Babam, iki aydan beri hasta yattığı odadan herkesin çıkmasını, benimle yalnız kalmak istediğini söylediğinde yirmili yaşlarımın sonundaydım.
Oda hemen boşaltıldı.
Hastalığının umutsuzluğunu bizim gibi babam da biliyordu. Üzerine titrediği töresini yok sayarak; beni, biricik oğlunu karşısına alıp ilk kez konuşuyordu.
Yıllardır beklediğim bu anı unutamam.
Yataktan kalkamayacağına, yolun sonuna geldiğine inanmasa konuşmamayı seçerdi biliyorum. O güne kadar buyruklarını dinlerken sözünü kesmek şöyle dursun, söylediklerine destek anlamında da olsa tek bir söz söylediğimi anımsamıyorum. Bu son sözlerini saygıyla, sabırla, merakla dinlemeye hazırdım.
Odada, babamın yatağının karşısındaki duvarda, birbirine yakın duran, oymalı çerçeveler içinde iki fotoğraf yer alıyordu. İlk bakışta aynı filmin ters baskısı gibi görünen, yaklaşık on yıl arayla çekildiğini bildiğim fotoğraflarda, babam ve beyaz atları inanılmaz bir uyum içindeydi. At tutkusunun, özellikle beyaz at tutkusunun babamdan bana da geçtiğini, zamanımın yarısını onunla geçirdiğim, eşsiz güzellikte bir atımın olduğunu mutlulukla anımsadım.
Babamın konuşmaktan çok mırıltıyı andıran titrek sesini işitmekte zorlanıyordum. Tam olarak anlayabilmem için mutlak bir sessizlik gerekliydi. İçeri kimsenin girmemesi, babamın konuşma hızını aksatmaması için gerekli önlemleri aldım. Oturduğum sandalyeyi yatağına iyice yanaştırarak hazır olduğumu gösterince, konuşmaya başladı babam.
“Annenin bile baştan sona bilmediği hayat hikâyemin benimle birlikte yok olmamasını istemiyorum. Torunlarım, dedelerinin başına gelenleri öğrensinler, hayata sarılmanın ne demek olduğunu anlasınlar istiyorum oğlum,” dedi. Uzunca bir süre sustu. Konuşmanın uzun soluklanmalarla süreceği anlaşılıyordu. İlk kez kurmayı başardığımız bu diyalogun, babama ilişkin bendeki gün gün çoğalan boşluğu doldurup, kimi sorunlarımı böylece aşacağımı düşünmeye başlamıştım. Babam, giderek açılan sesiyle konuşmasını sürdürüyordu.
“Balkan Harbi sürerken göç etmişiz Anadolu’ya. İki yaşımı yeni bitirdiğim günlerde askere alınmış babam. O cepheden ötekine yıllarca koşturulan babamın şehitlik haberi bir bomba gibi düşmüş evimize. Annem, geleceğe olan umudunu tümüyle yitirmiş. Tarla tapan, ev bark ne varsa, ucuz pahalı demeden satmış. İki çocuğunu yanına alarak, Selanik’te güvenebileceği tek kişi olan dayımın yanına sığınmış.
Şehirde ortalık toz duman. Bizim gibi çevre köylerden ve kasabalardan inmiş yüzlerce aile doldurmuş her yanı. Eşyalarını yüklemek için, kendilerine gösterilen iskelelerde umut gemilerini beklerlermiş yılmadan. Her taraf yaşlılar, açık çıplak çocuklar, kara çarşaflara bürünmüş ağlayan, sızlayan yoksul kadınlarla doluymuş. Bin türlü hastalık, kırıp geçiriyormuş çocuk, büyük demeden. Telef olmuş büyükbaş hayvanların leşlerinden yayılan kokular bunaltıyormuş herkesi.
Bir kızılca kıyametmiş o günler.
Ben altı yaşını yeni tamamlamış bir çocuk, ablamsa sekiz ya da dokuz yaşlarında. Dayım, satmayıp Anadolu’ya götürmeyi kafasına koyduğu iki öküzünü ve arabasını gözü gibi koruyor. Çalınacağı korkusuyla, arabanın üstünden inmememiz için ha bire sıkıştırdığı kalmış aklımda.
Selanik’ten bir vapura dolduruluşumuzu, atla eşekle koyun koyuna günlerce denizde sallanıp durduğumuzu hayal meyal hatırlarım. Hatta bir fırtınaya mı ne yakalanmıştık. Annem, “Rabbim yardım etti, yoksa hepimiz boğulacaktık,” derdi. İzmir’e ulaştığımızda çilesinin sona ereceğini sanan annem; üç gün kimselerin yüzümüze bakmadığını, Kadife Kale denilen yerde, bir caminin taş döşemelerinde çoluk çocuk birbirimize sarılarak gecelemek zorunda kaldığımızı ağlayarak anlatırdı.
Dedenle ilgili bildiklerimse, annemden dinlediğim, birlikte oldukları o kısa dönemden kalan silik, utangaç bir iki hikâyeden ibarettir. Çile dolu ömrünün en acı günlerinin, kocasından ayrı geçirdiği son altı senesi olduğunu söylerdi rahmetlik. Topu topu üç yıl aynı yastığa baş koymuşlardı… Göz açıp kapayana kadar tükenen üç yıl…”
Konuşmasına ara verdiğinde yorulduğunu sanıyor, anlayışsızlığım yüzünden onu hırpaladığımı düşünüyordum. Oysa babam, yatağının üstünde oturabilmesi için, yanlarına ve arkasına yastık istiyordu benden. Nasıl şaşırdığımı anlatamam. Anılarını deşelemek ona yorgunluk yerine, gözle görülür bir canlılık kazandırmıştı.
Yaşadıklarını benimle paylaşmak için, bugüne değin neden beklediğini sormak dilimin ucuna geliyor ama söylemeye cesaret edemiyordum. Devam etmesi için gözünün içine bakmayı sürdürdüm.
“Sonunda, Karacabey’e yerleşebilmiştik. Allah devletimize zeval vermesin. O zorlu savaş yıllarında çaresiz bırakmamıştı bizi. Dayıma ayrı, iki çocuğu ile bir aile sayılan anneme ayrı ev, toprak, alet edevat vermişlerdi. Yalnız bize değil, bizimle birlikte gelen yüzlerce aileye yapılabilecek her türlü yardım yapılmıştı.
Ekip biçmenin, hasat etmenin öyle kolay bir iş olmadığını bilirsin oğlum. Ablam ve ben tarlada, bahçede elimizden gelen her işi yapar, annemize yardım edebilmek için çırpınırdık. Ama bizim yapamayacağımız, gücümüzün yetmediği o kadar çok iş vardı ki. Kadıncağız ne kadar çırpınsa da işleri zamanında bitiremiyordu. Evde bir erkeğin eksikliği kendini her an gösteriyordu. Dayımdan başka kimsemiz yoktu. İsteyerek ya da istemeyerek yine dayım koşuyordu her türlü işimize.
İlk yıl, tarla toprak, ev bark sahibi olmanın verdiği hızla olağanüstü bir çaba göstermişti dayım. Üçüncü yıl, ürettiğini satıp karşılığını alamayınca, eski gücünü yitirmiş, boş yere çalışmanın bir anlamı olmadığını söylemeye başlamıştı. Dayım bize geldikçe, barış olmadan hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğinden yakınırdı. Sonu gelmeyen savaşlar umutları, beklentileri bitiriyor, İnsanları miskinliğe zorluyordu herhalde. Bu yüzden onun içkiye düştüğünü, işi gücü asmaya başladığını gören annem çok üzülüyordu.
Dayımla, Ankara’ya büyük yolculuğumuz o günlere rastlıyor.
Zavallı anneciğim bir daha geri dönmeyeceğimi biliyormuş gibi feryat ediyordu. Beni yanında götürmekten vazgeçmesi için umutsuzca yalvarıyordu dayıma.
“Cemal’im daha çok küçük dayısı. Yedi yaşındaki bir çocuk senin ne işine yarayacak? Başına bela olur. Bunca yolu nasıl gider, nasıl geri döner?” diyor, boynuma düğümlediği kollarını çözemiyordu. Benim halimse ondan bin beterdi. Gövdesine yapıştıkça yapışıyordum annemin. Dayım kızıyor, güçlü kollarıyla annemden koparıyor, bir an ayrı tutsa da yeniden sarılmamıza engel olamıyordu.
Bu yolculuk, çocukluğumdan ayrıntılarını anımsadığım ilk anılarım sayılır. O anılara ki sıkı sarılmasaydım, köksüz bir ağaç gibi sıradan bir fırtınayla yıkılacak, belki de yok olup gidecektim.
Dört tekerlekli ve dört koca öküzle çekilen, üstünde dağ gibi soğan yüklü arabamızla sabahın karanlığında yola koyulduk. Dayım, eşkıya korkusundan silahını, bıçağını, sopasını özenle hazırlamış, çuvalların arasına en kolay ulaşabileceği yerlere yerleştirmişti. Bana verdiği görev, arabanın arkasında oturmak, gözümü dört açmaktı. Arkadan bir saldırıya uğrarsak, onu önceden görüp dayıma haber verecektim.
Çok meşakkatli bir yolculuktu… Bu yolculuğu uzun uzun anlatmaya ne gücüm ne vaktim yeter.
Ankara’ya yaklaştığımızı dayımın, “Evden ayrılalı, tamı tamına otuz üç gün oldu, iki günlük yolumuz ya kaldı ya kalmadı,” diye söylenmesinden anladım. Dayımdan bu otuz üç günlük yolculukta en az on kez dayak yemiştim. İçtiği zaman sevecen, ayıkken çekilmez biri oluyordu dayım.
Onu bırakıp kaçacaktım. Başıma ne gelirse gelsin bundan daha kötü olamazdı. Ankara’ya yaklaştığımızı duymak cesaretimi artırmıştı.
Sonuncu şarap şişesini kendisine uzatırken elimden düşürmüştüm. Şişe arabanın tekerinin altında kalmış kırılmıştı. Dayımın son ve en acımasız saldırısına neden oldu bu. Arabayı durdurup beni yakaladı. Kollarının arasına aldı. Olanca gücüyle sıkıyordu. Çırpınışlarım, ağlamam hiç etkilemiyordu onu. Burnum kanayana kadar tokatladıktan sonra, belinden hançerini çıkarıp gırtlağıma dayadı. Öldürecekti her hal. Bu kadarını beklemiyordum. Beni soğan gibi doğrayacağını, dereye atacağını söylüyordu. Nasıl korktuğumu anlatamam. Elinden kurtulup arabadan aşağı nasıl atladım, bir anda o kadar nasıl uzaklaşabildim, halen şaşarım.
Önümde alabildiğine uzanan tümseklerle dolu kavun tarlalarında, teveklere takılarak, yıkıla düşe arkama bakmadan kaçtım. Anamın özenerek diktiği, ayağımı kalıp gibi saran çarıklarım hızımı artırmıştı. Dayım, gücü tükenene kadar kovaladı, bağırdı küfretti. Arabasından fazla uzaklaşmayı göze alamamış olmalı ki geri döndü. Kağnısının yanına giderken, korkup ona teslim olacağımı düşünmüştü belki de. Dönmedim…
Ankara’ya varana değin uzaktan takip ettim. Teslim olmak için insanların çokça bulunduğu bir yere ulaşmasını beklemeliydim. O zaman beni dövmeye kalkışmayacağını, insanlardan utanacağını düşünüyordum.
İki gün boyunca tarlalarda ne buldumsa yedim. Yarı yarıya çürümüş bozuk yiyeceklerdi. Kavun, karpuz, soğan, patates... İki gece iki gündüz süren kaçaklığım süresinde, neredeyse hiç uyku yüzü görmedim. Karanlık basınca, sabah erken uzaklaşmak üzere sessizce arabaya yaklaşıyor, üstüne çıkarak yorgun ayaklarımı dinlendirebiliyordum.
Ankara’ya geldiğimizi, dayımın arabasını durdurarak üstünü başını değiştirmesinden anladım. Karnını doyurmak için çıkınını yere serdiğinde, yorgunluk ve uykusuzluktan bitkin, siper aldığım bir duvar dibine uzanmıştım. Uyumuş kalmışım.
Gözümü açtığımda, güneş tepeme dikilmişti. Ne dayımdan ne de dört koca öküzün çektiği soğan yüklü arabadan eser vardı. Bir yandan korku içinde sessizce ağlarken, bir yandan da derdimi anlatacak, Saman Pazarı’nın nerede olduğunu söyleyecek birilerini kolluyordum. Karşılaştığım beli bükük bir ihtiyar ne sesimi duydu ne yüzüme baktı. Yokmuşum gibi davranıp yürüdü gitti. İkinci ihtiyar, “Ben de oraya gidiyorum oğlum, düş peşime,” dedi. Düştüm peşine. Ankara’da dayımdan adını öğrendiğim tek yer, Saman Pazarı denilen yer. Her şeyin, soğanın da satıldığı yermiş orası. Pazar yerinde kimseden yardım istemeye cesaret edemeden, saatlerce arandım.
Bulmaktan umudumu kesmiş, yeniden ağlamaya başlamıştım ki başka bir hayırsever adam yetişti imdadıma. Uzun süre birlikte aradık dayımı.
Yoktu dayım... Kayıplara karışmıştı.
Başıma biriken esnaf, ne yapmak gerektiğini tartıştı uzun süre. Kimi belediyeye, kimi karakola, kimi de cami imamına teslim etmekten söz ediyordu. Nasıl bir karara varacaklarını korku içinde bekledim. O sırada, kaldırımda yankılanan bir nal sesi duyuldu. Kafamı kaldırınca karşımda, başını durmadan aşağı yukarı sallayan, ön ayaklarıyla eşinen, düş kadar güzel beyaz bir at vardı. Süvarisinin siyah saçları ve bakışları ışık saçıyordu. Oradakilerin aksine bıyıksız, fessiz ve yakışıklı biriydi. O ata ve o genç adama hayranlığım, yaşadığım sürece hiç eksilmeden devam etti oğlum,”
Babamın sesi kesilmişti. Bir süre dinlenmek istiyordu belli. Bir bardak su alıp içirmek üzere üstüne eğildim. Bir yudumdan fazla içmedi.
Babam, ya o anı yeniden yaşamanın esrikliğindeydi, ya da o yakışıklı adamı ve beyaz atı kafamda canlandırmam için bir fırsat vermişti bana. Bu soluklanmayla, gözlerim karşımdaki beyaz atlı fotoğraflara takıldı. Gençliğimin en parlak ve renkli anısını oluşturan, ailemizin vazgeçilmez varlıklarından olan atlarımız tüm güzelliğiyle canlandı gözümde. Çocukluktan gençliğe birlikte geçtiğimiz birinci Fildişi’nin ölümünden hemen sonra, babamın başka bir beyaz at aldığını, ona da Fildişi adını verdiğini, atsızlığa ancak bir hafta dayanabildiğini anımsadım.
Birkaç dakika süren suskunluktan sonra söze başlarken, gözlerindeki canlılık fark edilmeyecek gibi değildi. Daha düzgün, daha uzun cümlelerle konuşuyordu babam.
“Kalabalığın içinden çekip aldı beni,” dedi. Yüzünde bir mutluluk aydınlanması gördüm sanki. “Ona duyduğum sonsuz güvenle tuttum uzattığı eli. Yukarı çekmesiyle kendimi beyaz atın üstünde, genç adamın kucağında buldum. Adamlardan birinin arkamızdan, ‘İsa Efendi oğlum, nereye götürüyon çocuğu’ diye seslenmesi üzerine, “Eve götüreceğim, başka nereye götürürüm Hacı Emmi,” diye cevap vererek atını mahmuzladı.
İşte çocukluğumu ve gençliğimi birlikte geçirdiğim, ömrüm buyunca kopmaz bağlarla bağlandığım, İsa Ağa’mla ilk karşılaşmamız böyle oldu. Eve doğru, epeyce uzun süren yolculuğumuz sırasında o sordu ben cevapladım. Adımın Cemal olduğunu, dayımın hançeriyle soğan gibi doğranmaktan kurtulmak için kaçtığımı anlattım. Hiç korku duymadım nedense? Babamın Yemen’de şehit düştüğünü, Karacabey’de anam ve bir ablam olduğunu, Selanik göçmeni olduğumuzu her şeyi anlattım ona.
Önce iniş aşağı, sonra düz, daha sonra da yokuş yukarı bir yol takip ettik. Rahvan giden atımızı yokuşa doğru vurduğumuzda, yolumuzun iki yanı iğde ağaçlarıyla kapanıverdi. İsa Ağam, beyaz atlı kurtarıcım, at yürürken uzanıp bir avuç iğde koparıp verdi bana. O nasıl tatlı iğdeydi anlatamam. “Bu iğdelerin arkasında uçsuz bucaksız üzüm bağları vardır, bizimle kalırsan onların bekçiliğini sen yapacaksın,” diyordu.
Bir bağ evinin önünde atını durdurup, “Gel seninle biraz üzüm yiyelim Cemal Paşa” dediğinde güneş batmak üzereydi. Önce beni indirdi, sonra da çevik bir hareketle kendisi atladı yere. Mor çiçekli yoncaların içine bıraktı atını. “Burası bizim, bunun gibi iki bağımız daha var, ilerde bu bağların bekçiliğini yapmak sana düşebilir,” diyerek elimden tutup bağ kütüklerinin içine doğru çekti beni.
Bir unutamadığım an da o andır oğlum.
Önünde durduğumuz büyük çiftlik evi, ikinci durağımızdı. Evin giriş kapısına gelene kadar, yüksek bahçe duvarlarından taşan ağaç dallarına takılırım korkusuyla, kurtarıcıma tüm gücümle sarılıyordum. Biraz ötemizde, gövdesine on kişinin kolunun kavuşamayacağı büyüklükte bir ceviz ağacı vardı. Önünden akan dereden öylesine beslenmiş büyümüştü ki altında büyük bir sürü gölgelenebilirdi. Böğründe parmak gibi akan bir çeşme, önünde kütükten oyma küçük bir suluk vardı. Sonraki yıllarda, dallarında cirit attığım, dünyalara değişmeyeceğim ağamın canını kurtaran o heybetli ceviz ağacını da asla unutamayacaktım.
Hemen açılan çatal kapının kanatları, içerde atımızın ayak sesini iyi bilen birinin olduğunu gösteriyordu. Çatal kapıdan içeri at üstünde girdik. İlerde, merdiven basamaklarına çökmüş, beklemekten iyice sıkılmış, solgun entarileri içinde bir kadın, üstümüze doğru seğirtti.
“İsa’m, nerede kaldın gözümün kökü. Sen ananı hiç düşünmez misin a oğlum!” diye çıkışıyordu. Bu kez, kapıyı açan yaşlı adam kucaklayarak indirdi beni. İsa Ağamsa iner inmez anasının eline yapıştı. “Koca adam olduk, hâlâ bize güvenemiyorsun ana,” dedi. Sonra bana, “Gel bakayım Cemal Paşa, hadi ananın elini öp. Ona kim olduğunu, nereden geldiğini anlatıver,” dedi. Duraksamadan yaptım söyleneni. İsa Ağamın annesi şaşırmıştı. Nedir bu başıma gelenler der gibi yalancıktan başını yumrukluyordu. “İsa’m yavrum, bu çocuğun anası ne olacak, nasıl dayanacak evlat acısına ben onu düşünürüm. Benim yüreğime, üç oğlum vardı şimdi dört oldu demek ağır mı gelir sanırsın?” İsa Ağam, “Biliyorum ana biliyorum da bunları sonra konuşuruz, çocuğun yanında doğru olmaz,” diyerek konuşmayı pazarda yaptığı alış verişe döndürdü.
Çiftlik evimiz, Dikmen Bağlarında, uçsuz bucaksız bir bahçenin içinde, iki katlı büyük bir evdi. Ailenin üçü erkek, ikisi kız beş çocuğu vardı. Babaları Davut ağa öleli, beş yıl olmuştu. Evin büyük oğlu Muhammet Ağa, Çanakkale’de bir bacağını kaybetmiş, altı ay kadar önce gazi beratıyla eve dönmüştü. Büyük kızları evli, küçüğü nişanlıydı. En küçükleri Musa benimle yaşıttı.
Gazi Ağamın tek bacaklı olması, ailede hiçbir üzüntü yaratmamış gibiydi. İsa Ağam, bakışlarımdan ona üzüldüğümü anlayınca, “Sakın bu üzüntünü kimseye belli etme, çevremizde o kadar şehit ailesi var ki buna bin şükür. Gazilik çok önemli bir onurdur unutma,” demişti.
İsa Ağamın dediklerini unutmadım ama anamı, kardeşimi, eski arkadaşlarımı unuttuğumu sanmam için birkaç ay yetti bana.
Onlarla tam on iki yıl birlikte yaşadım.
Kuzu güttüm. Bağ bekledim. Döven sürdüm. Ekin biçtim. Ağaç diktim. Meyve topladım. Bahçe suladım. Şimdi adını bile hatırlayamadığım birçok işin ucundan tuttum. Silah kullanmayı da öğrendim, ailemi savunmayı da.
Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya ilk gelişinde, O büyük adamı karşılayanlar arasında da vardım ben. Hanelerde ne kadar halı kilim varsa kağnılara, atlara yükleyip tepeye doğru yürüyen insanların heyecanı görülecek şeydi. Tüm Ankara, Dikmen sırtlarından aşağı doğru yollara yığılmış O’nu gözlemekteydi. Gördüm O’nu. Hem de elimi uzatsam dokuna- bileceğim kadar yakınımdan geçti. Mustafa Kemal Paşayı ilk ve son görüşümdü bu. Alkışlamaktan avuçları şişmemiş, bağırmaktan sesi kısılmamış adam yoktu aramızda.
Acıların en acısını tattığımda, on beş yaşında olduğumu sanıyorum. Sene 1920-21.
Ailemizden birinin gazilik beratı almış olmasından dolayı, İsa Ağam cepheye gönderilmemişti. Ankara’da, erzak-iaşe toplama işini yürüten bir birlikte askerlik yapıyordu. Köy-kasaba tedarikinden dönüşlerde izin alarak, birkaç gün evde kalabiliyordu.
Kavuşmalarının çok zor olduğunu söylediği, bir sevdiği vardı İsa Ağamın. Beş altı yıldan beri sabrediyor, için için yanıyordu. Kızın gönlü Ağamdaymış ama “Başka bir isteklisi daha var,” demişti bana. Varlıklı ve ileri gelen bir ailenin çocuğuymuş. Kızın peşini bırakmıyormuş. İsa Ağam göstermişti o adamı.
Bana göre ölmesi gereken biriydi.
Eve her dönüşü, bayram gibi kutlanırdı İsa Ağamın.
Birini Musa’ya, birini de bana getirdiğini söylediği iki kangal yavrusuyla döndüğü gün, sevinçten çıldırmıştık iki kardeş. Musa da ben de o geceyi uykusuz geçirmiştik.
Ondan sonraki gecelerimizin de uykusuz, acı içinde geçeceği aklımızın köşesinden bile geçmiyordu.
Bir gece ay ışığında, evimizin önündeki o görkemli ceviz ağacının altında, İsa Ağamızın vurulacağını, kendini cevizin arkasına atarak üçüncü dördüncü kurşundan ve ölümden kıl paya kurtulacağını kim bilebilirdi ki?
Silah sesini duyar duymaz dışarı seğirttik Musa ile. Buralarda bir silah sesi duyulursa, o bizim elimizdeki silahın sesi olurdu. Çatal kapıdan çıkar çıkmaz, cevizin dibinde düştüğü yerden doğrulmaya çalışan adamın İsa Ağam olduğunu zor fark etmiştik. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Ne ileri ne geri gidebiliyordum. İsa Ağamın, “Silahımı getirin” diye inlediğini duyduk.
Musa bir çığlık atarak içeri silah getirmeye koşarken, ben ağama doğru yürümeye çalışıyordum. Kim vurmuştu, neden vurmuştu, vuran adam nereye kaçmıştı bunları düşünecek durumda değildim. Uzaktan gelen bir nal sesi duyduğumu daha sonra hatırlayabildim ancak. Ceviz ağacının arkasında uzanan tarlalar ay ışığında kıpırtısızdı. İsa Ağamın yanına ulaştığımda, dayanarak doğrulmaya çalıştığı dirseğinin üstüne devrildiğini, kanlar içinde kendinden geçtiğini gördüm.
At arabasını hazırlamamız, onu yerden kaldırmamız, arabaya serdiğimiz yatağın üstüne yatırmamız, çığlıklarla, feryatlarla hastaneye gidişimiz…
Çok kan kaybetmişti ağam. Ben de bir iç kanaması geçiriyor olmalıydım, içimden içime sıcak bir şeyin aktığını duydum yol boyunca.
Dört gün baygın yattı. Bir an önce kendine gelerek, onu vuran adamın kim olduğunu bize söylemesi en büyük dileğimizdi.
Gözünü açtığında tüm aile başındaydık. Anam, “Nasılsın oğul” demeden, “Sana bunu kim yaptı oğul?” diye, inlemişti. Kim olduğunu göremediğini söylemesiyle bütün aile yeniden kara bir yasa gömüldük. İblisin bu yaptığı yanına kâr kalacaktı demek.
Buna herkes katlansa da ben katlanamazdım.
Kendini biraz daha toplamasını bekleyecek, hatırlaması için onu sonuna kadar zorlayacaktım. Şükürler olsun ki buna ihtiyaç kalmadı.
İsa Ağam, bana ne kadar değer verdiğini hiç unutamayacağım bir biçimde gösterdi.
Hastanedeki on beşinci günümüzü tamamlamıştık. Ben, hastaneden ayrılmıyor ya yanında ya da hastane bahçesinde geçiriyordum bütün günümü. Odada, kendinden geçmiş baygın iki sivil, gözleri sargılı, yaralı bir asker ve biz vardık.
Son günlerde; yaralarının ağrısından duyduğu rahatsızlığa bir de huzursuzluğun katıldığını hissetmiştim. İsa Ağa neyin var, ne kıpırdanıyorsun? Yaran çok mu acıyor diye soruyor, bir cevap alamıyordum. Gece vakti içimin geçip bağrımın daldığı bir sırada, seslendiğini duydum.
Kısık bir sesle, “Cemal, yanıma gel, sana bir sır vereceğim, boynunu vursalar kimseye söylemeyeceğine bana söz vereceksin” diyordu.
“Hiç söyler miyim” dedim.
“Beni vuranı biliyorum Cemal” dedi. Ve… Ve gördüklerini bildiklerini bir bir anlattı.
Babam bir süre sustu. Bu susma yorgunluktan değil gibi geldi bana. Ağzından yanlış bir söz kaçırmaktan korkuyor, konuyu değiştirecek sözcükler arıyordu sanki.
“İsa Ağam hastaneden çıkmadan üç gün önce, Dikmen Bağlarında, çomak girmez sıklıktaki çalılıklarda, genç bir adamın ölüsünün bulunduğunu yazdı gazeteler,” dedi.
Çok zorlanarak söylediği bu sözlerden sonra, dinlenme zamanının geldiğini belli eden “biraz su” diye seslendiğinde, onun kadar ben de yorulduğumu, dinlenmeye muhtaç durumda olduğumu fark ettim.
Uzunca bir aradan sonra, konuşmak istediğini belli eden devinimlerini gördüğümde, artık bu hikâyeyi sonlandırmasını, o yapamazsa, bir yolunu bularak benim bitirmem gerektiğini düşünüyordum.
Hikâyeye, süregelen durumu tamamlamaktan uzak bir girişle, “Askerlik çağına gelmiştim. Arkadaşlarım, yaşıtlarım bir bir askere uğurlanıyordu,” diye başlayınca, her şeyi göze alarak, “Baba, öldürüldüğünü söylediğin şu genç kimdi, onu kim öldürmüştü, sizinle ilgisi nereden geliyordu?” diye araya girmek zorunda kaldım.
Babam, sözünün kesilmesine çok kızmıştı. Gittikçe derinlere doğru çekilen gözlerini gözüme dikip, ben kaçırana kadar baktı.
Bakışı kırgın ve kızgındı. Sanki o kadarını da sen anla aptal oğlum der gibiydi. Sonra kendini toplamaya çalışarak, “Sen beni dinleyecek mi, dinlemeyecek misin oğlum,” dedi.
“Affedersin baba, bağışla beni, dinlemez olur muyum, ama çok yoruldun, istersen kalanını yarın anlat şimdi uyu biraz,” dedim.
“Hayır” dedi babam, “Zaten anlatacağım çok fazla şey de kalmadı. İsa Ağam, hastaneye yatışından yirmi yedi gün sonra taburcu oldu.
Hep birlikte döndük eve. Üç ay kadar evden dışarı çıkmadı. Musa’yla, benimle, kangallarımızla oyalandı.
Karnından ve göğsünden aldığı iki kurşun yarası tamamen kapanmış, sağlığına kavuşmuştu. Yeniden askerlik görevinin başına döndü,”
“Savaş bitmiş, Ankara yeni baştan imar ediliyor, sokaklarda arabayla değil atla bile rahat yürünemiyordu. Asker olma zamanım gelmişti. Sırası gelen arkadaşlarım davullarla zurnalarla askere yollanıyorlardı.
Askerlik Şubesinden bana da bir yoklama haberinin gelmesini dört gözle bekliyordum.
Uzunca bir süre haber almayınca, nedenini öğrenmeye çalıştım.
Öğrendiğimde, hayat boyu sık sık karşılaşmak zorunda kaldığım acı dolu anlardan biriyle daha karşı karşıya kaldım.
Ben; kimliksiz, hiçbir yere ait olmayan, askere bile çağırılmayan birisiydim. Anam, babam, kardeşim, evim barkım hiçbir şeyim yoktu benim.
İsa ağam durumu anlar anlamaz, beni karşısına alıp uzun uzun konuştu.
“Allah’ımın önünde yemin ederim, böyle bir durum hiç aklımıza gelmedi.
Benim sana can borcum var Cemal bırakma beni, hemen yarın nüfusumuza kaydını yaptıralım,” diyordu.
Bana ne söylendiğini ne anlatılmak istendiğini bile anlayacak durumda değildim. Kafama hiçbir şey girmiyordu. İki gün içinde başka biri olduğumu, değiştiğimi, hakiki kimliğimi bulmadan yaşayamayacağımı söyledim ona.
Kararımdan vazgeçemezdim. Memleketime, Karacabey’e dönecektim. Hiçbir gücün beni durduramayacağını ilk anlayan yine İsa Ağam oldu. Üstüme gelmedi.
“Burada bir ailenin, kardeşlerinin olduğunu unutma. Doğru bildiğin neyse onu yap,” dedi.
Anama, kardeşime akraba hısımıma öyle döndüm oğlum…”
Sustu, gözlerini kapattı. Beline kadar sıyrılmış yorganını yukarı çekerek üstünü örttüm. Bir süredir kafasını yoran anılarını, oğluna aktarmış olmanın erinciyle rahatlamış görünüyordu. Yirmi dört saat hiç kimseyle konuşmadı.
Sonra, gözlerini aralayınca yine beni gördü karşısında.
“Sen... Da-ha... Bu-ra-da-mı?” deyip yeniden kapadı gözlerini.
Dudaklarındaki kıpırdama birkaç kez yinelendi. Sanıyorum bir dua mırıldanıyordu.
Celal İlhan
1943’te Yozgat’da doğdu.
İlk ve ortaöğrenimini orada, yükseköğrenimini Ankara Tekniker Yüksekokulu’nda tamamladı.
Çeşitli sanayi kuruluşlarında yirmi yıl makine bakım teknikeri olarak çalıştı.
İşyeri baştemsilciliği düzeyinde sendikacılık yaptı.
“Ateşle Dans” adlı öykü dosyası, 2002’de, SES 5. Kültür Sanat Yarışması’nda özendirme,
“Altmış Beş Metrede” adlı öyküsü, 2003’te, Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri Yarışması’nda birincilik,
“Grevden Dönenin!” adlı anı romanı, 2009’da Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Yarışması’nda birincilik ödülünü aldı.
Dil Derneği üyesi.
Yayımlanmış kitapları:
“Anadolu’da Bir Nokta” 1999, Evin Yayınları (inceleme)
“Ateşle Dans” 2005, Kum Yayınları (öykü)
“Dokunan” 2007, Ürün Yayınları (öykü)
“Grevden Dönenin!” 2009, Kanguru Yayınları 2016
“Dili Yüreğinde” 2012, Kanguru Yayınları (öykü)
Ateşle Dans ve Dokunan öykü kitapları birarada 2020
02 Aralık 2024 22:54
02 Aralık 2024 21:54
07 Aralık 2024 01:06
01 Aralık 2024 19:03
14 Aralık 2024 14:10
01 Aralık 2024 13:19
17 Aralık 2024 15:12
02 Aralık 2024 13:05
16 Aralık 2024 19:23
13 Aralık 2024 18:25