Hani şu ufak ufak lokumlar vardır ya rengârenk… İşte o lokum külahları bana çok şeyler anlatır… İç içe geçmiş türlü duyguları; sarılı, pembeli, allı morlu yeşilli mutlulukları, bir çocuğun gözündeki sevinci… Minik miniktir; ama ne büyüktür yaşattıkları…
Kategori: Edebiyat - Tarih: 21 Temmuz 2019 02:24 - Okunma sayısı: 2.220
LOKUM KÜLAHLARI
Hani şu ufak ufak lokumlar vardır ya rengârenk… İşte o lokum külahları bana çok şeyler anlatır… İç içe geçmiş türlü duyguları; sarılı, pembeli, allı morlu yeşilli mutlulukları, bir çocuğun gözündeki sevinci… Minik miniktir; ama ne büyüktür yaşattıkları…
Geçen günlerde değerli bir hocamız bana bir küçük kavanozda gül lokumları uzattığında, ki her zaman kenarında köşesinde böyle güzellikler barındırır, yine aklıma geldi… Gözlerim yerine gönlüm doldu taştı. O her:
“Bir tane daha al, bir tane daha…”
dediğinde bıçaklar ardı ardına saplandı kalbime… Hem de çevire çevire, ölme garantili… Bir taraftan öyle mutluluk verdi ki… Kulağımda bir ses çınladı birden:
“Bak dükkândan geldin… Al bakalım lokumlarını!” diyen annem…
“E ben dükkândan gelmedim ki? Annem de ne tuhaf, her gün bir şeyi oluyor. Bir gün dükkânı, bir gün lunaparkı…”
Sonraları anladım ki çocuk sahibi olmakla, memur ceplerinde beş kuruş kalmayan ortamlarda anneler her meslekten olabiliyor. Tiyatro sahnesine çıkıyor ve çocuğu ne isterse mutlu etmek için onu oluveriyor… Bir çocuğun istekleri bitmez ne de olsa. O da kendince böyle bir yol buldu ve’s-selâm.
“Ama olsun… Bu esnaf bütün esnaflardan, şu lunaparkçı bütün lunaparkçılardan güzeldi”. Eğer böyle olmasaydı, bana bu minicik şeyler koca koca hikâyeler anlatır mıydı? Ona da annesi öyle yaparmış. Elektrik kesildiğinde, geceleri mum ışığında anlatılan ve merakla dinlediğimiz annemin çocukluk hikâyeleri arasında da yeri vardı bu “oyun”un. Altı çocuk, bir nene, bir dedenin olduğu kocaman ailede anneannem böyle yolunu tutturmuş meğer. Sabah gün doğmadan kalkar koyarmış tencereleri ateşe. Günde birkaç kez yemekler pişer de, öyle doyururmuş aileyi. Çocuklar çekirdek istedi mi hele… Külahlara sarar verirmiş:
“Dükkândan geldi bunlar bak. Hadi bakalım”
Biri gider, biri gelirmiş çocukların ve işte böyle büyür, serpilirlermiş… Ama hiç olmadığı kadar mutlu, huzurluymuş dünya… Kandırılmak değil bu bence… Anne ile çocukların arasında bir “oyun”dur hem de… Hem annenin eli gibisi mi var? Bir de büyük büyük hatıralar bırakır çocukluğa dair… Ne tuhaf, halbuki minicikler…
Bu bana uzatılanlar “Gül” lokumlarıydı işte… Üzerinde tozları sanki yeni serpiştirilmişti. Gül bahçelerini dört döndüm durdum. Öyle güzel kokuyorlardı ki… Ama “Gül” lokumları “Gülme” diyordu bana usul usul…
Şimdi o lokumların küçük bir hikâyesini anlatacağım, kocaman acıları birkaç satıra sığdırmaya çalışacağım özetle… Selam olsun size… Selam olsun küçük lokum külahlarına, emekle süslenmiş dükkân kepenklerine, küçük taş evlere, o evde dökülen gözyaşlarına, mutluluğu çoktan unutmuş kız çocuğuna…
Yağmur tozu dumana katıyor, gökyüzünün baş hizasına değen yerlerinde çamurlaşıyor, adamı tanınmaz hâle getiriyordu. Üzerine ince ince sızan ve karalanan defterlere dönen çocuklar o küçük dükkâna kendilerini güçlükle atıyorlardı. Ufacık dükkânda iki üç beden ve onlarca kafa Şükrü Bey’e en saf, en temiz gözleriyle bakıyorlardı.
Ah o lokum şekerleri… Gönlü çiçek bahçelerinde hissettiren hafif ve tatlı kokularıyla beraber… Her gün, sabahın erken saatlerinde kan yutmuş damar tepecikleri ve yıpranmış; ama emekle, alın teriyle süslenmiş parmaklarla külahlar sarılır ve dünyanın en güzel lokumları serpiştirilip yine tertemiz ve bir o kadar büyük kalplerin ellerine tutuşturulurdu.
Ağız kenarlarında lokum tozlarıyla koşturan çocuklar, bir anda tüyü yeni bitmiş delikanlılara döner ve o mutlulukla tüm dünyayı fethedebilirlerdi. Bu mütemadiyen böyle devam ederdi… Şükrü Bey’in dükkânı okul ziliyle uyumlu kapanırdı. Onlar… Yani en önemli, en mühim, en temizleri… Gidince, dükkânı da gözlerini kapatırdı. Zaten öyle değil mi? Ne gerek vardı ki? Lokum şekerleri ve çocuklar… Bunlar insana yetmez miydi? Hayatın tüm kirliliklerine kepenk örtmüş bu dükkân ve Şükrü Bey… Ne rahat ve ne huzurlu…
Huzur bahçelerinde dolaşırken güvercinler, cehennem ateşiyle ejderhalara dönüşürse ya? Ya o kepenkler bir koca külüstür olup düşerse bir anda ne yapardı insan? Ne yapacaktı? Yok, öyle olmadı… Kırk yıldır beklenen oldu ve Şükrü Bey’in mini minnacık, yumuk yumuk elleriyle bembeyaz bir kız çocuğu oldu… Öyle güzel bakar, öyle severdi ki babası onu… Ya annesi? Ölürdü her saat başı onunla binlerce defa… Süt yerine bal akardı göğüslerinden artık. Kundaklar yeşilli morlu çiçeklerle süslenirdi. Bir kız çocuğu ki dünyalara bedel…
O kız çocuğu büyüdü, serpildi… Kavaklar serin serin sallandıkça, küpeler taktı pamuklardan kulağına… Bir daha hiç böyle küpeleri olmayacaktı hem de. Üniforması keskince ütülendi ve lise yolları göründü bile… Bir gün öyle bir kaza oldu ki, bütün küpeleri etrafa saçıldı. Babasının elindeki lokumlar yere döküldü. Anneciği kala kaldı… Bir delikanlı minibüsün camını taş gibi kırıp geçmişti. Ama o gücü hayatla ölüm arasındaki savaşta gösteremedi. Ya bu kız? Hani filiz gibi boyu, adıyla müsemmâ, ya ona ne olmuştu? Bütün hayatı, umutları yerle yeksân… Dört ayaklı yürüteçlerle yürüyecek ve yıllar böyle gelip geçecekti kim bilir?
Bir sabah Şükrü Bey, boylu boyunca uzanmıştı halının üzerine… Yummuştu gözünü şu yalan dünyaya genç sayılacak bir yaşında. Dükkânın kepenkleri tümüyle kapanmıştı o günden sonra. Elindeki lokum külahları ise kaskatı kesilmişti ölmüş ellerinde… Ama filiz vermiş büyümüş, büyümüştü son defa… Bir trene bindirildi ve gitti…
Yirmi yıl kadar vardı, aynı evde ve hiç çıkmadan. Yaşanır mıydı ki böyle? Halbuki bir arabayla dışarıda dolaşabilirdi… Görebilirdi yolları, evi barkı, türlü çiçekleri, çimenleri doyasıya koklayabilirdi. Çıkmak istemedi, kimsenin onu böyle görmesini de…
O taş eve gelince… Soğuk kış günlerinde sıcacık… Kutu gibi ve tertemiz… Sabahları anne ve biricik kızı kahvaltılarını yapar, öğlen yine aynı ve akşam… Yıllar hep böyle geçerdi. Annesi yanındaydı ya… Başka ne isterdi bu hayattan? Yalnızca bayramlarda… Ne kalabalık olurdu o ev… Yetmişlik annesinin hep bir korkusu vardı ama:
“Ya ben olmasam, ne olur şu kız?”
Bir gün kalkamaz oldu işte yerinden… Gün gün eridi gözünün önünde kızının… Ve bir gün kapadı o yıllanmış gözlerini hayata anneciği… Donuk gözleri kaldı kızında…
“Ya ne olacak şimdi benim biricik kızım…”
Diye diye… Bindi o sonsuzluğa giden trene… İkinci tren de bu sözlerle ayrıldı vagonlarından…
O bayramlarda dolup taşan evden eser kalmadı. Ne de olsa, böyle günlerde unutulur insanlar… Ya kıza ne oldu? Bir bakıcı tutuldu. Annesi gibi sarıldı ona. Ya o da onu bırakırsa? Öyle olmadı. Öyle güzel şeyler oldu ki… Hayat bir anda değişti. Mesela, ilk defa tekerlekli sandalyeyle çıktı o evden… Dünyayı otuz yıl var ki görmemişti… Hayata tekrar tutunmak için yapmak zorundaydı bunu:
“Ne güzelmiş hayat… Evet… Yaşayacağım. Belki her şey güzel olacaktır artık… Belki böyle de yaşarım… Ayağa kalkarım, ne dersin?”
Diye sordu bakıcısına. Velâkin çok değil, birkaç yıl içinde o da gitti… Ve geldi ikna ediciler tayfası. Dayandı kapıya ardında hemşirelerle… Evin göz bebeğiydi halbuki o… O giderse göremezdi ki bu ev? Prensesi değil miydi bu evin hani? Prensesler böyle mi giderdi?
Kalabalık toplanmıştı etrafına “vakit kaybetmeden”. Karışıklık içinden şöyle bir cümle net olarak işitilmekteydi:
“Orada çok iyi bakıyorlar hastalara… Tertemiz. Hemşireler de var. O duydukların doğru değil. Korkma sakın… Dövmüyorlar orada kimseyi… Sakın böyle şeyler düşünme…”
Biri de yandan dürtüyordu:
“Yâhû… Bırak şimdi bu sözleri. Korkacak, gitmeyecek sonra…”
“E gitmesin…”
O taş evin önünden bir tren daha geçti… Karartılmış camlarından bakakaldı iki yaşlı göz… Donuk, anlamsız, anlamlı, boş; ama bir o kadar dolu… Şöyle bir ses duyuldu en son:
“Nereye gidiyorum?”
Ve üçüncü tren de yol aldı yavaş yavaş…
Ya oradakiler? Arkasından baktılar, baktılar… Çok uzaklardan tarlalar göründü ve otlayanlar… Baktı durdu trene ve geçti tren vagonlarını sarsa sarsa…
Huzur bahçelerinde dolaşırken güvercinler, cehennem ateşiyle ejderhalara dönüşürse ya?
Ya o kepenkler bir koca külüstür olup düşerse bir anda ne yapardı insan? Ne yapacaktı?
Yok, öyle olmadı… Kırk yıldır beklenen oldu ve yapayalnız kaldı Şükrü Bey’in ve anneciğinin mini minnacık, yumuk yumuk elleriyle kızları…
Lokum külahları nerede kaldı kim bilir…
02 Aralık 2024 21:54
02 Aralık 2024 22:54
01 Aralık 2024 19:03
01 Aralık 2024 13:19
02 Aralık 2024 13:05
02 Aralık 2024 21:30