Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Post-kolonyal Aydın Neden Tümdengelimsel Düşünür, Konuşur ve Yazar?

Doç. Dr. Muhammet Özdemir

Kategori: Sosyoloji - Tarih: 02 Aralık 2024 13:05 - Okunma sayısı: 42

Post-kolonyal Aydın Neden Tümdengelimsel Düşünür, Konuşur ve Yazar?

Post-kolonyal Aydın Neden Tümdengelimsel Düşünür, Konuşur ve Yazar?

Asya, Afrika, Doğu Avrupa, Ortadoğu, Orta Amerika ve Güney Amerika ülkeleri, İkinci Dünya Savaşı öncesine ait Avrupa-merkezci sömürge ve modernleşme şartlarının eleştirildiği post-kolonyalizm literatüründe, genel olarak “gelişmekte olan”, “üçüncü dünya” ve “post-kolonyal” nitelikleriyle anılabilmektedirler. Bu niteliği taşıyan toplumların aydınlarına da “post-kolonyal aydınlar” denilmektedir. Bu literatürün kaydadeğer kusuru, sürekli olarak, en gelişmiş standartlara sahip aydınlarla gelişmekte olan ve azgelişmiş standartlara sahip aydınları karşılaştırarak post-kolonyal aydınlar ve toplumlar hakkında bazı genelgeçer sonuçlara ulaşmaya çabalamasıdır. Bu bir kusurdur, çünkü gelişmek ve kalkınmak amacı, bir insan ömrüyle sınırlı bir kavrayıştan fazlasını gerekli kılmaktadır.

Basitçe ve günlük Türkçe ile ifade edildiğinde; her varolanı doğru değerlendirebilmek için bir ölçüte ihtiyaç vardır. Bu ölçüt sonunda varılacak yer (hedef) bakımından bugün varolan gelişmiş ekonomiler ise de doğru bir planlama yapabilmek için gelişmek isteyen çeşitli ekonomilerin her biridir. Yani göreceliliği veya karşılaştırmayı mümkün kılan iki taraftan daha başarılı olan bir hedeftir, daha az başarılı olan ise odak noktasıdır. Burada eğer konuşan ve yazan kişi daha başarılı olandan ise diğer tarafı kendine göre hep eksik, daha az başarılı olandan ise diğer tarafı kendine göre hep fazla algılayacaktır. Bu iki algı yanılsamasından kurtulabilen bir yeni algı yanılsaması her iki tarafta da mevcut olmadığı müddetçe tarafların tamamı için geçerli doğru bir ölçüt ve isabetli bir hükümden söz edilemez. Bu durumda yaşadığımız dünyada ortak bir doğru ve isabetli bir sonuçtan her koşulda bahsedilemez. Kişilerin niyetlerinden ve maksatlarından ayrı olarak içinde yaşadıkları koşullar ve pozisyonlar mutlak surette etkileyici birer değişkendirler. Peki, ne yapmak ve nasıl yapmak veya nereye bakmak ve nasıl bakmak gerekir?

Öncelikle post-kolonyal aydınların yazdıklarına ve söylediklerine bakmakta yarar vardır. Sözgelimi V. S. Naipaul, The Mimic Man (Kötü Taklitçi İnsan) adlı eserinde, sonradan Londra’ya gelen herhangi bir azgelişmiş veya gelişmekte olanın kendini talihsiz ve eksik hissettiğinden, bunun her zaman ve şartta geçerli ve doğru bir his olduğundan söz etmektedir. Naipaul’den çok önce Frantz Fanon, Peau Noire, Masques Blancs (Siyah Deri, Beyaz Maskeler) adlı kitabında, bu hissedişin ekonomik (emeğe dayalı üretimsel/parasal) bir geri kalmadan kaynaklanan ve ancak belirli zamanda belirli şartlarda yaşamaya alışmış insanlar arasında hep geçerli bir durum olduğunu ifade etmiştir. Fanon da Paris’e sonradan gelen Siyah derili insanın kendini talihsiz ve eksik hissettiğinden bahsetmekteydi. Bu iki yazara Edward W. Said, önce Beginnings, Intention and Method (Başlangıçlar, Niyet ve Yöntem) adlı eserinde sonra Orientalism (Doğubilimi) adlı eserinde, Araplar ve Müslümanların tarihsel ve sosyal temsilini sorunlaştırarak katıldı. Said’in yazdığı, Arap’ın ve Müslümanın hiçbir zaman eksik olamayacağı, ama eksik gösterildiği şeklindeydi. New York’a sonradan gelip de kendini eksik hisseden ve Arapça konuşmaktan utanan insanları sürekli yadırgadı. Gayatri Chakravorty Spivak’ın Can the Subaltern Speak? (İkincil Olan Konuşabilir mi?) adlı makalesi de bu sonradanlık, talihsizlik, geç kalmışlık, yetersizlik, olduğundan farklı temsil ve zayıflığın Hindistanlı sati kadınlar örneğinden hareketle bertaraf edilemeyecek bir kader olduğunu işledi. Birçok başka yazar, aydın, makale, kitap ve demeç de bunlara eklenebilir. Bu çalışmaların tamamında tedavülde bulunan ve adaletsiz olan bir uluslararası sistemten şikâyet edilmekte ve bu arada mağdur olan bir tarafın bu haksızlığı aşabilecek hiçbir güce hiçbir zaman sahip olmadığı belirtilmektedir. Yani sözgelimi son örnekte erkek eşi hayatını kaybettiği için bedeni yakılan eşinin yakılma törenine ateşe atlayarak katılması ve kendini öldürmesi talep edilen Hindistanlı sati kadının Hinduizmi reddettiği ve ateist olduğu takdirde bile ölmekten kurtulamadığı; bunun nedeninin de kendisinin yetersizliği olduğu dile getirilmektedir. Çünkü son örnekte Hindistan gelişmemiş bir ülkedir ve toplumun ekonomisi ortalama seviyedeki insanlar için kıt kanaat bir geçinmeye izin verdiği için sati kadın kendini kurtarmak yükümlülüğünde yalnızdır. Eğer sati kadın için bir kurtulma ümidi varsa bu ancak bir yerlerdeki ticaret ve paraya plansız ve araçsal seviyedeki girişle mümkün olabilir. Dolayısıyla sati kadının kurtuluşu kendi dinini kabul etmesi veya reddetmesine bağlı değildir. Ama sati kadına 19. yüzyılda sorunun kendi dininden kaynaklandığı ve 20. yüzyılda ise sorunun kadın olmasından kaynaklandığı anlatıldı durdu. Chakravorty’nin makalesinden anlaşılabilen gerçekçi neticeye göre sati kadın kurtulamaz ve kurtarılamaz. Buradaki soru, post-kolonyal aydın ve yazarın tam olarak ne yaptığı ve nasıl yaptığıdır? Zaten var olan bir durumu yeniden ifade edip mağdur olanı da kendine kötü hissettirmekten başka burada meydana gelen nedir? Yazar ve aydın söyledikleri ve yazdıklarıyla bir statü ve kazanç talebinde de bulunmakta değil midir?

Homi K. Bhabha, The Location of Culture (Kültürün Konumlanması) adlı kitabında, şikâyet ve suçlama yerine olumlu ve iyimser bir tablo çizmeyi denedi ve bir dönem Ziya Gökalp’in yaptığına benzer bir anafikri ve argümanı benimsedi. Bhabha’ya göre “melezlik” (hybridity) gelişmekte olan ve azgelişmiş toplumların gelişmiş olanlarla girdikleri alışveriş ilişkilerinin onlar lehine kazandırdığı bazı olumlu süreçlerin meydana getirdiği bir mevcudiyet olarak alınmalıdır. Hem ABD hem de bugün Çin bu vakıanın en doğru iki örneğidir. Daha önce Almanya ve Japonya da melezliği deneyimlemiş ülkeler olduğu gibi bizzat Batı Avrupa toplumları Osmanlı Devleti ve Endülüs devletleriyle giriştikleri bilgi alışverişi süreçlerinin sonunda başarılı olup kalkınabildiler. Bhabha’nın yaklaşımı biraz tümevarımsaldır ve herhangi bir şikâyet ve suçlama içermemekte gibi görünmektedir. Ne var ki, onun kitabında Frantz Fanon’a yapılan eleştirilerin içeriği ve Selman Rüşdi hadisesine getirdiği yorumlar ciddi bir tümdengelimsel yaklaşım sergilemektedir. Bhabha’nın yaklaşımında Batılılar ve münhasıran ABD devamlı surette haklıdır ve isabetlidir. “Sekülarizm”in (dünyevilik/tümevarımsallık) tam karşısına yerleştirilen “fundamentalizm”in (köktencilik/tümdengelimsellik) ona göre gerçek pratik örnekleri kalkınmak azmindeki bütün post-kolonyal toplumların evrensellik hayallerinde bulunabilir. Bu nedenle Bhabha da güçlülerin haklı olduğu tümdengelimsel bir akıl yürütmeyi sürdürmek ve henüz güçlü olmayanların da haksız bulunduğu bir tümdengelimsel konumlandırmayı süreğen görmek bakımından diğer post-kolonyal aydınlardan çok da farklılaşamaktadır.

Benim analizim şöyledir: Post-kolonyal aydınlar kişisel gelişimlerinde ve toplumsal pratiklerde birden fazla ömre/kuşağa yayılmış değişimleri içeren bir kalkınma programını ve kavrayışını görmek istemedikleri için tümevarımsal bir kavrayış yerine tümdengelimsel bir tekrar içine düşmektedirler. Böylece kavramları deneyimlere göre değişip öğrenim sunabilen kalıplar olarak değil düşüncenin sabit ve müdahale edilemez kaynakları olarak almaktadırlar. Bu da post-kolonyal aydınların kendi toplumlarından şikâyet etmelerine ve onların yeterince güçlü olmayışlarını tabir yerindeyse olumsuz sözcüklerle eleştirmelerine yol açabilmektedir. 20. yüzyılın tamamında ve 21. yüzyılın ilk çeyreğinde genel itibariyle deneyimlenen bu vakıa, yerli toplumların gelişmek ve kalkınmak yönünde bilinçlenmelerine katkıda bulunamamaktadır. Ben örneğin Martin Heidegger gibi tümdengelimci Alman filozoflarının ve Jean Paul Sartre ve Michel Foucault gibi tümdengelim eleştirmeni Fransız filozoflarının çokça okunmasının bu vakıa ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Sözgelimi Friedrich Nietzsche gibi bütün kavramların altında bir güç istenci arayan bir filozofa duyulan saygı da tümevarımsal veya pragmatik yaklaşım eksikliğinden kaynaklanan eleştirmek arzusuyla izah edilebilir. Çünkü böylece yine eleştirmenin ve beğenmemenin konforuna kolaylıkla ve deneyime girmeksizin erişmek mümkün olabilmektedir. Bununla birlikte post-kolonyal teorinin yaptığı yanlışı tekrarlayarak sabit kalacak bir genelleme de varsaymamak yerinde olabilir. Post-kolonyal aydınların başka bir yönelimde bulunabilmeleri de ihtimal dâhilindedir.

Kalkınmak üzere deneyimlemeyi ve öğrenmeyi öneren bir söylem girişiminde pekâlâ örneğin Charles Sanders Peirce ve William James gibi filozoflar da tercih edilebilir ve kaynak olarak kullanılabilir. Bu durumda kavramların kendileri sabit ve müdahale edilemez kaynaklar olmazlar ve süreç içinde yeni kalkınma ve gelişim deneyimleriyle hem eldeki kavramlar güncellenebilir hem de yeni kavramlar söz konusu olabilir. Gelişmek ve kalkınmak üzere üretmeyi ve öğrenmeyi deneyimleyen toplumlar ve onların aydınları tümevarımsal bir akıl yürütme ile söylem geliştirirler. Fakat emek vermek ve deneyimlerden öğrenmek yönünde bir ortak durumu olmayan aydınlar salt tümdengelimsel ve tematik düşünür, konuşur ve yazarlar. Bu durum bütün kavramlar ve yaklaşımlar için geçerlidir. Bilim, din, felsefe, kültür, eğitim vs. hangi kavram olursa olsun bir aydın gereksinimlerden ve deneyimlerden söz ediyor ve yaşamı her daim olumsal ve iyimser alıyorsa tümevarımsal bir akıl yürütme içerisindedir, ama kavramları genel geçer ve ideal kabul ederek onların toplumdaki eksikliklerinden bahsetmeyi tekrarlıyorsa bu tümdengelimsel bir akılyürütmedir. Kendi toplumunu sürekli olumsuz, eksik ve yetersiz bulan veya her zaman olumlu, fazla ve çok yeterli bulan bir aydın yeni deneyimler edinmiyor demektir. Tümevarımsal akıl yürütme deneyimler iyi de olsa kötü de olsa öğrenmenin içindedir, ama tümdengelimsel akıl kendi öğretme pozisyonundan hiçbir zaman vazgeçemez. Oysa post-kolonyal aydın öncelikle öğrenmesi ve sonra öğretmesi gereken bir aydın tipidir. Bir toplum ancak yeterince geliştikten sonra öğrenmekten çok öğretmeye yoğunlaşmaya başlayabilir.

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Sosyoloji Yazıları