İlk yazı dışında bu köşede ele alınan diğer tüm yazıların konularının olası gerekçelerini denemelik bir yazıyla masaya yatırmak zorunlu olmuştur.
Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 16 Ağustos 2019 12:27 - Okunma sayısı: 2.320
BİR DENEME: BU ‘MODA UCUBELER’ NEDEN AYNI ZAMAN DİLİMİNDE ORTAYA ÇIKARILDI?
İlk yazı dışında bu köşede ele alınan diğer tüm yazıların konularının olası gerekçelerini denemelik bir yazıyla masaya yatırmak zorunlu olmuştur. Bu yazı, okuyucunun öncelikle son dört yazıyı da okumuş olduğu sayıltısına (assumption) dayanmaktadır. Aşağıda bu moda dayatmalara ilişkin olarak yazacaklarımız tartışmaya açık gerekçeleri içerdiğinden bir deneme niteliğinde olacaktır. Ayrıca, hemen belirtelim, bu “yeni modanın okyanus ötesi dünya hegemonyası ile bağlantısı olduğu” önermesinden dolayı, ister istemez siyasi doğurguları da olacaktır.
Bilimin ulaştığı nokta
“Gözlediğimiz olayların nedenini araştırmak için ‘ilk nedeni’ ve ‘sonun sonunu’ bilmemiz gerekmez” sayıltısıyla din ile arasına çizgi çeken bilim, günümüze kadar pek çok dogmatik görüşü yerle bir etmiştir. İnsan bilişinin tarihsel gelişimine koşut olarak insan ve evrene ilişkin ortaya çıkan benmerkezci bakış açısı, tıpkı bir tek insanın bilişsel gelişiminde olduğu gibi, günümüzde yerini daha geniş bakış açısına bırakmıştır. Ortaçağ Engizisyonuna fikir babalığı yapan Aristoteles’in insan merkezli canlı görüşü Darwin’le ve Ptolemaios’un (Batlamyus) dünya merkezli evren görüşü Copernicus ve Galilei ile büyük yaralar almıştır. Tevrat’a göre MÖ 1 Eylül 3761 yılında, İrlanda Baş Piskoposu J. Usher’e (1650 yılında) göre İncil’e dayanarak MÖ 4004 yılı 23 Ekim’de, Cambridge rektörü ve din adamı Lightfoot’a (1800 yılında) göre MÖ 18-24 Ekim 4004 tarihinde ve hatta şaşıracaksınız, I. Newton’ın “hesaplamalarına”a göre de MÖ 3988 yılında Dünya ve insanların yaratıldığı Yaratıcı Görüşü, 19. yüzyılda paleontologların milyonlarca yıllık dinozor fosilleri bulmasıyla ve jeologların yer şekillerinin hareketliliğini ve tarihçesini çıkarmasıyla toz duman olmuştur.
Elbette ki bilimin gelişimi, üretim araçlarının gelişiminden bağımsız ele alınamaz; Tarım Devrimi ve uzun bir Ortaçağ’dan sonra Sanayi Devrimi bunun itici gücünü oluşturmuştur.
Bilimin birikici özelliğinden dolayı, bulunan her bilgi yeni bilgilere kapılar açmış; 1833 yılında ilk kez kullanılan “bilim”in giderek gelişen yöntem ve teknikleriyle kimya, fizik, psikoloji, tıp vb tüm alanlarda son derece hızlı gelişmeler birbirini takip etmiştir. Penisilin, antibiyotikler ve çeşitli sentetik ilaçlar geliştirilmiş, uzay gözlemlerimiz çok daha gerçeğe yakın yapılabilmiş, insan Ay’a ayak basmış, Güneş sisteminin ötelerine araçlar gönderilebilmiş, bugün bir yılda üretilen bilgi tüm insanlık tarihi boyunca üretilen bilgiyi aşar duruma gelmiştir. Özellikle son yıllardaki gelişmeler baş döndürücüdür: Canlılığın şifresi (DNA) çözülmüş, hatta yapay DNA üretir duruma gelinmiş; kök hücreden organ geliştirilmesi olanaklı olmuş, canlı klonlanmış, atomaltı parçacıklar keşfedilmiş ve en önemlisi ‘zurnanın zırt dediği’ nokta olan Higgs parçacığı bulunmuştur. Son derece gelişmiş teleskoplarla çok dakik gözlemler yapılmış, önce içinde yer aldığımız Samanyolu, sonra da milyarlarca gökada ve hatta mikrodalga artalana yani evrenin ilk oluşum anlarına ilişkin bilgilere ulaşılmış, ışık saçmadığı için bugüne kadar gözlenemeyen gezegenler bulunmuş ve üzerinde yaşam barındırma olasılığı olan gezegenleri bulma aşamasına gelinmiştir. Daha istediğiniz kadar yığınla gelişmeyi sıralayabilirsiniz, çünkü hiçbiri inkâr edilemez bulgulardır. Düşünebiliyor musunuz, çok değil bundan 100 yıl önce yaşamış birisini canlandırsanız ve eline akıllı telefonu verseniz ve dünyanın öbür tarafındaki bir yakınıyla görüntülü görüştürseniz, tepkisi nasıl olurdu?
Tüm bu gelişmelerin, dogmatik görüşten beslenenleri rahatsız etmemesi olanaklı mıdır? Vatikan bile Engizisyon’da yargıladığı Galilei Galileo’ya 500 yıl sonra itibarını iade etmek zorunda kalmış, ancak bu kez, üstelik İncil’de yer alması olanaklı olmayan, “kök hücre, DNA, klonlama vb” yeni günahlar ‘üretmeyi’ de ihmal etmemiştir. Metafizik-idealist görüş tarihin çöplüğüne gitmek zorundadır, ama durun hele bilimle hesaplaşmaları daha bitmedi. Evet bilimle! Çünkü, bilim, dogmaların en önemli düşmanı ve korkulu rüyasıdır. Boşuna, “bilimi din yaptılar, ideoloji yaptılar, bilim değil ilim” demiyorlar. Bilimin ne olup olmadığını sonraki yazılarımızda irdeleyeceğiz. Kısacası, bilime saldırı cephesi zaten hazırdı; birazdan ele alacağımız gelişmelerle birlikte sonunda ABD Evangelistlerinin öncülüğünde tüm dünyaya daha önceki dört yazımızda “bilimselliklerini(!)” masaya yatırdığımız yeni moda sözde bilim “paradigmaları” serpiştiriliverdi. Bunu hazırlayan en önemli etken ise, emperyalizmin ulaştığı nokta gibi görünmektedir ya da bir başka deyişle dogma imparatorluklarının korkularının ayyuka çıkmasıyla emperyalizmin çıkarları örtüşüvermiştir, denilebilir.
Emperyalizmin geldiği nokta
Bilindiği gibi insanlık avcılık ve toplayıcılığa dayanan ve binlerce yıl süren ilkel komünal toplumdan, hayvanları ve bitkileri evcilleştirip yerleşik düzene geçtiği (ilk Ortadoğu’da Sümerler, Babiller) feodalizme, oradan da artı ürünlerin ticaretini yapanlarla birlikte Sanayi Devrimine doğru bir gelişim izlemiştir. Sanayi Devrimiyle birlikte oluşan sermaye birikimi, kısa süre sonra başka topraklara göz dikmeye başlamış ve toprak paylaşımı için I. Dünya Savaşı; paylaşılacak toprak kalmayınca pazar paylaşımı için de II. Dünya Savaşı gerçekleştirilmiştir. Artık paylaşılacak toprak ve pazar da kalmayınca ne yapılmalıydı da egemenlik sürdürülmeliydi? Bilimsel bilgi üretiminin tekelliği!
Evet, sıra “bilimsel bilgi temerküzü”ne gelmişti. Silikon vadisiyle gündeme gelen tekno-kentler hızla filiz vermeye başlayıverdi. Diline, rengine, ulusuna bakmadan bu araştırma-geliştirme laboratuarlarına dünyanın her yanından bilimciler toplanmaya başlandı. “Kapitalizm, emperyalist aşamasında üretim araçlarını geliştiremezdi” sözde, ama bal gibi de geliştiriyordu işte. Egemenler, küçücük bir laboratuarda ürettiği bilgi ve bunun sonucunda geliştirdiği teknoloji ürünlerini sınır tanımadan dünyanın dört bir yanına satma olanağına sahipti artık. “Emperyalizmin en zayıf halkalarındaki ulusal devrimler”in yerini, artık bizzat emperyalizm tarafından desteklenen mikro milliyetçi devletçikler almaya başlayabilirdi. Bizler kumdan beton binalar inşa ederken, küçük bir araştırma merkezinde aynı kumdan değeri milyon kat fazla olan “chip”ler bir bavulun içinde pazarlanabiliyordu. Akdeniz köylüsü, 1’e 5 veren yerli tohumunu terk ediyor, “şeytan” dediği İsrail’in bir kez ekildikten sonra bir daha ürün vermeyen ama 1’e 100 veren tohumunu dini çekincelerini bir yana bırakıp kullanmaya başlıyordu. Artık Gabon’daki bir yerli de Londra’daki bir genç de renkli TeVe izliyor, akıllı telefon kullanıyordu. Bilimsel bilgi üreten, üret(e)meyenleri bir güzel “seviyordu”… Robotlaşma ve diğer teknolojik gelişmeler kolgücünün tahtını sarsıyor, büyük işçi çıkarımları gündeme gelmeye başlıyor ve sendikalar dünyanın dört bir yanında hızla güç kaybetmeye başlıyordu. Yeni “proletarya” üniversitelerin seçkin burçlarında yaşayan bilimciler oluyordu artık. Bu dönemde, Sovyetler Birliği’nin dağılması da hem ekonomik, hem sosyal hem de psikolojik olarak bu gidişatı hızlandırmıştı. Artık, tek kutuplu küreselleşmiş dünyadan (o da artık kurtarmıyor ya), “tarihin sonu”ndan, “medeniyetler arası çatışma”dan söz edilebilirdi; eh bunun bir de “post-modernist”-“post-rasyonalist” (ne demekse!?) bir görüşle ve idealist-metafizik felsefeyle süslenmesi gerekiyordu, öyle de oldu. Ama…
Ciddi bir sorun vardı; dünyanın dört bir tarafında milyonlarca kişi hızla işsiz kalıyordu, sosyal patlamaları önlemek için “yeni bir deli gömleği”ne gereksinim vardı. Zaten bilimden uzak cahil toplumlar/topluluklar bunun için biçilmiş kaftandı. Düğmeye basıldı, arada bir karikatür krizleri yaratılarak bu blok oluşturuldu, El Kaide üretildi, bu işlevini yitirince IŞİD türetildi, “Arap Baharı” başlatıldı, gerisini okuyucu biliyor: “Yiyin birbirinizi, siz birbirinizi yerken size silahımızı da satarız, sizin yer altı yer üstü kaynaklarınızı da bir güzel “söğüşleriz”, yıkılan kentlerinizi ülkelerinizi bizler yeniden (kendi mallarımızla) kurarız.”
Ancak bir başka sorun daha vardı; az da olsa o ülkelerde varolan bilimcileri ve bilim üreten eğitimi de çökertmek gerekiyordu; zaten değerli bilimcileri egemenler kendileri topluyordu, ama bilimsel bilgi üretme tekeli de sadece kendilerinde olmalıydı. Bu az-buçuk bilimsel eğitimi olan ülkelerin eğitimleri yok edildi, bilimcileri bir şekilde tasfiye edilmeye başlandı, geri kalanına da yeni moda oyuncaklar gönderildi: “Duygusal” zekâ, “çoklu” zekâlar, “alternatif ölçme”, “alternatif” tıp ve en önemlisi de “nitel” araştırmalar… Onlar “pis” pozitivizmi kullanmamalıydılar; nelerine yetmiyordu, sezgi, içedoğma, konuşma-konuşturma, üfürükçülük, hacamatçılık vb; kafası çalışmayana “aaa senin ama duygusal zekân çok yüksek”, bilimsel yöntemi bilmeyene “deney de neymiş, başka işin mi yok”, matematik-istatistiğe karşı korkusu ve önyargısı olana “ölçme-test etmek de neymiş” vb diyerek cehaletin yolları örülmeye başlandı. Eh, azgelişmiş ülkelerin azgelişmiş akademisyenleri için bunlar bulunmaz fırsatlardı, yabancı hayranlığıyla bu yabancı güdümlü modaların peşine takınılmakta hiç gecikilmedi; yayın üstüne yayınlar yapıldı, puanlar toplandı, paralar kazanıldı, hızla akademik yükselmeler gerçekleştirildi; oldu-bitti! NLP uzmanları modasını unuttuk derken, yaşam koççukları çıkıverdi; manevi danışmanları, melleler takip etti; abuk projeler(!) bilimsel diye ödüllendirildi vb hepsi koşar adım birbirini izledi. Tüm bilimsel kurumlar (TÜBA, TÜBİTAK, üniversiteler vb) yerle bir edildi. Bu gelişmeler, siyasi ve sosyal gelişmelere koşut bir şekilde öyle hızlı gerçekleşti ki, bu abukluklara karşı çıkan birkaç kişiye en yakın arkadaşları bile korkularından (Moda olan “mahalle baskısı” mı yoksa zaten öteden beri bilinen “sosyal etki” mi deseydik?) sahip çıkamadı; eridiler, asimile oldular veya en acıklısı (“duygusal(!)” nedenlerle) bu “yeni”nin en büyük savunucuları kesildiler. Korku İmparatorluğu, bizim gibi ülkelere biçilen ikinci Ortaçağ’ı hızla inşa etmeye başlamıştı ne yazık ki! Seyretmek bile öyle acıtıcı ki!
Bu yazının yazıldığı 14.08.2019 tarihinde sadece “google amca”da yapılan Türkçe taramada; “duygusal zekâ üzerine 3.750.000, “duygusal” zekâ ölçekleri üzerine 206.000, “çoklu” zekâlar üzerine 1.670.000, “çoklu” zekâ ölçekleri üzerine 68.900, “alternatif” tıp üzerine 12.000.000, “alternatif” ölçme üzerine 1.080.000, “nitel” araştırma üzerine 811.000 sonuca rastlandı! Bunların yarısı “çöp” veya tekrar olsa bile dehşet verici bir sonuç! İsterseniz, bulunduğunuz üniversiteden başlayarak bir Yl-Dr tezi araştırması yapın bakalım kaç tane yayın bulacaksınız tüm “bu yeni modalar” üzerine? Mürekkebe, emeğe, zamana, en önemlisi de geleceğimize yazık değil mi?
Ha bir de son yıllarda “pıtrak” gibi çoğalan ve içinde her türlü alandan yazarın olduğu “Araştırma Teknikleri” kitaplarına bir göz gezdirin. “Ben doktora tezimde araştırma yaptım, elbette Araştırma Yöntemleri dersini ben vereceğim” diyen özgüveni oldukça yüksek(!) o kadar çok kişiye rastlamak olanaklı ki! Yok yok bitmedi daha… Ülkemiz tıp, eczacılık, dişçilik, mühendislik vb fakülte ve bölümlerinin kaçında bilimsel araştırma yöntemleri-teknikleri, bilim felsefesi gibi dersler veriliyor, veriliyorsa nasıl ve kimler tarafından veriliyor bir araştırın bakalım karşınıza ne çıkacak? Bu yeni modaların peşine takılanların matematik, istatistik, ölçme-değerlendirme gibi ders ve konulara olan önyargılarını bir araştırsak ne buluruz acaba?
Sonunu, daha önce yayınlanmış bir yazıdan (Erkuş, 2015) aktararak bağlayalım:
“Şimdi tüm bunların açılması ve “kanıtların” sıralanması umarız istenmez, isteyen “aradığını bulur”. Aksi halde, bazılarının yaptığı gibi, buradan ciltler dolusu kitaplar çıkar veya en azından şimdilik bir “gömülü teori”! Şimdi, post- postun da postu modernizm, “pis pozitivizm”, “yeni paradigma” vb “modalar” anlamlı geliyor mu? Bunlar anlamlı mı, bunlar anlamacı yaklaşımı savunanların rağbet edeceği “fikir”ler değil mi? İşte size bir şeyler ürettik: Bilimsel bilgi mi, “fikir” mi, yeni bir teori mi? Niye hemen karşı çıkıyorsunuz ki! Hipotezlerini kurup test etmeye başlasanız iyi olur, yoksa “atı alan Üsküdar’ı geçiyor”! Çok yazık! Yükseköğretimimizin ve Milli Eğitimimizin içinin boşaltıldığı, “melleler”in ders verdiği, din adamlarının psikologların yerine ikame edildiği, psikoloji derslerine duaların konmasının önerildiği, temel fen bilimleri bölümlerinin kapatıldığı vb bu güzel ülkemizde var olan akademisyenlerin kendilerine biçilen rolün farkında olmaları son derece önemlidir. Doğru dürüst yöntembilim, istatistik, matematik, felsefe verilmeyen (verdirilmeyen) üniversitelerimizden, gerçek bilimcilerin ortaya çıkması gittikçe körelmektedir; her şeye rağmen kendini geliştirenleri ise bilim temerküz merkezleri hemen kapmaktadır veya türlü yollarla sindirmektedir… Masum arayışlar içinde olanların neye ve kime hizmet ettiklerini düşünüp düşünmedikleri, onların dışındakilerin ise yukarıdaki dersleri alıp almadığı, bu derslere ilişkin korkularının olup olmadığı merak konusudur.
Ama en önemlisi de bilime yapılan tüm bu saldırılara kulağını-gözünü kapayıp “üç maymunları oynayan” akademisyenleri gelecek kuşakların hiç affetmeyecek olmasıdır; susarak suça ortak olunmaktadır, yanlışlar olumsuz pekiştirilmektedir. Her türlü saldırıya rağmen, psikolojinin, genel olarak da bilimin ürettiği bilgiler işe yaramaya devam etmektedir; nitelci “kaos var” dese de yine saatine bakıp randevusuna, dersine gitmekte, pekiştirme ilkelerini eğitimde ve günlük yaşamında uygulamakta; bilimsel üretimi elinde tutan odaklar (biz kapatırken) fizik, genetik, psikoloji vb laboratuarlarında ve sahada bilimsel yöntemlere dayalı bir şekilde harıl harıl çalışmaktadırlar.
Galileo’nun dediği gibi, “Ben inkâr etmiş olsam da, dünya yine Güneş’in etrafında dönmeye devam ediyor!””
Tarihsel olarak “Hepiniz oradaydınız!”, demedi demeyin!
Kaynaklar
Erkuş, A. (2015). “Nitel” ve türevleri (“alternatif ölçme”, “çoklu” ve “duygusal zekâ”):
Ne, niçin ve nereye Doğru? İlköğretim Online, 14(3), dy:1-17, 2015. [Online]: http://ilkogretim-online.org.tr
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
03 Kasım 2024 20:23
20 Kasım 2024 20:01