Prof.Dr. Binnur Yeşilyaprak Yazdı
Kategori: Psikoloji-Sosyal Psikoloji - Tarih: 25 Ocak 2024 21:53 - Okunma sayısı: 1.037
Giriş
İnsanı Anlamanın Güçlüğü
İnsanı anlamak, pek çok farklı bilim alanının inceleme konusudur.. Sadece felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi sosyal bilimler değil; biyoloji, tıp, nöroloji, fizyoloji vb fen bilimlerinin uğraşı da insanı anlama hedefine yöneliktir.
İnsan, içinde yaşayıp geliştiği dış dünya ile sürekli etkileşimsel bir uyum içerisindedir. İnsan çevresinden aldığı etkileşimler sonucunda tepki verir, dünyadaki dönüşümlere uyumlanır ve tüm bunlar sonucunda öğrenerek yaşamı sürdürür. Yani insan algılayan, hareket eden, deneyimleyen, öğrenen, hisseden, duyumsayan, hatırlayan, düşünen ve yol alan bir organizmadır. Algılayan bir özne olan insanın bu dünyadaki varlığı, bedenli bir bulunuştur. Bu süreçler insanın bedenselliğinden bağımsız düşünülemeyeceği gibi sadece zihinsel faaliyetleri ile tanımlanamadığını da gösterir niteliktedir.
Descartes, bu sözüyle;
Tüm doğruların birbiriyle bağlantılı olduğunu; düşünen ve temel bir doğru bulmak için mantıkla ilerlemek gerektiğine inanarak, insanın “düşünme” yetisi ile diğer canlılardan üstün olduğunu savunur. Hayvanların akıl veya zekaya sahip olduğunu reddetmiş olan Descartes’in bu önermesini; üstün olma ihtiyacı içindeki insanoğlu da memnuniyetle kabul etmiştir!.
Descartes’in Yanılgısı
Önce S. Freud, 20.yüzyılın ilk yarısında insan davranışlarını sadece bilinçle açıklamanın ve anlamanın mümkün olmadığını ortaya atmış ve ‘bilinçdışı’ denilen ve düşünerek hatırlayamadığımız, bilinçli olarak farkında olmadığımız bir yapının varlığını savunmuştur(2). Öyle ki insanın hiç de aklıyla davranmadığı, mantıklı olarak yanlış olduğunu kabul ettiği pek çok şeyi yapmakta ısrar ettiği gözlendikçe; Descartes’ın savunduğu gibi temel ve tek bir ‘doğru’ olmadığı, herkesin kendi ‘doğrusu’ olduğu anlaşılmıştır. İnsan davranışının da ‘göreceli’ olduğu, bireyin kendine özgü biricikliği kabul edildikçe, akıl ve düşünceyi etkileyenin ne olduğu ve davranışın nasıl bir oluşumla ortaya çıktığı sorgulanmaya devam edilmiştir.
1994 yılında “Descartes’ın Yanılgısı” kitabını yazan nöroloji ve psikoloji profesörü Antonio Damasio; duygu, akıl ve insan beyni ilişkilerini inceleyerek şu soruyu gündeme getirmiştir (3):
“Biz, hissedebilen düşünen makineler miyiz, yoksa düşünebilen hisseden makineler miyiz?”
Son 20-30 yılda nöro-psikoloji konusunda yapılan pek çok araştırma ve yazılan kitaplar, bizi yönetenin ‘duygular’ olduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki; mantık (düşünce) çıkarımlara/yargılara; duygular ise eylemlere yol açar. Bir diğer ifade ile insan olarak, duygularımıza göre davranırız! Çünkü bir ‘makine’ değiliz!
Üstelik temel duyguların (sevinç-üzüntü-öfke-korku-tiksinme-şaşırma) doğuştan var olduğu; beynin düşünen parçasının, beynin duygusal parçasından ürediği (sonradan geliştiği) anlaşılınca; insanın önce hisseden, sonra düşünen bir varlık olduğu kabul edilmektedir günümüzde.
Bedenin Bilgeliği
Nörobilimin öncülerinden biri olan, Candace B. Pert;
“Bedenimiz, bizim bilinçaltı zihnimizdir” der..
Bilinçaltına bastırılmış ve ifade edilememiş duygu ve yaşantıların pek çoğu çocukluk dönemine ait olduğu kabul edilir derinlik psikologlarına göre.. Bu kuramcıların ilki olan S. Freud tarafından geliştirilen Psikanaliz kuramına göre çocukluk; kişiliğin gelişiminde temel belirleyici olan yapıtaşlarının döşendiği dönemdir. Çocukluk; aynı zamanda henüz işlenmemiş, bazen yasaklı olan bilinçdışı alanıdır. Çocukluğa dönmek, bir yetişkin olarak sahip olduğumuz birçok tutumun neden ve nasıl oluştuğunu anlamamıza yardımcı olur ve gömülü olan bilinçsizliği, bilince doğru kaydırır. Böylece geçmişi inceleyerek, ‘şimdi’yi daha iyi anlarız ve ‘gelecek’ için yeni bakış açıları oluşturabiliriz.
O halde bir yetişkin olarak yaşadığımız sorunların kaynağı çocuklukta tutulan kayıtlardır. Bu kayıtlar bedende tutulur. Bilinçaltının arşivleri bedendedir. Freud’un görüşlerinden çok etkilenmiş olan sürrealist İspanyol ressam Salvador Dali’nin çekmeceli beden resimleri, bize bu arşivleri, somut anlamda, tüm vücudumuzda sakladığımız ‘çekmeceler’ metaforu ile gösterir.
O halde, bilinçaltının şifrelerini çözmek için; bedenin bilgeliğinden yararlanmak gerekir!
Nöropsikanaliz
İnsanın doğum öncesinden başlayarak doğal ve toplumsal çevresinin bir parçası olarak geliştiği gerçeği, onun; zihin-beyin-beden bütünlüğü içinde ele alınmasını gerekli görür. İşte bu tutum ‘Nöropsikanaliz’ yaklaşımını ortaya çıkarmıştır. ‘Nöro’ kısmı beyni, ‘psikanaliz’ kısmı da zihni temsil ediyor. O halde Nöropsikanaliz; sinirbilime ve psikanalize dayanarak zihin-beyin-beden (ziben) ilişkilerini inceleyen yeni bir bilimsel disiplin ya da alan olarak tanımlanabilir (4).
Beden, tüm duyguları ve bu duyguların ilişkili olduğu tüm anıları depolar. Stresli olduğunuzda omuzlarınızın nasıl gergin olduğunu düşünün veya çok heyecanlandığınızda karnınızda hissettiğiniz kelebekleri hayal edin (örn. Aşık olduğunuzda!). Duygularımızı bedenimizde hissederiz.
Peki, bedenimiz bu hissettiğimiz veya henüz hissetmediğimiz duygularımızı gerçekten de depolar mı?
Dr.Sarno’ya göre beyin bilinçdışı duygunun (örn. Öfkenin) bilinçli hale gelmesini ve böylece hoş olmayan duygulara neden olmasını engellemek için ‘ağrı’ üretir. Bilinçdışı öfkenin kaynağı çeşitli yaşantılarda ya da kişilik özelliklerinde bulunabilir: Çocukluktaki fiziksel, cinsel ya da duygusal istismar, terk edilme ya da reddedilme, mükemmeliyetçi bir kişiliğe sahip olmak ve güncel hayat stresleri (zorlanmalar) gibi..
Bunun sonucunu bedende sıklıkla bel, sırt, omuzlar, boyun ve kollarda ya da bedenin başka herhangi bir yerinde ağrılar, spazm ve kasılmalar ortaya çıkar.. Bu durumun açıklaması şöyledir: “Ağrı beyindedir, bedende değil!”
Beden, beyinden ve onun fonksiyonu olan zihinden ayrı düşünülemez. Organizma, dolaşık bir şekilde bağlantılıdır ve birbirini etkiler. Duygular, bedendeki bir doku, organ veya kaslarda depolanan peptit adlı özel bileşimlerin salınmasını tetikler. C. Pert’e göre; ifade edilemeyen duygular bedende takılıp kalırlar, ifade edilmesi gereken gerçek duygular aslında bedende saklıdır. Yüzeye çıkıp ifade edilmeye ve böylece bütünleşip tamamlanmaya, iyileşmeye ihtiyaç duyarlar. Hissetmeden iyileşme gerçekleşmez. Duyguyu hissetmek ve anlamak, ortaya koymak ve ‘kabul’ etmek; duygunun sonunda işlendiği ve sindirildiği anlamına gelir. Duygu, bedenin daha yüksek seviyeleriyle bütünleştiğinde bilinç yüzeyine çıkar ve böylece kişi iyileşmeye başlar.
Sonuç
İnsanı anlama ve ‘iyi’ olmasını sağlama çabası farklı disiplinlerin çalışmalarının bir arada ele alınmasını gerektiriyor. Son yıllarda tıp bilimi, psikoterapi alanına daha çok yaklaşma gereksinimi duyuyor. Bedene odaklanarak ve bedenimizi dinleyerek bedenin şifrelerini çözmeye çalışırız PSİKOTERAPİ yoluyla.
Terapi sürecinde iyileşmek için; zihnimizi açtığımız gibi bedenimizi de açmamız gerekir. Ancak duyguların tamamı ifade edildiğinde, beden kısıtlanmamış bir şekilde hareket edebilir. Artık bize hizmet etmeyen düşünce kalıplarımızı, davranışlarımızı ve bedenimizde hapsolmuş duyguları terapi yaklaşımlarındaki farklı yöntemlerden yararlanarak serbest bıraktığımız noktada özgürleşiriz..
Özgürleşmeye..
B.Y.
24 Ocak 2024 Bahçelievler, Ankara.
----
Referanslar
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
03 Kasım 2024 20:23
20 Kasım 2024 20:01