Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Yıkımdan İnşaya Cumhuriyet ve Eğitim

Mustafa Pala

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 29 Nisan 2024 17:58 - Okunma sayısı: 457

Yıkımdan İnşaya Cumhuriyet ve Eğitim

Yıkımdan İnşaya Cumhuriyet ve Eğitim

Bakan’ın “aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim sahibi nesiller” yetiştirmek için övünerek açıkladığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”nin felsefesi şu kavramlara dayanıyor: “Epistomolojik bütünlük, ontolojik bütünlük, zamansal bütünlük, aksiyolojik olgunluk, erdem, değer, eylem...” Bu terminoloji çağdaş, bilimsel, ulusal ve demokratik bir eğitime mi ait, yoksa ehil ve kâmil bir mürşidin gözetim ve denetiminde, cilalanmış tekke tedrisine mi?

Cumhuriyet ve eğitimde yıkım süreci

Millî Eğitim Bakanlığı 2004’ten beri, 20 yılda yaptığı “köklü” müfredat değişikliğinin dördüncüsünü askıya çıkardı. Aynı konuda dört kere köklü değişiklik yapmayı anlamsızlıkla açıklayanlar, bu “köklü” değişikliklerin her birinin aynı yönde olduğunu sandı. Oysa bunların ilki, 2004’te Dünya Bankası’nın finansmanıyla ve Avrupalı uzmanlarla; ikincisi, 2012’de “4+4+4 kesintili” bir millî manevi darbeyle gerçekleşmişti. Bu ilk iki “köklü” değişiklik, Cumhuriyet eğitiminin bilimsel ve toplumsal niteliğinden geriye ne kaldıysa, onu da tümüyle yok etmek içindi; yok etti!

Sonra, ‘Cumhurbaşkanı madem Anayasa’ya uyup Anayasa’nın tanımladığı bir cumhurbaşkanı gibi davranmıyor, o halde Anayasa’yı Cumhurbaşkanına uyduralım da bu uyumsuzluk ortadan kalksın’ niyetiyle 16 Nisan 2017’de bir referandumu yapıldı. Bu da Cumhuriyet’in yönetsel yapıda yıkımının ilanı oldu. Resmen 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya başlanan başkanlık tipi hükümet sistemi, ağır aksak da işlese demokrasimizin güvencesi olan “kuvvetler ayrılığı”na son verdi; yasama, yürütme ve yargı adlı 3 kuvveti 1 sarayda topladı. Bu, Cumhuriyet’in yönetsel yapısının da yıkımının tamamlandığını gösteren bir dönemeç oldu.

Tarihlere dikkat edilecek olursa, Cumhuriyet karşıtlığının eğitimle başladığı kolayca görülecektir. İktidar, 2004’te eğitimle başladığı yıkım işine, yönetsel yapıda da girişebilmek için 12 Eylül 2010’u beklemek zorunda kaldı; çünkü ortamın hazırlanması, “yetmez ama evet”çilerin yeterli desteğini alması gerekiyordu. Bu tarihteki Anayasa değişikliğini demokratik bir gelişme gibi gören sol liberaller, daha sonra pişman olacaklar, ama son pişmanlık fayda etmeyecekti! Atı alan Üsküdar’ı geçecek, Cumhuriyet’e ilk darbeyi vuracak, kalelerinde onarılmaz gedikler açacaktı. Eğitim alanından sızarak devleti içten kuşatan FETÖ silahlı terör örgütünün 15 Temmuz 2016’da topla tüfekle yıkmayı başaramadığı idari yapıya, 16 Nisan 2017’de son darbe vurulacak, Cumhuriyet paranteze alınacak ve reklam arası bitecekti; bitti!

Ancak bu eğitim yazısına eğitim üzerinden devam etmemiz gerekir. Bu alandaki yıkımdan sonra yeniden inşa işleri nasıl gidiyor, ona bakıyoruz. Bakanlığın birkaç gün önce bir haftalığına askıya çıkardığı dördüncü “köklü” değişikliğe uğrattığı “yeni müfredatı” konuşuyor “eğitim bileşenleri”. Bakanlığın “Türkiye Yüzyılı Maarif Model” adlı, son model müfredatı, sözünü ettiğimiz “bileşenlerin” eleştiri, değerlendirme ve önerilerini alıp yararlanmak için askıya çıkardığını sanmıyoruz; tersine bu askıya çıkarma, eleştiri ve değerlendirmelerin ne olduğunu görüp onları “askıya almak” içindir! Yoksa on yıldır neden öğretmen, üniversite ve eğitim sendikaları bileşenlerinden uzak, kapalı kapılar ardında hazırlamış olsun?

Üçüncüsünde de aynı şeyi yapmıştı Millî Eğitim Bakanlığı, her şey olup bittikten sonra bileşenlerin haberi olmuştu o “köklü” değişiklikten! 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle yeni rejimin inşası başlarken yeni “maarif”in de yapılandırılması gerekmişti. İki şey önemliydi, değişmemeli, tahkim edilmeliydi bu yeni maarifte: Biri, eğitimde özelleştirme, özel okulculuk ve “kişisel gelişim kursları” gibi başka adlar altında dershanecilik, yani paralı eğitim; diğeri, 2012’de “4+4+4”le getirilen tüm okulların imam hatipleştirilmesi. Bunun da üstüne özelleştirme örtüsü serilecek, liberal çevrelere bakın, bu da var bu da var, tercih edebilirsiniz denecekti. Böyle bir çeşitlemeyi, en iyi bir biçimde bir özel okul sahibi yapabilirdi ancak. Aranan kan Ziya Selçuk’tu, kolay bulundu; yukarıda sözünü ettiğimiz “yetmez ama evet”çi sol liberallar için de ideal bir eğitim bakanı olurdu, oldu!

“Yeni inşacılar” Ziya Selçuk ve sonrasıyla devam etmeden önce, Millî Eğitim’in AKP’li kısa tarihçesini anımsamakta yarar var. Bu işe 2002’de Erkan Mumcu’yla başlamışlardı. O zamanlar iktidarın yeni sahibi AKP’nin, muktedir olmak için Avrupa’ya rüştünü ispat etmesi gerekiyordu. Mumcu, ilk olmanın çekingenliğiyle pek verimli olamadı, 4 ay gibi çok kısa bir dönem mevcut sisteme kazma sallayabildi. Yıkımın en gözü kara bakanı, FETÖ’yle malul Hüseyin Çelik’ti. Yıkımda gösterdiği cesaret, ona Bakanlıkta 6 yıl kalma ayrıcalığını getirdi. Bu sürede Çelik, Dünya Bankası finansmanı ve Avrupalı liberal danışmanlarıyla yıkım sürecinde kahramanca çalıştı!

Nimet Çubukçu’nun 2 yıllık süresi, yıkım ekibinin biraz dinlenme, soluklanma molasıydı. Hemen ardından gelen Ömer Dinçer ise çok radikaldi ve mevcut sisteme kazma değil, “4+4+4” kesintili maarif modeli bir dozerle girdi. Çok sert ve hızlıydı, öğretmeni en fazla o üzdü ve öğretmen en çok ona direndi. Anladılar ki süreç böyle paldır küldür gitmeyecek, bir buçuk yıl sonra yerine bileşenlerle iyi iletişsin diye iletişimci Nabi Avcı’yı getirdiler. Kariyerinin getirdiği bir özellik olsa gerek çok esnekti, o kadar ki her şekli alabilme yeteneği vardı; yıkım sürecine 3,5 yıl hizmet etti.

Bu arada maarif yıkım ekibi de fazlasıyla esnekleşmişti, üstelik yorgun görünüyordu; o nedenle istenen sonuç elde edilemiyor, “sosyal ve kültürel iktidar” bir türlü kurulamıyordu. “Dindar ve kindar bir nesil” böyle bir tembellikle yetiştirilemezdi. “Eski” sistemin bir darbelik canı kalmıştı, ama kim vuracaktı o darbeyi? Tabi ki “Milli Savunma Bakanı”! İsmet Yılmaz böyle bulundu ve temel eğitimin ikinci kademesindeki merkezi sınavlarla ilgili uygulamalarıyla bu kademeyi allak bullak etti. Hem sınav stresini “azaltmak” için sınav sayısını artırdı hem de her merkezi sınavda başarıyı binlerce sınav birincisi çıkararak görülmemiş ölçüde yükseltti! Ama bu kademe öğrencilerimiz uluslararası ölçmelerde yerlerde sürünmekten yine de kurtulamadı.

Sonrası malum, 24 Haziran 2018’de milletvekilliği ve cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı; “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kuruldu. Artık Meclis’e ve milletvekilli kabineye de gerek yoktu. Mesela özel hastane sahibi Sağlık, tur şirketi sahibi Turizm, özel okul sahibi Millî Eğitim Bakanı olabilirdi; oldu! Yani İstanbul Belediyesi yönetim kadrosunun, devlet işlerini özel sektöre ihale etmesinin hiçbir sakıncası yoktu!

16 yılda tamamlanan millî eğitimde yıkım sürecinin ardından “Cumhurbaşkanlığı Hükümeti”nin kurulmasıyla birlikte, hemen inşa süreci başlamalıydı. Sistem uzun süre sallantıda kalamazdı, kurucu bir bakana acil ihtiyaç vardı. İşletmeci, iletişimci ve hukukçularla yıktıklarını, nihayet bir eğitimciyle kurabilirlerdi: Ziya Selçuk. O, bu satırlardaki eleştirileri bile hoş görecek kadar liberal, sıkı solda dahi beklenti yaratacak kadar entelektüeldi!

Selçuk, mümkün olduğunca sakin bir görüntü vermeye özen gösterdiği kısa “tefekkür” sürecinde, Cumhurbaşkanlığı Eğitim ve Öğretim Politikaları Kurulu’nun denetim ve gözetiminde kadrosunu oluşturdu, ekiplerini kurdu. Onun bu ilk ayları mühendislik çalışmasıyla geçti. Ardından TED konuşmacılarına taş çıkarttığı ‘talk showlara’ başladı. O denli “hikmetli” konuşuyordu ki, “Öğretmenin işi öğretmek değildir.” vecizindeki o derin manayı dahi anlayamamış, birbirimizin yüzüne anlamsız anlamsız bakmıştık!

Mesaisi ilk ürününü 2018’in ekiminde verdi: “2023 Eğitim Vizyonu”. Vizyon, kurulmakta olan “yeni” eğitim sisteminin genel bir perspektifini tanımlıyor ve “çift kanat” eğretilemesine dayanıyordu. Bu bildiğimiz ruh-beden dikotomisiydi; metafor maddeyi manayı referans alarak, bilimi de inanca yaslayarak açıklıyordu! “Mizaç” temelli yaklaşımla eğitimi bir yandan tümüyle kişiselleştiriyor, bir yandan da pazarın ihtiyaçlarına uygun bireyler yetiştiren bir mekanizmaya dönüştürüyordu. Meslekî ve teknik eğitim, “53 alanda imzalanan 128 protokolle” sektöre terk ediliyor, diğer lise türlerinde sertifikasyonun öne çıkarılması eğitimin bütünlüklü yapısını ortadan kaldırıyordu.

Sonra ortaöğretim için tasarlanan, çok köklü bir değişikliği ön gören ve cesur bir hamle niteliği taşıyan programla, öğretimin tam “ortası”na “yeni” eğitim inşaatının temel taşını koydu. Ortak derslerin iyice sınırlanması ve seçmeli derslerin artırılması modüler bir yapılanmayla, özel sektörü işin içine daha fazla sokmak anlamına geliyordu. “Tasarım”la özel okulların tüm uygulamaları kamu okullarına taşınıyor; 12. sınıflarda yıllardır uygulanan üniversite hazırlık programı, devlet okullarına aktarılarak lise eğitimi fiilen dört yıldan üç yıla çekiliyordu.

Özetle Vizyon ve Ortaöğretim Tasarımı dikkatli okunduğunda, eğitimin yeniden inşasının iki ayak üzerine kurulduğu görülüyor: Birincisi, sektörle imzalanan protokollerle “özelleştirme”! Bunu, küresel ölçekte sistemin, sosyal devlet ekonomisine saldırısının yerel bir parçası olarak görmek gerekiyor. İkincisi, dinsel vakıflarla imzalanan protokollerle “bilimsizleştirme”! Bu da postmodernizmin bilimi kuşatma operasyonunun bir parçasından başka bir şey değildi! Yani iktidar, Cumhuriyet’in halkçı ve aydınlanmacı eğitim atılımını yeniden ama tersinden kuruyordu ve üniversiteler dâhil, eğitim bileşenleri seyrediyordu!

Okulları tek eğitim mekânları olmaktan kurtarmak isteyen Ziya Selçuk, tüm hünerlerini gösteremediği için şanssızlığı mı, yoksa zaten eğitimi okul mekânıyla sınırlamaya karşı olduğu için şansı mı desek, görev süresi Covit pandemisine denk geldi ve eğitim aleminde yıldız olma potansiyeline rağmen henüz parlayamadan eğitimin puslu göğünde kayıverdi. Yerine atanan Mahmut Özer, Cumhuriyet eğitiminin “yıkım ekibi”yle övünmekten başka bir şey yapmadı. Bir önceki Bakan’ın “ziya”sında görünmez oldu!

Cumhuriyet ve eğitimin yeniden inşası

Oysa onun yerine atanan Yusuf Tekin, 10 yıldır Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarlığı yapmış, idealleri olan, inançlı ve inatçı bir bürokrattı. Millî Eğitim’in bu yeniden inşa sürecini ancak o başarıyla tamamlayabilirdi; çünkü o ne Özer gibi etkisiz ne de Selçuk gibi işleri aksatabilecek bir liberaldi! 10 yıldır kurumun içindeydi ve içinde olduğu günden beri eğitimin tüm kademelerinde müfredatı Cumhuriyet’ten, Mustafa Kemal’den nasıl arındırmak gerektiği üzerine kafa yoruyordu. Öğrencilere sık sık müjdeler veriyordu: “Çocuklar, ders programınızı hafiflettik!” Ona göre müfredatın bütün ağırlığı Atatürk, Cumhuriyet ve bilimdi!

Nihayet işte Cumhuriyet’in yüzüncü yılında adını anmamak için “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” dediği dördüncü ve son “köklü” müfredat değişikliğini yayımladı! Tüm kademelerde binden fazla sayfalık metinde “kazara” olsa gerek 1 kere “Cumhuriyet” sözcüğünü kullandığı, ama kazara bile olsa 1 (yazıyla “bir”) kere bile “Atatürk”ün adını anmadığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” yeni eğitim sisteminin kuruluş belgesi olarak askıda değerlendirmelerimizi bekliyor, biz de değerlendiriyoruz! “Görüş ve önerilerinizi yazın.” diyor Bakan, yazıyoruz. Bu demokrasi duyarlığı gözlerimizi yaşartıyor!

Ak troller taleplerini yazacaktır kuşkusuz: “Neden kız okulları olmasın?” diyordunuz sayın Bakan; karma eğitime alternatif olarak karma olmayan eğitim merkezlerinin de ihdas edilmesini istiyoruz. Erkek fen liselerinin her ilde kurulmasını, biyoloji derslerinde “yaratılış”, hiç değilse “akılı tasarım” kuramlarının tedris edilmesini bekliyoruz. İlkokul öğrencilerini Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin Hayatı’ndan mahrum bırakamazsınız, fen ve din ilimleriyle mücehhez bir nesil istiyoruz! Proje İmam Hatip liselerinde erkek ve hanım öğretmenlerin de buna muvafık olarak atanması ve nitelikli muallim tercih hakkının verilmesini…”

Bakan’ın “aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim sahibi nesiller” yetiştirmek için övünerek açıkladığı “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”nin felsefesi şu kavramlara dayanıyor: “Epistomolojik bütünlük, ontolojik bütünlük, zamansal bütünlük, aksiyolojik olgunluk, erdem, değer, eylem...” Bu terminoloji çağdaş, bilimsel, ulusal ve demokratik bir eğitime mi ait, yoksa ehil ve kâmil bir mürşidin gözetim ve denetiminde, cilalanmış tekke tedrisine mi? “Aklıselim, kalbiselim ve zevkiselim sahibi nesiller yetiştirmek için eğitimin örtük hedeflerini özetlemesine yardımcı olan ve Erdem-Değer-Eylem Modeli’yle sağlanacak yetkin, erdemli insan, beden ve ruh birliği, ahlaklı, merhametli, bilge nitelikli öğrenci yetiştirmeye odaklanan”, üzerinde 10 yıldır çalıştığı işte bu eğitim sistemini öneriyor Bakan!

“Mürit”e kazandırılmak istenen değerlerden “mahremiyet”, millî ve manevi değerlerde mahremiyetin sınırlarını; “sabır”, zor ve kötü durumlara karşı dayanmayı; “saygı”, yine “millî ve manevi değerlere önem vermeyi kapsar, deniyor müfredatın ortak metninde. Görüldüğü gibi program, insanın yaşadığı olumsuzlukları “kişisel gelişim kursları” saçmalığında ve bilim dışılığında ele alıyor; öğrenciye sorunlar karşısında bilimsel düşünmesini, yaratıcı çözümler üretmesini, olumsuzluklarla mücadele etmesini değil; tevekkülü telkin ediyor!

Bakanlığın, 2017’de İsmet Yılmaz’ın bakanlığı döneminde “Evrim Teorisi”nin müfredattan çıkarılmasıyla ve “cihat” kavramının öğretilmesi önerisiyle başlayan bilimdışılığı ve dinsel içerik zirvesi bu yeni müfredatta artık bir yöntem haline dönüşmüş görünüyor. “Cihadın Çanakkale Muharebeleri, Millî Mücadele süreci ve 15 Temmuz’da olduğu gibi barışı sağlama ve vatanı savunmadaki rolüne vurgu yapılır’’ demesi; 27 Mayıs’ı ve 28 Şubat’ı 1971 Muhtırası ve 1980 Darbesi’yle eş tutması, müfredatı eğitim programı olmaktan çıkarıp iktidar partisinin programı derekesine indirmektedir.

Tarikat ve cemaatleri “sivil toplum kuruluşu” kabul eden onlardan imzaladığı protokollerle hizmet aldığını ve almaya devam edeceğini söyleyen Bakan’ın yönettiği Bakanlığın, çağdaş, demokratik, bilimsel ve halkçı değerler üretmesi gereken eğitimi, tekkede mürit yetiştirmekle karıştırdığını düşünmek yanılgıdır. Eğitim bürokratlarının bunu son derece doğal ve olması gereken bir eğitim olarak görmesi normaldir; bunu başarabileceklerine inanmışlardır. Çünkü iktidar ve o bakanlık bürokratları, kendi iktidar biçimlerine ve içeriklerine benzemeyi marifet; siyaset yapmayı, mücadele olanakları üretmek yerine yıkım ekibiyle helalleşmek sanan bir muhalefetin, “kuzuların sessizliği” denli tepkisizliğiyle 2018’den beri Cumhuriyet’i hem yönetsel hem eğitim düzleminde yeniden inşa etmektedir.

Bu “Yeni Türkiye”yi ve “yeni eğitim”i kabullenmeyenlerin atması gereken ilk adım, 2013 öncesi eylemli mücadeleye dönmektir; bütün Cumhuriyetçi, Atatürkçü sol ve sosyalistlerin ve tabii en geniş emek güçlerinin ittifakıyla…

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları