleri dile getirmekte, günümüzde eğitimin bir ticaret metaı haline gelmesine ise maalesef seyirci kalmaktadır.

                     Bu manzara karşısında bile nüfus artışının teşvik edildiği ülkemizde eğitimde sürdürülen faaliyetler ve alınan tedbirler dibi delik testinin doldurulması gayretine benzemektedir. Onun için öncelikle ülkemizdeki hızlı nüfus artışının bir an önce durdurulması, bunun için orta ve uzun vadeli planlamaların yapılması son derece elzemdir. Aksi takdirde cehalet, irtica, işsizlik, sahipsizlik, fakirlik ve ilkel yaşantının bir sentezi olan “geri kalmışlık” olgusundan kurtulmamız mümkün olamıyacaktır.

 

Prof.Dr.Hikmet Yıldırım Celkan

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları