Bu Yaz!
Köy toplumu iken yaz ayları iş, kış ayları dinlenme demekti daha çok. Son elli yıl boyunca değişe dönüşe kentlileştik, tartışılır bir ‘kentlileşme’ olsa da bu. Veriler, nüfusumuzun yüzde 80’inden çoğunun kentlerde, yüzde 20’sinden azının köylerde yaşadığını söylüyor. Her beş kişiden dördü, son yıllarda hızla beton ve metal yığınına dönüşen heybetli, başıboş yapılanmadan dolayı incelikten, estetikten yoksun, nereye gitseniz aynısını göreceğiniz kimliksiz, kişiliksiz, kat kat yapıların arasında sıkış tıkış, itiş kakış yaşar oldu; yaşar olduk.
Türkiye’nin hava kirliliği haritalarına rastlıyorum zaman zaman, internet ortamında. Düzce’den Erzurum’a, Batman’dan Kütahya’ya, bütün kentlerimiz kirlilikte birbiriyle yarışıyor. Birincilik bir o “beyaz”da bir bu “beyaz”da!
Öğrencilerimiz haziran ortasından, meslektaşlarımızsa temmuz başından beri yaz dinlencesinde. Kentlileşeli beri de yaz dinlencesinin anlamı sahile, denize kapağı atmakla özdeşleşti. Ekonomik koşullar belli, söylemeye gerek yok. Cüzdanına güvenenler yazlıklara, otel odalarına ya da pansiyonlara eşyaları yığdıkları gibi doğru denize… Cüzdanı tamtakır olanlarsa ya evlerinde ya da evlerine yakın bölgelerde, varsa köyünde kasabasında dinlenecek, kendi çapında.
Platon, ‘katarsis’ demişti Poetika’sında, arınmaya. Dokuz on ay boyunca içimize yığılanlardan sahillerde arınma yolunu tutmuştuk çoğunluk, ama TÜİK’in kuşa çevrilmiş enflasyonu bile iflahımızı kesti. Son yıllarda Karadeniz yaylalarına da yayılmıştık epeyce ama artık sanırım oraların geleni gideni de seyrelmiştir. Gerçi oralarda da ormanların içini dışını betonlaştırma hastalığı aldı yürüdü. HES’çilere peşkeş çekilen dere ağızlarında serinlemek de nasıl bir serinleme olursa…
Doğaya nasıl davranılması gerektiğini bilmeyen, yol yordam habersizi, cehalet deposu kadroların yönetim anlayışından ötürü kendi suyumuzdan, ağacımızdan oluyoruz.
Doymak bilmez paragözlerin elleriyle dünyanın dengesini nasıl bozduğumuzu sayısız örnekleriyle anlatıyor bilim insanları. Dünyanın bir parçasıyız ve biz de yaşadığımız coğrafyanın canına okuya okuya gidiyoruz. Koca Tuz Gölü’nün bir üflemelik canı kalmış. Burdur Gölü’nde tuhaf pembe adacıklar oluştuğu haberleri vardı geçen, gazetede.
Meslekteyken, 2000 başları, çalıştığım okuldan dolmuşla eve dönerken yanımda oturan öğrencim (lise öğrencisi), şimdi gırtlağına dek betonla dolu Çukurambar (Ankara) bölgesindeki boş arazide otlayan danaları parmağıyla göstererek “Hocam bunlar ne?” demişti. Önce şaka yaptığını sandım. Gerçekten onların ne olduklarını öğrenmek istediğini anlayınca anlattım ben de. Şimdi bu soruyu sormaya aday 15-16 yaşlarındaki çocuk sayımız kim bilir kaç katına çıkmıştır. Sait Faik’in yetmiş yıl önce dediği “...Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak.” uyarısını ıskalayıp “taşı toprağı altın” diye kandırıldığımız kentlerde büyüttüğümüz çocukların ellerinden doğayı aldık, onları toprakla dostluğun, üretimin yabanı yaptık, bugün milyonlarcasına ellerinde çifte diploma ve sertifikalarla kapı kapı iş aratıyoruz.
Hem dünya hem ülkemiz bu dengesizliğe, gözü dönmüş doğa düşmanlığına doydu. Bir dönüşümün eşiğindeyiz. Yitirdiklerimizi bulamayacağız elbette ama arınmak için elde kalanla adam gibi iletişim kurmaya kendimizle, çocuklarımızla başlamak için zaman yitirmemek gerek sanırım. Örneğin bu yaz Behçet Necatigil’e kulak verip “Tam otların sarardığı zamanlar / Yere yüzükoyun uzanıyorum / Toprakta bir telâş, bir telâş / Karıncalar öteden beri dostum.” dediği yerlere uğramalı, arınmak için. Sonra arkadaşı Vâlâ Nurettin’le İnebolu’dan Ankara’ya giderken Nâzım Hikmet’in,
“Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına / ucu işlemeli” dediği yere uğrasak, o çam ağacıyla ucu işlemeli mendil yerinde duruyor mu, yoklasak bir. Ya da Necati Cumalı’nın “Ben samanyollarını seyrettim / Harman yerinde yaz geceleri; / Taşranın küçük kasabalarında / Sebze arabalarıyla yolculuk ettim” diye öykülediği yerlere çevirsek biraz yönümü-zü. Cahit Külebi’nin doğup büyüdüğü yerleri bilirim, orada koca koca ceviz ağaçları da vardır, buğday tarlaları da. Bakmayın siz onun “Benim doğduğum köylerde / Ceviz ağaçları yoktu” deme-sine. İçini memleket özlemi kavurduğundan öyle demiş olmalı. Koyu gölgeli bir ceviz ağacının dibinde dinlensek biraz. Ve bir de Dadaloğlu’nun Toroslardaki “Bizim dağlar çam ardıçlı meşeli / Yaylasında lale sümbül döşeli” dediği yerlerle haşır neşir olsak biraz, bu yaz…
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
20 Kasım 2024 20:01
03 Kasım 2024 20:23