Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

ÖLÜ BİR ŞEHRİN ÖKSÜZ RUHU

 Hatice ERDEM

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 20 Aralık 2022 19:55 - Okunma sayısı: 1.135

ÖLÜ BİR ŞEHRİN ÖKSÜZ RUHU

ÖLÜ BİR ŞEHRİN ÖKSÜZ RUHU

Nefes nefese kalmış bir vaziyette gözlerini araladı. Örümcek ağı gibi yüzüne yapışmış olan, sırılsıklam, ak saçlarını geriye doğru attı. Ağzının içindeki o küflü tadı ise tiksintiyle kovmaya çalıştı. Yine aynı kâbusun pençesinde kıvranıp durmuştu, zamanın henüz keşfedilemediği düşler ülkesinde. Her gece aynı kâbusun başrolünde olmak ve her gece aynı kalp çarpıntısıyla uyanmak yaşlı kalbini iyice yormuştu. Ne bitmez bir kâbus diye iç geçirdi. Kaç zamandır uyutuluyordu, onun bile farkında değildi. Ciğerlerini sıkıştıran bu korkuyla baş etmenin yolunu bulamamıştı yüzyıllarca. Ve her geçen gün daha da katmerleşen bu duygu, adeta katran karasına dönüştürüyordu; yüreğinin buz kesmiş duvarlarını. Titriyordu eksiltili elleri ve ayakları. Bir yudum nefes almak adına, gök kubbeye salındı âmâ bakışları. Karanlık yüzünü, hiç olmadığı kadar severdi. Mutluluğun ve enerjinin simgesi sayılan güneş, onun için, utanç tablosu vücudunu ifşa eden, bir ispiyoncudan farksızdı. Bu karamsarlık kokan tercihi, daha iyi hissettiriyordu en azından. Aslında biliyordu ne kadar haksızlık ettiğini göklerin sarışın, nazlı kızına. Hâlbuki bir zamanlar yegâne dostuydu güneş: Modernlik adı altında saf bedeni başkalaştırılmadan önce... Ama ne yapsın; şimdilerde o, sarı saçlarını her savurduğunda, tahammül edemediği kusurları, daha bir kendini bilmez kahkahalara yarenlik ediyordu. Bir kırbaç gibi şaklıyordu bu kahkahalar yüreğinde. Kusurlarını kapatamamanın acısından, bu haksız söylemin kalesine sığınarak kurtulduğunu zannediyordu işte.

Bir de kışları çok severdi. Bir kadının evini süslediği, ya da eşyalarının eskimişliğini kapatmak için kullandığı danteller misali, şimdiki görüntüsünü bir nebze olsun saklar ve safiyane yanını ortaya çıkarırdı. O beyazlar ısıtırdı üşüyen yanını. O beyazlar kapatırdı irili ufaklı fazlalıklarını. O beyazlar yazardı kusursuzluğunun mısralarını. Ama ne çare ki, henüz kapısını çalmamıştı, beklediği o muazzam misafir. Gecenin, sevdiği o ihtişamlı lacivert örtüsünü göremese de ona, hala eski bir dost edasıyla gülümsediğini hissediyordu. Hâlbuki bir zamanlar, nice güzellikleri gözleri görür iken, ne hoş sohbetlere dalarlardı, zamanı durdururcasına. Yıldızlar ise onların muhabbet dolu bakışlarına hayran kalıp, daha bir mutlulukla parlardı.

Sahi yıldızlar söneli veyahut yapaylarına dayanamayıp başka diyarlara göçeli kaç vakit geçmişti, hatırlamıyordu bile. Dolunay ise buğulu bakışlarıyla selam vermeyi ihmal etmedi yine. Tam bu sırada olanlar oldu: Hüzünle titredi ayın yorgun bakışları. Gözden kaybolduğunu hissetti bir anda, semanın gümüş gerdanlığının. Gökyüzünün neye gocunduğunu çözmeye çalışırken bir çatırtı koptu, göğün yüreğinden ve boşaldı bir anda kasvetli bulutların gözyaşları. Bugün daha bir kederliydi, nedense daha bir hiddetliydi, kabına sığmayan, o hercai gönül yaşları. Son bir umutla toprağın o buram buram tüten dostane kokusunu, küf tutmuş ciğerlerine ölesiye çekmek istedi. Boğazına ise bir yumru oturdu, çaresizliğini bertaraf etmek isterken. Ancak, kederli bir iç çekişin kuyusuna düşerken buldu umutlarını. Bir çıkrık aradı kurtarmak için son umudunu; lakin bulamadı... Zelzeleye tutulmuşçasına yuvarlandığını hissetti, o dipsiz boşluğa. Toprağın yerini betona bıraktığı günden beri, o koku da göçüp gitmemiş miydi, arkasında tatlı hatıralarını bırakarak. Hala iyimser kalabildiğine şaştı.

O an zihninde bir şimşek çaktı, gökyüzündekilerle yarışırcasına. Uzun yıllardır yapmayı isteyip de bir türlü yapamadığı o elzem fiil aklına geldi: Kaçmak... Kimselerce keşfedilmemiş ve de insansız bir yere kaçmak... Aksayan bacaklarına aldırmadan telaşla heybesini doldurmak için yeltendi. Ancak bir kez daha güçsüz bacaklarının azizliğine uğrayarak kapaklandı, zihninin en kuytu köşesine... Yerlere saçılmış umudunun, hazan kırıkları battı, bedeninin her bir zerresine. Kuvvetini zar zor toplayıp tekrar ayaklandı. Ancak yaralarından sızan o tanışık olduğu ılık sıvıyı hissetti yine. Kan kaybediyordu oluk oluk can damarları. Alışmıştı artık ne de olsa ironisi çarpık bu tabloya. Kim bilir yine hangi canım sokakta gerçekleşmişti bir kıyım daha. "Ya Rabbim ne zor bir sınav verdin bana!" diye iç geçirdi. Ona da bahşedilen yazgı buydu işte: Hiç kimseye layık görülüp verilmemiş bir yazgı...

Fakat herkesin, her şeyin acısını taşımak kolay mıydı? Biliyordu yükü ağırdı. Her karışında hissediyordu canı yakılan her bir beşerin, nebatın, hayvanın ve tabiatın sızısını. Betonlar ise üşütüyordu, toprağa dokunmak isteyen tenini. Bütün duyuları alınmış, tüm uzuvları lime lime edilmişti, gün be gün. Yine de gıkını çıkarıp savunamamıştı kendisini; bu işkenceleri ona edenlere karşı...

Bu düşünce kalabalığına yenilerini eklemeden işe koyulmak istiyordu. Yoksa yine vazgeçişin elleri yakalayacaktı, budanmış kollarını. Telaşla sakladığı yerden çıkarıp eline aldı, hiç kullanamadığı, evladiyelik, eprimiş heybesini. Çünkü her seferinde doldurduğu gibi gerisin geri boşalttırmıştı pişmanlığın ayak sesleri. Ama bu kez kararlıydı; çünkü, vicdanı hiç olmadığı kadar derin uykudaydı. Onu uyandırmadan, kırılacak bir kristal gibi nazikçe tuttuğu hatıraları, birer birer yerleştirmeye başladı. Heybesi dolduğunda ise elemle hatıralarına baktı. Ve bir kez daha hayret etti: Yüzyıllardır biriktirdiği hatıraların cüssesi ne kadar da gülünçtü. Katanlar ve de çalanların evreninde, bana da düşenler bu olsa gerek diye düşündü. Acı bir tebessüm dalgalandı delik deşik olmuş yüzünde. Bunu da es geçti, gocunmaya hakkının var olup olmadığını kestiremeyerek. Aklına bir şey gelmiş gibi kıpırdandı ve heybesindekileri tekrar kontrol etme ihtiyacı duydu: Eksik bir şey olup olmadığına dair... Vefakâr şairlerin ona adamış olduğu birkaç düzine şiir, bahsi geçtiği romanlar, onu elden ele dolaştıran ve çehresine güzellikler katıp onu dünyaya tanıtan yöneticilerin fermanları, onu desen desen süsleyen mimarilerin baş mimarlarıyla hasbihalleri, sokaklarını savunan nice yiğitlerin kanı, envaı çeşit çiçeklerinin kokusu, kuşlarının neşeli cıvıltıları, garip anaların duaları, bağrı yanıkların sevdaları, ekmeğini helalinden kazananların nidaları...

Hepsi bu kadar mıydı? Unuttuğu bir şeyler olmalıydı mutlaka. Neden sonra iyi insanlar ve çocuklar aklına geldi. Evet, yanılmıyordu; ona, güzel yürekleriyle dokunan küçük ve büyük insanlar da vardı bu kâinatta. Geçmişte, toprağının bereketli harcını ekip biçen, ona gözü gibi bakmış olan güzel insanları nasıl da unutmuştu. Tabii bir de geçmişin şen çocukları ve de şimdilerde ancak varoşlarının ara sokaklarında oyunlar oynayan çocuklarla geçirdiği güzel hatıraları da koymalıydı heybesine. Bu kez kasvetle gölgelenen çehresi, bir nebze olsun aydınlandı. Memnuniyet dolu âmâ bakışları eşliğinde, heybesini kamburlaşmış omzuna yükledi. Hayal kırıklıklarını ise aceleyle ceplerine yerleştirdi. Şimdi içi daha rahat bir şekilde elveda diyecekti insanlar âlemine. Hangi adrese gideceğini bile bilmeden, belirsizliğin dibine doğru yol aldı. Vefasız insanlarla bir daha yüreğinin kesişmemesi ümidiyle, sevdiklerine elveda dedi.

Ancak bazı sesler işitmeye başladı. Onu ele geçiren yüzlerce çift gözden ise habersizdi. Hiç oralı olmadı. Kararı kesindi; bu kez kurtulacaktı: Onu hem koca bir yerleşkeye çeviren hem de her saniye budayıp, dirhem dirhem azaltan; bu insanlık hastalığından. Ancak yüksek perdeden gelen yakarışları duymazdan gelemedi. Durup dinledi bir kaç dakika; tiz ve tok sesler senfonisini andıran, aynı zamanda da kulaklarını tırmalayan sesleri. Maalesef kederine bir yenisi daha eklendi. Umudu bir kez daha yerle yeksan oldu. Çünkü bu sesler, kaçmak isteyip de bir türlü kurtulamadığı kötülerden başkasına ait değildi. Eksiltili parmaklarıyla kulaklarını tıkadı; ama nafile... Bu tehditkâr cümleleri duymamak ne mümkündü! Onları bırakıp gitmemesini istiyorlardı edepsizce.

"Sen gidersen biz ne yaparız? Mahallelerinde daha dökülecek onca kan var. Daha gök delenlere çevrilecek toprakların, sökülmemiş ağaçların var, hala nefes alabiliyorsun, suyunu bitiremedik, kirletemedik yeterince. Geçmişinin saf görüntüsünü değiştiremedik gönlümüzce. Henüz kanına girilecek nice masumların var, kandırılacak nice sabin var. Henüz iyiler bitmedi anlamıyor musun? Bizden habersiz göçmek de ne haddine! Hem sen de göz yummadın mı sana yapılanlara? Sen de bizlere şahitlik etmedin mi?"

Ar etmeden nasıl da incitiyorlardı yamalı ruhunu. Yamalarının birer birer söküldüğünü hissetti. Kulaklarını yırtan bu çatırtıya dayanamıyordu. Vicdanı ise inlemeye başlamıştı; ha uyandı ha uyanacaktı. Son bir gayretle, onları alt edip sıvışmaya çalıştı. Ancak beklediğinden daha fazlaydı kötülerin sayısı. Gün be gün artmışlardı. Sonra her biri üzerine çullandı. Kaçış yolu kalmamıştı artık onun için. O heybetli, güçlü görüntüsünden eser kalmamıştı. Bedenini süsledikçe; ruhunu yaşlandırmışlardı. Bedenini büyüttükçe; ruhunu küçültmüşlerdi. Milyonlarca kemirgenin dişlerinin gıcırtısına, kendini teslim etti. Hiç itiraz etmeden, kendini savunmaya bile gerek duymadan, öylece bıraktı kendini; kadir kıymet bilmezlerin susamışlığına. Dilini lâl etmemiş olsalardı, belki verecek cevabı vardı ama mecburen sükûtun dilinden medet umdu. Sadece iki damla hüzün düştü, topraksız bağrına.

Geriye kalan fazlalıklarından da böylece kurtuldu. Etrafa saçılmış her bir uzvu, ona, sitem eder gibi baktı son kez. Göçüp gitmesine izin vermemişlerdi işte bu yaşlı şehrin. Ancak bedenini bin parçaya bölseler bile ruhunu gizlediği yerden çıkarıp bulamamışlardı. Kalabalık çekildikten sonra ruhu, saklandığı yerden küskün bir dost gibi, can çekişerek çıktı. Ortamın hazin görüntüsünden anladı yapması gerekeni. Yerine getirilmesi gereken bir vasiyet saçılmıştı ortalığa. İğreti duran dikişlerinden birer birer kurtuldu böylelikle. Ve savurdu bin parçaya bölünmüşlüğünü, ummanların yanık bağrına. Deniz ise daldığı hülyalardan sıyrılırken, ne olduğunu anlamadı bile. Bu kez gafil avlanmıştı. Ölmüş bir şehrin ruhunu farkında olmadan saklamıştı koynuna. Birden bire kabardı, kudurdu siyaha boyanan mavi. Bir Ah u figan koptu koca ummanın derinliklerinde: Bu taşınmaz yük bana mı düştü! diye. Bir şehrin daha, acı hatıralarını barındıran hikâyesinin sonunu yazdı, elinde olmadan. O günden sonra, her bir ölmüş şehrin ruhunun ağırlığından küstü, vefası eksik insanlığa. Ve yükünün bir kısmını paylaştı üzerini örten gökyüzünün lacivert yorganıyla. Bir kalem de ona verdi; her gece bu hicran dolu hikâyeye, bir kaç hüzün dolu kelam eklesin diye. Ve böylece ayın aksı düştü ummanların koynuna. İki lacivert arasında yazıldı her gece: Ölü bir şehrin, öksüz ruhunun hikâyesi...

Hatice ERDEM

Yorumlar (2)
Hatice ERDEM - 24 Aralık 2022 00:09
Çok teşekkür ediyorum.
Hasan Hüseyin Dayan - 21 Aralık 2022 19:35
Tebrikler hocam.. zevkle okudum
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları