Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

Din, bilim ve evrim

Din-bilim ilişkisi, geçmişten günümüze hem teologların hem de filozofların üzerinde durduğu önemli konulardan birisi olagelmiştir. Ancak son dönemlerde, özellikle görsel medyada, evrim kuramı bağlamında konunun yeniden canlı bir ilgi alanı olarak tartışma

Kategori: Bilimsel Makaleler - Tarih: 06 Temmuz 2019 20:43 - Okunma sayısı: 2.717

Din, bilim ve evrim

Din, bilim ve evrim

 

Doç.Dr.Hasan Aydın

 

 

Din-bilim ilişkisi, geçmişten günümüze hem teologların hem de filozofların üzerinde durduğu önemli konulardan birisi olagelmiştir. Ancak son dönemlerde, özellikle görsel medyada, evrim kuramı bağlamında konunun yeniden canlı bir ilgi alanı olarak tartışmaya açıldığı ve popüler düzeyde de ilgi konusu olduğu gözlenmektedir. Ben bu yazımda, bu tartışmalarda gözlemlediğim kimi eksikliklere gönderme yaparak, din-bilim ilişkisine yönelik kendi bakış açımı sunmaya, din-bilim çatışmasına yönelik yaklaşımların geri planında yatan iki temelnedenin altını çizmeye çalışacağım.

 

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, insanların yorumlarından bağımsız bir din bulunmamaktadır. Kutsal metinler, bizim dışımızda orada bulunsalar da, onu anlamaya yönelen insanların kültürleri, bilişsel yetileri, içinde yaşadıkları sosyo-kültürel koşullar, özlemleri, istemleri vb. bu anlama etkinliğine şu ya da bu şekilde etki eder. Bu açıdan, dinlerin değil de dinsel algıların ve bu algıların kurumsallaşmış ve siyasallaşmış biçimlerinin bilimsel bilgi üretimindeki rolü üzerinde durmak daha doğru görünmektedir. Kanımca, öznelleşmiş bir din algısının, din ile bilimi ayırma becerisi gösterilmişse, bilim üzerinde olumsuz bir etkisinden söz etmek çok doğru olmasa gerektir. Çünkü bu algıda, din ile bilimin konusu, yöntemi ve amacı birbirinden tamamıyla ayrılmış ve iki etkinlik farklı kategorilere yerleştirilmiştir.

 

Bu düşünceye göre, bilim, seküler düzlemde, deney ve gözlemlerden yola çıkarak dünyayı anlama, açıklama ve insan yararına dönüştürme çabasıdır. Bir takım inançlar, ahlak kuralları ve ibadetler (tapınma biçimleri, ritüeller) içeren din ise, özünde, insan yaşamını, insanın içinde bulunduğu evrenle belli ölçüde doyurucu ve anlamlı bir ilişkiye sokma çabası ve insansal işlerin yürütülmesinde bilgelik sağlama girişimi olarak karşımıza çıkar. Din, bilgi edinme anlayışında kendini vahye dayandırırken, bilim deney ve gözleme odaklanmaktadır. Bilimde betimlemeye ve açıklamaya odaklı neden ve nasıl sorularına yönelinirken, dinde tanrısal hikmete ve ereksel açıklamaya dönük niçin sorusuna yönelinmektedir. Bilimde olguları anlamaya ve açıklamaya ek olarak, onları insan yararına sunma ereklenirken, dinde insanı tanrıya yöneltmek ve onu ahlaki açıdan aşkınlaştırmak hedeflenmektedir. Öte yandan bilimde nesneler dünyası üzerinde gücümüzü artırılırken, dinde yalnızlık, umut, korku, yalıtılmışlık, yetersizlik, kırılganlık gibi psikolojik gereksinimlerimize yanıt verilmeye odaklanılmaktadır. Dinin metafizik savları sınanabilir değilken, bilimin savlarının doğruluk ve yanlışlıkları sınanabilir. Kaldı ki din, son çözümlemede, tanrıyla iletişim kurduğuna inanılan tek ya da birkaç kişinin haberlerine dayanmaktadır. Daha açık bir deyişle söylersek, tüm dinler, kendisini ortaya koyan peygamberin, ‘ben bunları Tanrı’dan aldım’ sözlerine dayanmaktadır. Temelde böylesi bir sav hiçbir sınanabilirlik niteliği taşımamakta, onu kabul öznel –duygusal bir inanca bağlı kalmaktadır. Bu yüzden dinlerde peygamberlerin güvenirlik niteliği sıklıkla vurgulanır. Ancak, hayatının büyük bir bölümünü güvenilir ve doğru olarak geçirmiş birisinin, belli bir zamandan sonra bu niteliğini yitirmeyeceğine mantıksal açıdan kimse güvenemez.

 

Aralarında bu kadar köklü fark olan bilim ile din, geçmişte ve hatta günümüzde yer yer niçin çatışmaktadır?

 

Bu durumun iki ana nedeni bulunmaktadır:

 

İlki, kutsal kitapların erekselci bir tarzda ortaya koyduğu evrene ilişkin kimi savların bilimin savlarıyla aynı statüde, aynı bilgisel değerde konumlandırılmasından kaynaklanmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse “evreni Tanrı yarattı” savı ile “evren evrimsel bir süreç sonunda oluştu” savı karşı karşıya konumlandırılmak istenmektedir. Böylelikle bilimle din çatıştırılmaktadır. Aslında dinlerin evreni Tanrı yarattı savları “masayı Mehmet yaptı” söylemine benzemektedir. Buradaki örneğimize yoktan yaratma savıyla karşı çıkılabilir; ancak tektanrılı dinlerin kutsal kitaplarında çoğunlukla yoktan değil, bir şeyden, topraktan, dumandan, ateşten, sudan vb. yaratma dile getirilmektedir. Kaldı ki, yoktan yaratma anlayışı kabul edilse bile, insan zihni için saltık (mutlak) yokluğu kavramak hiç de kolay değildir. Bu nedenle yoktan yaratmayı kabul etmek bile, bu, sonucu değiştirmemektedir. Öte yandan, yoktan yaratma anlayışı kabul edilse bile, yokun bir şey olup olmadığını tartışabilir –ki bu teolojik düşünce içerisinde de tartışılmıştır-; yoktan yaratmanın “varlık nasıl oluştu?”, “nasıl ve hangi süreçlerle yaratıldı?” sorusunu açıklamadığı ileri sürülebilir. Örneğimize geri dönersek kuşkusuz “Mehmet masayı yaptı” sözü masanın nasıl yapıldığını açıklamamaktadır. Tıpkı bunun gibi, “Tanrı evreni yarattı” ya da “Tanrı evreni yoktan yarattı” deyişi de evrenin nasıl oluştuğunu, hangi süreçlerle var edildiğini açıklamamaktadır. Zaten açıklaması da beklenemez; çünkü tanrısal kudrete gönderme yapan dinsel içerikli erekselci metinlerin böyle bir iddiası yoktur. Dinsel metinlerin tek hedefi, Tanrı’nın büyüklüğünü ve kudretini vurgulamak ve tanrısal buyruklara sorgusuz itaati sağlamaktır. Ayrıca Mehmet’in masayı (ağaç-taş-mermer vb.) farklı maddelerden yapması, türlerin sabit ve değişmez olduğunu da göstermez. Yani türleşmenin olmadığına işaret etmez. Tanrı’nın bir şeyi yarattığını dile getiren bir önermenin olgusal durumları açıklamadığını ve pratik yaşamda karşılaşılan sorunları çözmede etkili olmadığını ısrarla vurgulamak gerekir. Sözgelimi “tanrı kanseri yarattı” önermesi, ne kanserli hücrenin hangi koşullarda ortaya çıktığını, ne nasıl evrildiğini ne de nasıl tedavi edileceğini göstermektedir. Aynı durumu, tüm tarihi süreçleri tanrı yarattı önermesi için de ileri sürebiliriz. Bir tarihçinin, bütün insanlık tarihini bu önermeyle açıklamaya çalışması ve nedensel süreçleri görmezden gelmesi ne kadar saçma ise, Tanrı her şeyi yarattı deyip, süreçleri anlamaya çalışanları engellemek de bir o kadar saçmadır. Oysa bilimle evreni kimin yaptığı değil, nasıl olduğu, nasıl meydana geldiği anlamaya çalışılmaktadır. Bu nedenle, sözgelimi evrim kuramı doğal ayıklanma ve genetik sürüklenme gibi süreçlerle evrim olgusunu ve türleşmeyi açıklamaya çalışmaktadır. Bunun farkına varan kimi teologların ve kimi bilim insanlarının, örneğin teolog Tennant’ın, İslam felsefe tarihi uzamanı Mehmet Bayraktar’ın  vegenetikbilimci F. Collins’in, “evreni Tanrı yarattı” savıyla, “evren evrimsel bir süreç içinde oluştu” savının karşıt savlar olmadığını –biri metafizk alana ait, diğeri nesneler dünyasına aittir- ileri sürdükleri ve felsefî açıdan bunu temellendirmeye çalıştıkları görülmektedir. Onların da kavradığı gibi nedensel süreçleri din adına yadsımak, dini yozlaştırmak anlamına gelmektedir.

 

Bilim ile dinin çatışır durumda görülmelerinin ikinci nedeni, dinsel algının kurumsallaşması yani mezhepleşmesi ve siyasallaşmasıdır. Bu kurumsallaşma ve siyasallaşma, her şeyi bu kurumsallaşan ve siyasallaşan yapıya göre değerlendirildiği için, din-odaklı donuk bir bakışa yol açmaktadır. Böylesi bir yapı içerisinde, bir şeyin meşruluğu, dinsel kurumsal yapıya bağımlı hale gelmektedir. Bu bağlamda, Batı ortaçağında kilisenin, kendi kurumsal ve siyasal öğretileriyle çeliştiği için engisizyonlarabaş vurup bilim ve düşün insanlarına işkenceler yapıldığını anımsamalıyız. Yine doğu İslam ortaçağında, Hallâc-ı Mansûr, Mabed el-Cuhenî, Suhreverdî gibi düşünürlerin düşünceleri yüzünden öldürülmeleri gerçeğinin unutulmaması gerekir. Bu türden kurumsallaşmış dinsel öğretiler, siyasal içerik kazandıkları için, düşünce özgürlüğünün önüne engel oluşturmakta ve bu engelden bilim ve felsefe de nasibini almaktadır. Ortaçağ İslam dünyası bu açıdan ilginç bir örnek sunmaktadır. Fetih hareketleri ve Beyt el-Hikme’de yürütülen sistemli çevirilerle, pragmatik bir temelde belli bir gelişme gösteren bilim ve felsefe, sonraları kurumsallaşmış dinsel yapılar yüzünden meşruluk sorunu yaşamış, bugün adları saygıyla anılan Fârâbî, İbnSînâ, İbnRüşd gibi düşünürler kafir sayılmışlardır. Burada, bir noktanın önemle altını çizmek gerekmektedir. O nokta şudur: İslam ortaçağında, görülen bilimsel gelişimde, sanıldığı gibi İslam dininin, akla, bilime vurgusundan çok, kurumsal dini yapıdan kendisini kurtaran ve saray tarafından pragmatist amaçlarla desteklenen düşünürlerin etkisi söz konusudur. Medreseleşme ve Gazzâlici zihniyetin kurumsallaşması ve siyasallaşması sonucu, felsefî ve bilimsel düşünce, siyasal destekten yoksun kalmıştır. İslam dünyasındaki bilimsel ve felsefî gelişim bir paradigma değişikliğine yol açamamıştır. Bu açıdan, İslam dünyasında 9-12. yüzyıllar arasında gözlemlenen bilimsel ve felsefî gelişim, başat İslamî yorumdan kaynaklanmamıştır. Tersine, geleneksel kurumsal yapının dışında kalmayı başaran düşünürlerin katkılarıyla ortaya çıkmıştır. Bu durum, bilim ve felsefenin dinsel düşünce bireyselleştikçe ortaya çıktığını ve geliştiğini, ama kurumsallaşıp siyasallaştıkça yok olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, bireyselleşmiş dinsel anlayışlar, ihtiyatlı bir tutumla da olsa, evreni anlama çabasında itici bir motivasyon sağlayabilir. Ancak, kurumsallaşmış ve siyasallaşmış dinsel yapılar için aynı şey söylenemez. Bu türden yapılar, düşünce ve ifade özgürlüğünü yok saydıkları, baskıcı sonuçlar doğurdukları için bilimin ve felsefenin gelişimine her zaman ket vurmuşlar, özgür zihinleri tutsak etmişlerdir. Gerek Batı gerekse Doğu düşünce tarihi bunun örnekleriyle doludur. Tarihten ders alınmadığı için laik bir dönüşüm yaşamış Türkiye’de benzer sorunlar yeniden ortaya çıkmaya başlamıştır.

 

Burada düşünce tarihinin gösterdiği bir gerçeği daha dile getirmek gerekmektedir. Büyük bilim insanları ve filozoflar, kimileri bireysel bir tanrıya inansalar da, çoğu zaman din adamları ve halk yığınları tarafından dinsizlikle suçlanabilmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, iyi bir bilim insanı ve filozof olmanın ilk koşulu, kurumsallaşmış dinsel siyasal yapılardan uzaklaşmak ve zihni özgürleştirmekten geçmektedir. Eğer Tanrı kimilerinin dediği gibi, nesneler dünyasını anlamayı salık veriyorsa, paradoksal bir durumla geleneksel anlamda dindar olmamızı istemiyor demektir. Ya da başka bir deyişle, kurumsallaşmış dinden uzaklaştıkça, kişiler doğaya ve tanrıya daha çok yaklaşıyor ve daha çok üretiyor görüşü savunulabilir.

 

 

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Bilimsel Makaleler Yazıları