SERPİL ARI YILMAZ
Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 18 Ekim 2021 20:13 - Okunma sayısı: 2.764
ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR
Güneş tepeden bütün kızgınlığıyla ateşten mızraklarını saplıyordu toprağa. Toprak kupkuruydu. Kuşlar ağaçların yapraklarının gölgesine saklanmış ortalık ıssızdı. Dereler bile çekilmiş günün bu saatinde adeta pusmuş gibiydi. İnsanlar, havanın sıcaklığından işleri olmadıkça evlerinden çıkmıyorlar, işleri varsa da ya sabahın ya akşamın seher vaktini bekliyorlardı. Uzakta bir iki kişinin konuşmaları sesleri geliyor ama ne dedikleri anlaşılmıyordu.
Bu saatte sadece bir kişiyi yakıyordu güneş o da Sitem Bebek'in mezarının dibine oturmuş, kupkuru toprağını avuçlarına almış Hicran’dı.
Sitem'in ölümün üzerinden aylar geçmişti. Hicran içinde ki o kadar geçen zamana rağmen hâlâ yangını dindirememiş, hatta bu yangın evrilmiş de evrilmiş yüreğine sıçramış, ruhunu da sarmıştı. Yaşadığın sürece. Evlat acısının tarifi insanın içini boşaltan koca bir boşluktur. Kalan bedenin de an be an tutuşması...
Sitem’in kucağında öldüğü anları hafızasından bir türlü çıkartamıyordu Hicran yine Sitem’in mezarı başında o güne gitmişti. Hicran, yetiştiremedim, yetişemedim yavruma deyip deyip sel oluyordu gözyaşları her defasında.
Sitem bebeği toprağa vermeye gelen üç beş konu komşu dışında kimse yoktu mezarlıkta. (Mantık hatası var. Mezarlıkta tek başına iken bir hava vardı başlangıçta. Sonra mezar yeniyse toprak kupkuru olmamalı) Hicran ve kızlarıydı sadece. Hele ablası Ayşe yiyip bitirmişti kendini, ikinci annesi oydu çünkü Sitem’in, Hicran’ın yetişemediği her yerde Ayşe annelik yapardı küçük Sitem’e her şeyi ile o ilgilenirdi. Şimdi Sitem sitem diye yeri göğü inleten Ayşe...
Mezarlığa gelen kadınlar sadece ağlayan Hicran ve kızlarına bakıyorlardı. Hiç ağlayan görmemiş, hiç yakınlarını kaybetmemiş, hiç acı nedir bilmezlermiş gibi hem de...
Kendi aralarında da konuşmayı ihmal etmiyorlardı üstelik
-aman daha el kadar bebek ağzı yok dili yok ne olacak bir daha doğurur gibisinden.
-Diğer kadın da onaylıyordu başıyla dediklerini
-sanki dalyan gibi oğlanı mı verdiler toprağa alt tarafı bir kız bebek...
-Ana demedi, baba demedi yazgısı böyleymiş işte Allah verdi Allah aldı.(????)
-Adından belliydi bebeğe bir şey olacağı
Sitem diye isim mi olurmuş? Sen Allah’a sitem eder adını da Sitem koyarsan olacağı bu olur diyordu başka bir çok bilmişte.
Hicran ve kızlarının bu konuşulanları dinleyecek mecallari yoktu. Konuşanlarda fısır fısır fısıldaşıyorlardı zaten isteseler de duyamazlardı.
Salih mezardan az ötede durmuş hicran ve kızlarına bakıyordu. Erkek adam ağlamaz diye beyinlere kodlanmış bu anlamsız şartla; Salih, gözyaşlarını içine akıtıyordu. İçi yanıyordu Salih’in ama etrafından utandığından tutuyordu kendini. Arada bir Hicran'ın söylediği bir iki sözcükle gözleri dolup taşsa da.
Nihayetin de “erkek adam ağlamazdı”
İnsanlar mezarlıktan yavaş yavaş çekilmeye başlamıştı. Bir iki Kadın komşusu gelip Hicranı kollarından kavradılar. Mezarın başından kaldırmaya çalıştılar bu aslında Hicranın acısını dindirmek için falan değildi yorulmuşlardı ayakta beklemekten Çünkü her zaman ki gibi ateş sadece düştüğü yeri yakıyordu...
Hicran ve kızları kollarından tutan ve mezarı başından uzaklaştırmak istedikleri Kadınlara ağlayarak
-Sitem çok küçük o burada yalnız kalamaz
-O, burada tek başına korkar, ağlar
-Acıkır O, toprağın altında üşür deselerde
dinletememişler çekiştire çekiştire mezarın başından sürüklenip kaldırılmışlardı.
Eve gelmişlerdi ağlaya ağlaya...
Eve geldiklerinde köyün cenazeye katılmayan eşrafı da toplanmıştı avlularına.
Köylüye karşı Adını sanını küçük düşürmemek için Osman Ağa iki kurbanlık iki de yemek yapacak kadın yollamıştı oğlunun evine.
Mezarlıktan ahali gelene kadar kurbanlar kesilmiş yemekler kurulan ocaklarda pişirilmişti.
Torunun cenazesine katılmaya tenezzül etmeyen Osman Ağa, elinden geleni yapmıştı vicdanını rahatlatmıştı.
Avluya doluşan ahali boş buldukları yerlere çökmüşlerdi.
Hicran
-Sitem gel gitme annem, koyma beni bu derdinle diye ağlamaya devam ediyordu çöktüğü duvar dibinde.
Kızlar etrafına dizilmiş ağlaşıyorlardı hala.
Bir kaç komşu da katıldı ağlayamaya onların bu hallerini görünce. Ağlayanlardan birisi de çocuğunu bir kaç sene evvel saçma bir kaza da kaybetmişti. Aklına o gelmişti Hicranın sözlerini ağlarken söylediği sözleri işitince.
Diğerinin de yakın zaman da anası ölmüştü ve o da anasını düşünerekten katılmıştı bu senfoniye...
Bir iki kişinin de gözlerinden bir kaç damla yaş düşmüştü.
Bunlardan birisi de dün akşam kocasıyla kavga etmiş bunun üzerine bütün gece kocası olacak alçağa beddualar yağdırmıştı o da ona ağlıyordu esasında.
Ağlayanlar arasında bir kaçta genç kız vardı sevdiklerine kavuşamayan...
Bir yaşlı kadının sesi geldi sonra bu kar hepimizin başına yağacak ey ahali diye bağırıyor, söylediklerine kendisi bile inanmak istemiyordu esasında.
Yaşlıydı ve korkuyordu yakında beni de kara toprağın altına koyarlar diye.
Sadece Hicrana uzun zamandır yarenlik eden Zeynep kadın Hicranın acısını yüreğinde hissediyordu ve onunla beraber acısını yaşıyordu.
Derken evin dört bir tarafına bez sofralar açılmaya başladı. Tabak tabak, konan yemekler el birliğiyle sofraya dağılıyordu. Başka zaman bir insana bir yudum su vermenin üşengeçliğini yaşayan kadınlar cenaze evinde var güçleriyle sofraya yardım telaşına girmişlerdi. Sevaptı çünkü cenaze evinde hürmet etmek...
İki kurbanın eti haşlanmış, pilavların üzerine konulup açılan sofraya gönderiliyordu. Pilavı bir kadın; etleri bir kadın koyuyordu kazanların başında.
Birisi çay koyuldu mu diye soruyordu...
Birisi ayrana buz yok mu diyorken
diğeri tuz ile karabiber nerede diye bağırıyordu...
Başka birisi etin çok olduğu tabağı önüne çekme gayretinde...
Bir diğeri çocukları için yemek ayırma telaşındaydı...
Netice de cenaze evlerinde bir kaç gün yemek verilir bu nedenle de evde yemek yapmak zorunda kalmazlardı köyün kadınları. işi gücü bırakıp söz de yas için bulunurlardı ama işin aslı dedikodu için toplanırlardı buraya. Ama sorsan sevabına geliyorlardı oraya, cenaze sahibinin böyle bir gün de yanında olmakta sevaptı çünkü...
Hem evde niye yemekle uğraşsınlardı ki bu yemekler ölünün sevabı için yapılıp yedirilirdi değil mi ya? Bir de evde yemek mi yapsınlardı...
Bir telaş bir koşuşturmadır etrafı sarmıştı.
Hicran feryadına devam ediyor bir yandan da evinin avlusunda ki koşturmayı izliyordu. Yemeğe bir iştahla oturmuştu bütün ahali, kaşıkların sesinden bir melodi bile çıkıyordu. Birisi deyip birisi kalkıyordu tabaklara.
Bir kadın sesi duyuldu sonrasında
-Turp yok mu turp ! Pilavın yanında iyi olur yemesi diye de bağırıyordu.
Hicran kalkıp avluda kim varsa konmak istedi turp yok mu diyen kadının sesini işitince.
Sonra kalakaldı oturduğu toprak zeminin üstüne. İçinden bin küfür savurarak...
Önce erkeklerin sofrası açılmıştı. En iyi etler pilavların üzerinde erkeklerin sofrasına gönderilmişti.
Yemeğin başında duran kadın müdahale ediyordu yemekleri taşıyanlara etleri bol olan tabakları erkeklerin tarafına götürün diye tembihte buluyordu.
Neden erkeklerin tarafına daha iyi ve daha çok yemek gönderilmesi gerekiyor diye de bir Allah’ın kulu sormuyordu.
Çünkü gelenekler böyledi. Cenazeler de düğünlerle de ilk önce sofraya erkekler oturur yemeğinde en iyisini yerlerdi. Çocuklar, köşelerden bakarlardı o sofralara oturmaya cesaret edemezlerdi. Çocukların hatta kendi çocuklarının bile gözleri önünde kaşıkları sallarlardı önlerinde ki yemeklere de bu çocuklar da yemek yediler mi diye sormazlardı!
Cenaze de ki yas da umurlarında olmaz
Kendi aralarında sohbetlerine yemek esnasında devam ederlerdi.
Bu sohbetlerin konusu da “ya yavuz bir it” ya topladıkları mahsul ya da ağanın bu yıl ambarına giren tonlarca tahıl olurdu. Arada bir her köy de olduğu gibi bir sofu dini sohbet açmak istese de onu da susturur ya da bir süre sonra o kişi de yavuz it sohbetine dahil olurdu.
-Falanca köyde bir kırma it var ki sanırsın tazı!
Böyle mi hızlı koşarmış bir it!
-He yaaa onu bende duydum diye devam ediyordu ağzının kenarından bulgurlar saçarak bir adam...
Bir başkası, kaşığı pilava çaldığı yerde bir doğursa da biz de alsak onun eniklerinden bir tane diyordu.
Sofranın diğer tarafında da konu mal mülktü.
Allah verdiğine veriyor Osman Ağa iyi mahsul aldı bu yıl, doldurdu ambarlarını
buğday, arpa ile yüksek sesle diğerlerine duyuruyordu. Görende Osman Ağanın ortağı sanar şunu diyordu bir başkası.
Bir diğeri kızı kaçan bir adamın namusunu temizlemeden hala ortada dolaşmasının rahatlığından, rahatsızlığını dile getiriyordu. Çevresini de galyana getirmek için.
-Namus elden gidecek yakında kötü örnekler başımıza bela olacak diyerek köylünün de nabzını ölçüyordu.
İşin Aslı ise o kaçan kızı uzun zamandır oğluna istemeyi düşünüyordu ama kendisi isteyene kadar da kız başkası ile kaçmıştı. Kızı başkasına kaptırmanın ateşi ile de şimdi cemaatte ahlak bekçiliği yapıyordu.
Bir kaç kişinin ise konuşulan hiç bir şey umurlarında değildi onlar sadece önlerinde ki yemeği yiyorlardı.
Salih’te sofranın bir köşesine zorla oturtulmuştu bu konuşulanları zorla dinlemek zorunda bırakılmıştı.
Etrafına bakıyordu Salih, içinden kendini dışarıya atmak geçiyorsa da yine gelenekler zincirliyordu olduğu yere bedenini. Ayıptı çünkü cemaat kendisi için gelmişti, acısına ortak olmaya ve ellerinden geldiğince acısını dindirmeye...
Ama Sitem bebeği ne aklına getiren vardı ne de nasıl oldu da öldü diye soran...
Ne Salih’i bir baba olarak gören ne de sitemi insan yerine koyan.
Konuşamayan daha koşamayan, ana, baba diyemeyen bir bebeğin nesini soracaklardı.
Şu Salih’te amma akılsız diye Salih’in üzülmesinin dedikodusunu yapan bile vardı erkekler arasında.
-Karıyla bir daha yatar, seneye bir tane daha yapar. Ne üzülüyor ki bu kadar diyordu birisi birinin kulağına
Diğeri belki bu defa Allah acır da bir erkek bile olur belli mi olur? Vardır Rabbimin bir bildiği...
-He ya haklısın diye öbürü de onu onaylıyordu.
Hicran dışarı da Salih içeri de etraflarında toplanmış kuru kalabalık yüzünden acılarını bile yaşayamıyorlardı. Kızları zorla da olsa bir şeyler yemişler annelerinin yanlarına oturmuşlardı onlar da etrafta dönüp duran köyün tanıdık yüzlerine bakıyorlardı. Sitemin büyüğü Songül Hicran’ın kolunun altında uyuyakalmıştı olduğu yerde. Minicik bedeni bu kadar acıyı kaldırmamıştı zayıf düşmüştü. Ama uyuyor olması da kimsenin umurunda değildi. Tıp kı uyanık olduğunda kimsenin umurunda olmaması gibi.
Her gün bir kaç konu komşu birleşip cenaze evinde birbirlerini ağırlıyorlardı. Yemekte hemen her gün aynı yüzler vardı sofrada evlerinde yemiyorlarda bir etkinliğe katılmış gibi Hicranların evinde yeyip içiyorlardı getirdiklerini. Hicran ve ailesi bir şey de diyemiyor bir köşe de evlerinde bir yabancı gibi etraflarında ki olanı biteni izliyorlardı.
Bir hafta içinde de herkes gözleri kuru geldikleri gibi evlerine gitmişlerdi.
Cenaze evinde kimse kalmamıştı.
Hicran, Salih ve kızlar evlerinde ki odalarında sessizce oturuyorlardı. Kimse kimseyle konuşmuyor herkes önünde ki kilimin desenlerini izliyordu.
Ayşe yatakları açayım mı anne diyecek oldu derken vazgeçti. Annesinden ses gelinceye kadar oturmaya karar verdi. Songül:
-Çişim geldi dedi Ayşe ablasına.
Ayşe kız kardeşinin elinden tuttu ve dışarı da ki tuvalete götürdü. Diğer kızlar bir annelerine bir babalarına bakıyorlar ama onların acılarını hissettikleri için ses etmeden oturdukları yerde büzüştükçe büzüşüyorlardı dizlerini karınlarına doğru çekip çenelerini üzerine dayayarak.
Bir süre sonra Hicran oturduğu yerden kalkmış yatakları açmış ve her biri bir köşede uyuyan kızlarını kucaklayıp yataklarına yatırmıştı.
Salih ile baş başa kalmışlardı. Ama yine de konuşmuyorlardı.
Hicran odanın küçük penceredesinden dışarı karanlığa bakmıştı. Gözlerinden yaşlar aka aka şimdi o soğuk mezarın içinde üşümüyor mu benim küçük Sitemim diye geçiriyordu içinden.
Sabah bir davul zurna sesi ile uyandı Evin bütün ahalisi ne olduğunu anlayamadan hepsi yataklarının içinde oturur vaziyette birbirlerine bakıyorlardı. Davul’un tokmağı var gücüyle davulun derisiyle buluşuyordu. Zurna’nın da ne çaldığı belli değildi ama en tiz sesi olabildiğince bastırıyordu zurnacı.
Hicran daha taptaze acısıyla yanıp tutuşurken, üstelik evlat acısı hiçbir şeye benzemez diye yüzyıllardır efsaneler yazılıyorken bu acıya, yan komşunun on gün geçmeyen cenazelerinin üzerinden davul zurna getirip kapılarında çaldırması da ne demek oluyordu şimdi.
Salih’e baktı Hicran
Salih,
-dün gelip benden izin istediler haftalar öncesinden belliydi bu düğün bizde biliyorduk oğullarını evlendireceklerdi zaten dedi. Davet etmişler herkesi ertelememiz mümkün değil dediler izin istediler bende seslenmedim. Kendileri düşünmemişse ben ne diyeyim. Hem izin vermek sakalının altından geçmek zaten izin vermesen ne yazar yine bildiklerini yapmazlar mıydı sence?
Hicran seslenmedi Salih’e
Haklıydı Salih on gün önce çocuğunu toprağa veren bir babadan izin istenir miydi? Aklı selim olan bir insan bunu yapar mıydı yapmazdı elbette diye düşündü.
Kızlar yaşlarının gereği doğal ortamlarına daha hızlı dönüş yapıyorlardı hatta en küçük davulun sesiyle mutlu bile olmuştu. Yine Ayşe’ydi bu konu da annesini gibi düşünen.
Allah belalarını versin bu gamsızların diye söylenerek kalmıştı yatağından.
Öğleye doğru kalabalık yavaş yavaş gelmeye başlamıştı Hicranların kapılarının önünde çalan Davul Zurnanın sesine.
Bir hafta önce cenazede bulunan bütün yüzler şimdi düğündeydiler. Giyinip, süslenip gelmişlerdi düğüne hatta düğün evinin yan tarafında ki Hicranların evinin varlığını bile hatırlayan yoktu. Düğün sahibi kadın ilk oğlunu evlendiriyordu. Köyün diğer tarafından akrabaları olan Sarı Mustafa’nın ilk ve tek kızıydı alacakları gelinde. Kaynana olacak Sıdıka kadın her gelen misafirin karşına elinde ki iki mendille oynayarak gidiyor ve yaşadıkları yöreye ait bir gelenek olan zılgıtı gelenler için kuvvetlice çalıyordu. Bu zılgıt, misafirler içindi düğüne geldikleri için mutlu olduğunun işaretiydi köy yerinde. Gelenler hemen oturtuluyor aradan geçen üç beş dakika içinde onlar da halaya katılıyorlardı. Netice de yine atalarımız boş durmamış her işe bir söz buldukları gibi bu yaşananlar içinde “Ölüye giden ağlar, düğüne giden oynar” diyerek yaptıkları eylemleri sözleriyle desteklemişlerdir.
Koca bir halay kurulmuştu Hicranların evin önünde köyün başka bir yerinde de yapılabilirdi bu düğün ama köyün en düz ve halaya en elverişli alanı burasıydı. Netice de izinde almışlardı Salih’ten o sebeple mesele kalmamıştı. Hicran’da alınırsa alınsındı zaten onun alınmadığı ne vardı ki kibirlinin tekiydi köyün diğer kadınlarının gözünde.
Cuma’dan başlayan düğün üç gün sürmüştü. Halayda ki ahali yemekler hariç bir de ezan okunurken halaya ara vermişlerdi sadece. Ezan okunurken günahtı netice de oynamak, hem isabet oluyordu azıcık soluklanıyorlardı bunu fırsat bilerek. Gençler halayda var güçleriyle tozu dumana katarak oynuyorlardı. Hepsi halay başı olmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Köyün bekar kızları, köyün bekar erkeklerine halayda kur yapmayla meşguldüler erkeklerde bunu fırsat bilip mendil ellerinde halayın orta yerinde var güçleriyle acayip hareketler yapıp oynamakla... kimin umurundaydı ölen, kimin umurundaydı kalan...
Ateş düştüğü yeri yakıyordu her zaman ki gibi...
Dünya’nın dengesizliği yuvarlaklığından geliyordu.
İnsanların gamsızlığı da çiğ sütü bile içmelerinden...
Ne geniş bir canlı türüydü insan...
Heybesinde her şey vardı...
Hicran üç gün boyunca odadan çıkmamıştı boş beşiğini izleyip durmuştu Sitem’in, ilk doğduğu günden o yağmurun altında kucağında öldüğü güne kadar her günü tek tek yaşatmıştı beynimde, ön de iki de dişi çıkmıştı geçen ay gülünce gözlerinin içi gülüyordu sesi kulaklarındaydı hala Sitemin ama gitmişti işte yokluk onu alıp götürmüştü elinden.
Hicran, mezarının başında avuçladığı Sitemin toprağını parmaklarının arasından akıtırken geçmiş bir kez daha gözlerinin önünden geçip gitmişti. Eğildi öptü mezarının taşını Sitem’in. Kafasını kaldırdı ve güneşin yakıcı sıcağına bakıp
-Bağışlayıcı olmuyor Bağışlayıcı deyip kalıp gitti mezarlıktan ve köyünün yolunu tuttu altı aydır her gün yaptığı gibi...
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
09 Kasım 2024 12:57
01 Kasım 2024 21:43
20 Kasım 2024 20:01
03 Kasım 2024 20:23