Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

LUKASS’A NASIL BAKMALI?

İsmet ALICI

Kategori: Felsefe-Mantık - Tarih: 17 Aralık 2024 15:12 - Okunma sayısı: 105

LUKASS’A NASIL BAKMALI?

LUKASS’A NASIL BAKMALI?

‘Pek çağdaş bir insan değilim galiba. Hayatımda hiçbir zaman hüsran ya da karmaşa yaşamadığımı söyleyebilirim. Ne anlama geldiklerini yirminci yüzyıl edebiyatından ve Freud'u okumuş olduğumdan biliyorum tabii. Ancak bunları kendim hiç yaşamış değilim’

Georg Lukass

Lukacs’ın bunalımdan kaçan veya bunalım halini kullanan 19. Yüzyıl Alman ve Macar düşünce geleneğinin hep dışında konumlamıştır kendini. O yoğun şekilde Alman romantik halinden etkilense de, yer yer kendisi de bu duyguyu yaşasa da, o bunalımları aşmayı ve düşünsel gelişimi ile bu bunalımları aşmanın paralellik vardır. Fakat ilk yazılarından son yazılarına kadar bu bunalımlı ruh halinin olguları parçalı görmenin ve kapitalizmin yarattığı krizlerin bir devamı olarak görmüştür. Bu yüzden krizler ve entelektüeller arasındaki ilişki eleştiri alanında birinci sırada yer almıştır. Yukarı da ben hiç hüsran ve karmaşa yaşamadım derken, aslında krizleri kullanım nesnesi olarak kullanan ve kendine göre hastalıklı bir ruh hali olan akıldışılığa tepki olarak okumak gerek. Yoksa Lukacs’ında bunalımlı ruh hali olmuştur.

Avrupa kültürü 18. Yüzyıl’ın başlarıyla sadece felsefede hızlı bir şekilde ilerlemiyor, felsefenin içinden doğan iki alan, etik ve estetik olarak düşün dünyasının tartışma alanına giriyor. Bu alanların tartıştığı sorunlar entelektüel dünyayı da hızlı bir şekilde etkiliyor. 18. Yüzyıl’ın başında şekillenen bu süreç. İkinci Paylaşım Savaşına kadar yükselerek devam ediyor. Lukacs ve içinde bulunduğu kültür ortamı bu sürecin şekillendirdiği bir ortam. Sadece etik ve estetik çıkmıyor, bunun yanında işçi sınıfı ve işçi sınıfının mücadelesi ve Marks, Engels’le ideolojisi ortaya çıkıyor. 1917’de büyük patlama gerçekleşiyor. Sovyet Devrimi. Yine bu süreçle edebiyatta büyük kalkışma başlıyor. Bir yandan Saint Simon’a dayanan avangard sanat. Diğer yandan Almanya kökenli merkezinde daha çok Kant felsefesinin olduğu romantizm ve Hegel ve Marks’la birlikte Gerçekçi edebiyat tartışmaları kültür alanında kendine yer ediniyor.

Bütün bu tartışmaların önemli yanı ortaya çıkan işçi sınıfının sanatı nasıl olmalıdır? Tartışmalarını da doğal olarak ortaya çıkartıyor. Bir yandan feodalitiye egemenliğini kabul ettiren burjuvazi ve kendi felsefesini, sanatını toplumsallık kazandırma diğer yandan işçi sınıfı sanatı ve felsefesi. Ortaya çıkan düşünsel boyutun doğrusu ve yanlışı tartışılmaktan daha çok doğrusu ve yanlışını kabul ettirme sürecidir bir anlamda bu. Bu yüzden Lukacs’ı veya diğer entelektüelleri tartışırken, kantarın topuzunu kaçırmadan doğrusu ve yanlışıyla tartışmak lazım.

Fakat doğrusu ve yanlışıyla değerlendirme yapan çoğu burjuva liberalizmine gömülmüş, bilakis Frankfurt okulundan etkilenmiş aydın kantarın topuzunu kaçırmayı kendine iş edinmiş. Doğrusu ve yanlışından daha çok, Lukacs’a dair bir nefreti devam ettiriyor. Bu nefretin kökenini doğru anlamadığımız sürece Lukacs’ın savaşım alanlarını ve burjuvazi ile proleterya arasında süren mücadeleyi de doğru anlayamayız. Lukacs, Gramsi, Kral Krous üçü de işçi sınıfının partisinin merkez yürütmelerinde bulunmuş entelektüellerdir. Bu nefret birebir Lukacs’a dair nefret değildir, diğer yandan işçi sınıfı partilerine duyulan nefrettir. Frankfurt okulu gibi sınıf mücadelesinin dışında durarak ve yaşanan Almanya felaketini doğru kavramadan Lukacs’a saldırmaları nesnellik algısını yitirmektir. Tek çözümü Almanya dışına kaçmak ve hiç olmazsa, yitip giden Avrupa kültürünü savunmak için İspanya sınır kapısında intihar eden Benjamin kadar cesur olamamışlardır. Çoğu aydın ve entelektüel İkinci Paylaşım savaşında faşizme karşı yeraltında veya cephelerde göğüs gögüse mücadele ederken, bu liberal aydınlar ise, kurtuluşu Amerikan’ın kucağına atılmaktan beis görmemişlerdir. Eleştiri de saygı ve eşitlik ilkesini belirleyen koşulları saygısızca parçalamışlardır. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci kitabı, proleter parti içinde etiğin merkez yapılması gerektiğini tartışırken, onlar kendi arkadaşları ve akrabalık ilişkisi de bulunan Benjamin’i Avrupa’da üç kuruşa muhtaç etmişlerdir. Hem Avrupa’nın en büyük entelektüeli diyeceksin, hem Benjamin’e katkıda bulunmak için parmağını oynatmayacaksın. Koca Adorno’nun insanı dünyası bu etik ilişki de ortaya çıkar. Kültürel alana saygı ve o aristokrat tavrın, ne söylersen söyle, ne kadar boş olduğunu gösterir bize.

Lukacs’mı? Macar devriminin yenilgisi ile parti kararıyla Avusturya’ya çıkarılmış ve burada yeniden partiyi bir araya getirmek için çabalamıştır. Alman faşizminin yenilişi birazda Lukacs gibi aydınlara dayanır.

“Lukacs üzerine çalışan her araştırmacı, kaçınılmaz olarak düşünürün yaşamının ve eserinin dönemlere ayrılması sorunuyla karşılaşacaktır. Benzer bir sorunun diğer düşünürler için de geçerli olduğu söylenebilir. Yazarların fikirleri zamanla, süreklilik ve kopuşlarla beraber değişim gösterir: Platon'un Sokratik diyalogları ve Sokratik-sonrası dönemi, Hegel'in gençlik ve olgunluk dönemleri üzerine tartışmalar ya da özellikle Althusser' in yazılarıyla gündeme gelen genç Marx/olgun Marx dönemleştirmesi konusunda tartışmalar, bu çerçevede ilk olarak akla gelen örneklerdir. Lukacs'ta ise bu dönemleştirme konusu daha da önem kazanır. Yazar yetmiş yıla yakın bir zaman dilimi boyunca eser vermiştir ve bu dönem çerçevesinde düşünsel gelişiminin aşamalarını ayıran sınırlar keskin ve belirgindir; zira -ilerleyen sayfalarda ayrıntılı olarak görüleceği gibi- düşünür belirli tarihlerde çeşitli nedenlerle kimi eserlerini reddetmiş ya da reddetmeye zorlanmıştır.”

Ateş Uslu’nun Lukass’a dair Marks’a Giden Yol kitabının önsözünden bu alıntı. Eleştiri kendi ruhunun aksi hareket etmez. Lukass’a yönelik bu eleştiriler genel itibariyle bir eleştirel kültürden şekillendiğini söylememize imkan yok gibidir. Eleştiri kendi dışında olguya doğrusuyla yanlışıyla bakar. Lukass’a yönelik eleştirilere geldiğimizde ipin ucu kaçmış gibidir. Doğrunun üstü örtülmüş, yanlış öne çıkartılmıştır. Bu yüzden Lukass’a bütünlüklü bakmanın imkanları yer yer sekteye uğramıştır. Ülkemizde ise gerçekçi edebiyatın ve sınıf mücadelesinin azalmasıyla bu durum bir kan davasına dönmüş ve vurun abalıya hikayesine benzemiştir.

Marks deyince, işçi sınıfının teorisinin oluşumu ve artı değerin şekillenişi ve kapitalizmin dünya ölçeğinde şekillenişinin ortaya konmasıdır. Burada dünya ölçeğinde derken, bunu doğru algılamak lazım. Marks sorgulanması, kapitalizmin şekillenişi ve prekapitalist toplumların kapitalizm üzerindeki etkiyi irdeleme sürecidir. Bu süreç hem artı değer sömürüsünün ortaya çıkışı ve bu çıkışla birlikte oluşan toplumsal düşünceyi anlama çabasıdır. Marks’ın teori ve pratik alanında karşısına aldığı olgu dünyadır. Bu yüzden idealizmin kökenlerine girerek inceleme yapmıştır. Bir olgunun evrensel bir şekilde sorgulanması, onun bütün duraklarının irdelenmesidir. Bu yüzden Marks klasik Almanya felsefesinin devamcısıdır demek pek doğru değildir. Hele Marksizm’i, Hegel’e bağlamak Marks’ı anlamamaktır. Marksizm’in üç saç ayağı pek doğru bir tanımlama değildir. Fransız Militanlığı, İngiliz Ekonomisi ve Almanya felsefe geleneği. Bu biraz Marks’ı, belirli bir alana sıkıştırma ve Avrupa Merkezci ideoloji içinde kullanım nesnesi yapmaktır.

19. Yüzyıl’la birlikte ulusal mücadeleler çağı büyük bir hıza girerken, Lenin’in önemli tespiti Emperyalizm, ve kapitalizmin biçimsel değişimi ile karşı karşıya kalındı. Bu sorun teorinin daraltılmasını, uluslar bazına inmesini Sovyet devriminden sonra Komünist Enternasyonel’de teorinin zorunlu olarak parçalanmasını getirdi. Her ülkenin kendi nesnelliğini dayatması birliğin teorisinin oluşmasını zorlaştırdı. Bir yandan Lenin’in zorunlu olarak ortaya sürdüğü Kesintisiz Devrim, diğer yandan Sovyetlerin savunulması gereken anavatan görünmesi. İdeolojik önderliğin ise Sovyetlere bağlanması bir siyasal keşmekeş yarattı. Lukacs, bu keşmekeşin içinde bütünlüğe dair vurgu yapmak zorunda kaldı.

Bu anlamda Marksizm’in devamcısı olarak yola çıkacak olanların sorgulayarak aşmaları gereken alan, geniş ve bütün dünyadır. Marks buradan başlamıştır fakat devamcıları bu anlayışı devam ettirememiştir. Bu durum sadece Marks’ı olumlama olmamalı aynı zamanda Marks’ı da aşmayı içinde taşıyan bir durumdur. Yoksa Marksizm kuru ve ilkelerle çeperler oluşturularak gelişiminin önü kapatılır.

Lukacs toplumsal bilinç durumlarının genel bir uğrağı olduğunu ve sanatçıların görevinin bu kristalize olmuş durumları açığa çıkartmak olarak belirledi. Bu bütünlüğün ortaya çıkartılması ve canlandırılması, toplumun nesnelliği bütünlük içinde algılamasını sağlayacaktır. Canlandırma bu kristalize edilmiş olguların tip ve karakter, olay örgüsü ve geniş bir tematik sorgulama üzerinden olduğunu anlatmaya çalıştı. Böylece natüralizm, romantizm ve gerçekçilik arasındaki fark ortaya çıkacaktı. Natüralizm olguların birliğini atlar, olguların ilişkilerini göremez ve romantizm tekil olgulara dayalı duyguların açığa çıkartıldığı üretimde bulunur. Bu akımlar olguları bütünlüğü içinde veremez böylece akıl dışılığın ve kapitalist sistemin yeniden üretimini sağlar. Aşırı bireysel duygular toplumu esir alır ve kapitalizmden kurtuluş olamayacağının kaderci ideolojik sarmalıyla toplumu sarar.

Ruh hallerini daha geniş bir dokuda olması gerekirken, böylece tekilliğe gömülü veya mekanik bir dokuda şekillenmesi sağlanır. Bu ise katharsis durumunu ortaya çıkmasını engelleyeceği gibi alımlayıcının, sıçrama yapmasını ve değişip dönüşmesini engeller. Mekanik salınımlar içinde kalmasını sağlar.

Lukacs Marks’tan aldığı ‘şey’leşme kavramını genişleterek ve Hegel’den sistemleştirdiği diyalektik anlayışıyla Roman Kuramı ve Tarih ve Sınıf Bilinci kitapları Almanya ve Macar entelektüel alanda tartışmalar yapılmasını sağladı.

Proleterya partisinin nasıllığı Lenin’in Bolşevik Parti anlayışıyla ortaya çıkmıştır. Bunun yayılması ve dünya işçi sınıfı içinde kabul görmesinin bir yanı Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci kitabının etkisiyle ilgilidir. Lukacs’ın bu anlamındaki katkısı tartışılmaz. Avrupa entelektüel dünyası Bolşevik Parti anlayışının ideolojik karşılığını ve devrimci bir işçi partisinin önemini Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci kitabıyla bilince çıkarmış ve yoğun bir şekilde tartışmıştır.

Frankfurt okulunun kurucularının dönüp dönüp baktığı ve sürekli tartıştığı kitap Lukass'ın Tarih ve Sınıf Bilinci adlı kitabıdır. Bu etkileşimi en çok Walter Benjamin yaşamış gibi görünse de Frankfurt okulunun kurucu çoğu insanını yoğun etkilemiştir bu kitap. Kapitalizm ve şeyleşme - yabancılaşma- kavramını Pandora'nın kutusu gibi açığa çıkarmıştır. Artık hiç bir düşün insanı şeyleşme kavramını düşünmeden kapitalizmi algılamanın imkansızlığını göstermiştir Lukass. Lukass'ın kitabıyla lambadan cin ortaya çıkmıştır. Marks'ın kapitalinde şeyleşme kavramı işlense de bunun toplumsal karşılığı Lukass'ın Tarih ve Sınıf Bilinci kitabıyla somutlanmıştır. Bu kitabın 1920'lerdeki etkisine dair Brecht, Kral Krous, Walter Benjamin bahsetselerde, çoğu aydın bu etkinin yarattığı halenin üstünü örmeye çalışmıştır. Bunun nedeni ise özelde Lukass'a genelde sosyalizme duyulan nefret diyebiliriz.

Fakat bunun ötesinde Lukacs çoğu olguya nasıl bakmak gerektiğinde ideolojik yapısını oluşturmuştur.

‘Bu yıllarda iki düşünürün "dışavurumculuk" üzerine yürüttüğü tartışmada Bloch, Lukacs'a karşı -yazan tarafından 1 920 'li yıllarda Marksizm öncesi diğer yapıtlarıyla beraber reddedilmiş olan- Roman Teorisi'nin tezlerini dayanak olarak alıyordu. Bunun yanında Roman Teorisi, Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer üzerinde de etkili oldu . İki düşünür 1920'lerin sonunda kitabı "revizyonist Marksist bir okuma"ya tabi tutacaklardı. Adomo lise öğrenimini bitirmeye hazırlandığı 1921 yılında kitabı keşfetmiş , yazarın tezlerinden önemli ölçüde etkilenmişti. Adomo ve Horkheimer' in birlikte kaleme aldıkları Aydınlanmanın Diyalektiği başlığını taşıyan çalışmada da Roman Teorisi'nin "tarihsel-felsefi yorumlama" yöntemi insan-doğa ilişkilerinin tahliline uyarlanarak kullanılmıştı. Adorno 1958'de yazdığı bir yazıda Roman Teorisi'nin estetik teorisi için önem taşımaya devam ettiğini belirtecekti.’(1)

Lukacs uzun süre sorunlara toplumsal bilinç düzeyinden bakmayı denedi. Bu dürüm ise daha çok üst yapıyı değerlendiren ve üst yapı üzerinden sonuçlar çıkaran bir tarzdı. Frankfurt okulu gibi Hegel’den miras aldığı tin’in gelişimi ve bu tin anlayışından şekillenen idealist üst yapı eleştirisi egemendi. Sorun burjuva toplumundan nefrette olsa ve bu durumdan bir devrimci bakışta çıksa, son aşama da, bu bakış, tarihi ve toplumları sınıflar savaşımı dışında gören bir bakıştı. Adorno’nun sürekli vurguladığı teorinin üst yapının gözlemleri üzerinden şekillenmeli anlayışı, Alman idealist felsefesinin bir sonucudur. Daha doğrusu konformist özne ideolojisinden çıkamama. Oysa toplumsal analizler sınıf savaşımı ve sınıf savaşımının analiz üzerinden yapılmalıydı. Sorunu üst yapı alt yapı alanına soktuğunuz an, sınıf savaşımına dayalı çıplak gerçeğin kendisi göz ardı edilmiş olur. Bu üst yapı alt yapı ayrışması da, daha çok olguların nedenleri üzerine tartışma olarak görünse de, son aşamada, kapitalizmi revize etme veya kapitalizm yıkmadan onu varlığı içinde özgürce tartışma alanı yaratmaya dayanır. Devrim değil evrim kuramlarına. Bu ise bize eksik bir gerçekçilik duygusu verecektir.

Üsteki alıntı Umberto ego'dan bu alıntıyı genişletmek lazım aslında. Burjuva kültürünün ve sermayesinin üzerinden şekillenir faşizm ve özelliklerinin hepsi burjuvazinin yoğun sömürü ve artı-değer gaspıyla ortaya çıkan kültürel dokunun şekillenişidir. Emperyalizm çağında burjuvazi artık gerçekçi olmaktan kaçtığı gibi gerçekçi edebiyattan ve söylemden de nefret eder ve kitlelerde gerçekçiliğe karşı duruşun şekillenmesini sağlar. Bunun Lukacs’taki karşılığı irrasyonelizmdir. Aslında binlerce kitabın yakılmasının ardında irrasyonalizmin öne çıkarılması gerçekçiliğe bir tepkidir. Faşistin bilimi geliştirme isteği gerçekçiliğin karşısında olmakta şekillenen bir istektir. Lukass sürrealizm, dada ve diğer modernist akımları eleştirirken bu gerçekçilikten kaçışın faşizmi yaratığından söz eder. Ne kadar kabul etmesek bile, haklı yanları var. Gerçeklikten kaçış ile bilimden bilimsellikten uzaklaşma zorunlu olarak ortaya çıkar. Ülkemizde ise 1950lerden sonra başlayan edebiyat bilimden ve gerçeklikten kaçışın yer yer şekillendiği bir edebiyattır. Faşizmin kitle kültürü haline dönüşmesinin nedenlerinden birinin gerçekçi bakıştan kaçış olduğunu görmemenin imkanı yok gibi. Sovyetler sosyalist gerçekçiliği savundukça, emperyalist sistem modern edebiyat adı altında dada, kübist, sürrealist edebiyatı öne çıkarmış savunmuş, yaygınlaşmasını sağlamıştır.

Lukass, toplumsal bilincin oluşumuyla klasikler arasında bağ kurar. Klasikler denince, doğal olaraki, bahsettiği toplumcu gerçekçi (sosyalist gerçekçi) eserlerdir. Diğer yanı burjuva gerçekçiliği der. Bu eserleri okumadan ya da bu eserlerle içli dışlı olmadan tarih bilincinin oluşabileceğine inanmaz. Bence haklıdır. Gerçekten insan toplumcu gerçekçi eserlerden uzaklaştıkca, tarih bilincinden de uzaklaşıyor gibidir. Gerçekçi eserlerin temel özelliklerinden biri toplumu çelişkiler ve çatışkılarıyla bütünlük içinde vermektir. Günümüz postmodern ve yoz edebiyatının tarihsel bilinç ve buna tekabül eden özne sorunu bulunmaz. Bu eserler bu anlamda, sınıflar çatışmasını merkez alan bir nokta da konumlandırmaz kendini. Böyle olunca sanatçının taraf olmasını dışlar, tarafsızlığı savunur. Oysa bilincin oluşumu bu sınıfsal çatışmaları yansıtan eserlerle iç icedir. Çoktandır solun önemli bir grubu postmodern edebiyatı desteklerken., aynı zamanda bu destekleyenler, bu eserleri desteklemekle sınıfsal bilinci yok saymanın aynı olgular olduğunu göremez oldu. Böyle bir solun olduğu hayatımızda, sınıf mücadelesi gerçekçi bir şekilde yapabilmenin olanakları da ortadan kalkar.

Fakat bu sorun geniş alanda bütünlüklü teorinin oluşma ayaklarına ve bilincin kendine yabancılaşmasına farkına varmasına dayanır. Sanat, eleştiri, felsefe insanı insana yabancılaştıran bir alanda olmaktan daha çok, insanın yabancılaşmasına kıran bir alanda hareket eder. Klasikler dediğimizde, bu insani sorgunun geniş şekilde ve bütünlük ilkesiyle yapıldığı eserleri anlamak lazım. Toplumsal bilincin oluşması veya entelektüel alt yapının yapı taşlarıdır. Klasikler bizde bütünlüklü bir bakış ve eleştiri kültürü edinmemizi sağlar.

Sol sınıf mücadelesi ekseninden kaydıkça, kendi tarihsel bilincinden kayması olağandır. Seksen sonrası ülke solunu belirleyen postmodern edebiyat solun gerçekçi edebiyattan kopmasını da sağlamıştır. Bunun yanında seksenle birlikte gelişen sermayenin desteklediği biçimci edebiyat kök salmıştır. En önemlisi, sınıfsal mücadeleyi, birincil olarak görmeyen özgürlükçü sol anlayış veya sivil toplumcu sol, oturduğu toplumsal mücadele ekseninden dolayı. gerçekçi edebiyatın yok edilmesine farkında olmadan destek vermiştir. Ülke solu seksen sonrası bu üretilen postmodern kültürel dokunun dışına çıkamamıştır.

Nazım Hikmet’in Rıfat Ilgaz'ın, A. Kadir'in, Orhan Kemal'in ve benzerlerinin veya dünya gerçekçilerinin sahiplenilmediği yerlerde tarihsel bir bilinç oluşacağına ve bu bilincin üzerinden, sınıf mücadelesini kavramış kadroların oluşacağına inanmak, hamlıktır. Burjuva ideolojisine teslim olmaktır. Sınıfsal bilincin ekseninden kopan solun geleceği kurmasına veya bütünlüklü politikalar üretmesine, olguları bütünlüklü kavramasına imkanın ortadan kalkar. İşin diğer tarafı ise sol hızlı bir şekilde kendi entelektüel mirasının dışına çıkıyor. Ne Kıvılcımlı'yı, Ne Kaypakkaya'yı, Ne Mihri Belli'yi, Ne Mahir Çayan'ı, ve benzerlerini, bilen ve bilerek tartışan kadrolar yok oluyor. Bu durumun nedeni solun sınıfsal eksenden ve teori ile pratik arasındaki bağın kaybolmasıyla ve irrasyonelleşmesiyle ilgili. Kendine karşı sahici bir eleştiri yapmayan solun toplumsal dinamikleri harekete geçirebilmesinin imkanı da yok, bu anlamda.

1- Ateş Uslu, Marx’a Giden Yol, Çivi Yazıları Yayınları

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Felsefe-Mantık Yazıları