BİROL ALĞAN
Kategori: Eğitim Bilimleri - Tarih: 21 Eylül 2021 20:01 - Okunma sayısı: 2.014
Prof. Dr. Ruhi Sarpkaya İle Öğretmenlik, Eğitim Yöneticiliği ve
Eğitim Politikaları Üzerine Söyleşi
Birol Alğan: Sayın hocam öncelikle bu söyleşiye zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.
Birol Alğan: Sizce gerek dünya genelinde gerekse Türkiye’de eğitim politikalarının belirlenmesinde etkili olan faktörler nelerdir?
Ruhi SARPKAYA: Eğitim politikasının belirlenmesi aslında çok yönlü olarak değerlendirilmeli. Hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde eğitim politikasının belirleyicileri başat olarak siyasi otorite, devletin resmi ideolojisi, ekonomik yapı, eğitime ilişkin felsefi ve sosyolojik tartışmalar, teknoloji ve eğitimin tüm bileşenleri (öğretmenler, yöneticiler, öğrenciler, veliler, sendikalar ve diğer sivil toplum kuruluşları) şeklinde karşımıza çıkıyor. Elbette bu belirleyicileri saydıklarımızla sınırlamak mümkün değil, çünkü biliyoruz ki eğitim diğer toplumsal değişkenlerden ayrı, bağımsız bir olgu olarak ele alınamayacak kadar yaşamın içerisinde yer alıyor. Daha özlü söylersek, eğitim, bir üst yapı kurumudur, bu nedenle de içinde bulunduğu sosyo-ekonomik yapıya göre şekillenir. Ancak buradaki ilişki diyalektiktir, eğitimin de sosyo-ekonomik yapıyı dönüştürme gibi bir gücü olduğunu unutmamak gerekir. Zaten eğitimin iktidarlar için vazgeçilmez olmasının temel nedeni budur. Eğer iktidarlar, var olan düzeni sürdürmek için eğitimi bir araç olarak kullanmazlarsa, uzun vadede iktidarlarını kaybedeceklerdir. Bu nedenle, eğitim her zaman iktidar kavgalarında önemli bir politik mücadele alanı olmuştur.
Özellikle 1970’lerde yaşanan değişimler ve sonrasında 1980’lerden sonraki hem makro hem de mikro düzeyde kapitalizmin ve küreselleşme olgusunun yarattığı dönüşüm, giderek politikaların belirlenmesinde merkezde başat değişken olarak ekonomik yapının ele alınması eğilimini doğurmuştur. Gerek piyasanın ulusötesine açılışı, gerekse AB, OECD, WEF gibi örgütlenmelerin de etkin rol oynaması ile eğitim politikalarının belirlenmesinde ekonomik yapı gittikçe ağırlığını hissettirdi ve halen de bu etkileri görebiliyoruz. Özellikle makro düzeyde uluslararası kuruluşlar ve örgütlenmeler tüm dünya ülkelerinin eğitim politikalarının belirlenmesinde ciddi bir etkiye sahip. Benzer durum Türkiye için de geçerli. Temel eğitimden üniversiteye ve hatta yaşamboyu öğrenme ortamlarına kadar piyasayı önceleyen, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda insan yetiştirmek üzere kurgulanmış bir yapıdan bahsetmek mümkün. Bu durum da eğitimin temelde bireyin özgürleşmesini sağlama işlevine dönük olmaktan çok, bireyleri seçme, eleme, belirli rollere hazırlamak gibi daha dar bir alana sıkışmasına hizmet ediyor.
Öte yandan siyasi otorite de eğitim kavramının ortaya ilk çıkışından bugüne – her ne kadar önceki dönemlerde adı siyasi ideolojisi olmasa da – eğitim üzerinde belirleyici bir role sahip olmuştur ve eğitim iktidarların, yönetici sınıfların varlıklarını devam ettirmesi ve kendine bağlı insanlar yetiştirmesinin temel bir aracı olarak varlığını korumuştur. Günümüzde de bu yapının değişmediğini görüyoruz. Bildiğimiz gibi eğitim ideolojik bir süreç ve burada önemli olan ideolojinin neliği ve eğitimi nasıl şekillendirdiğidir. Ortaçağ ideolojisi mi 21. yüzyılın sosyo ekonomik koşullarına uygun bir ideoloji mi? Çatışmanın kaynağı tam da burası. Bu noktada devletin resmî ideolojisi ile hükümetlerin ideolojilerinin arasındaki farklılığa da önemle değinmek gerekiyor. Ülkemizdeki eğitimin yasalarda tanımlı temel ideolojisine ve uygulamadaki ideolojiye baktığımızda bu farkı görmek mümkün. 1940-1954 yılları arasında Anadolu’nun aydınlatılması ve kalkındırılması fikri ile ortaya konan ve bu amacında da yaşadığı sürece çok başarılı sonuçlar alınan Köy Enstitüleri örneğini bu noktada verebiliriz. Ancak sonrasında özellikle dışa bağımlı bir ekonomiye geçiş ve bununla birlikte toplumda muhafazakâr düşüncenin yaygınlaşması ile devletin ideolojisinin ağırlığının yerini giderek hükümetlerin ideolojisinin ağırlığının almasına yol açmıştır. Bugün de bakıldığında benzer bir durum söz konusudur. Anayasada açıkça bilimsel, laik ve fırsat eşitliğinin benimsenmesine karşın, hâkim siyasal yapı kendi ideolojisini merkeze alan uygulamalar gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla ülkemizde eğitim politikası belirlenmesi sürecinde hâkim siyasi ideoloji başat bir konuma gelmiş durumdadır.
Eğitimin anlamına, işlevine ve amacına ilişkin felsefi ve sosyolojik tartışmalar da politika belirlemenin temelinde yer alması gereken bileşenler olarak değerlendirilebilir. Bugün eğitim kavramına yüklediğimiz anlam ne Antik Yunan’daki, ne Roma’daki ne de feodal dönemdeki eğitim kavramı ile aynı içeriğe ve amaca sahip. Toplumsal, ekonomik, teknolojik yapıdaki dönüşümler, tüm dünyada eğitimin anlam ve içeriğinde de değişimi zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla hem mikro düzeyde hem de makro düzeyde eğitime ilişkin felsefi ve sosyolojik tartışmaların da politika belirleme sürecinde merkezde yer alması gerekmektedir. Günümüzde bu duruma bakıldığında sosyolojik ve felsefi tartışmaların halen önemi ve işlevinden bahsetmek mümkün olsa da daha çok az önce sözünü ettiğimiz ekonomik ve ideolojik kaygıların bu tartışmalardan daha ağırlıklı olarak başat kabul edildiğini görmek mümkün.
Teknoloji ve bilimdeki gelişmeler de eğitimin içeriğinin belirlenmesinde önemli bir role sahip. Bunun en çarpıcı ve güncel örneği artık okullarımızda kod yazma, internet okuryazarlığı, bilgi, iletişim teknolojileri öğretimi gibi öğrenmeyi ve yaşamı giderek dijitalleştirmeye dönük çalışmaların yapılıyor oluşu. Elbette ki bu dönüşüm yaşanacaktır ve eğitim politikalarının belirlenmesinde de öncül bileşenlerden biri olarak ele alınacaktır. Ancak burada belli noktalara da değinmek gerektiğini düşünüyorum. Teknolojiyi üretmeye dayalı bir politika mı belirlenecek yoksa sadece kullanmaya mı? Teknolojiyi eğitim politikalarının belirlenmesinde bu kadar temele yerleştirebiliriz, fakat okullarımızın teknolojik altyapısı ne durumdadır? Eğitim ortamlarının tamamını teknolojiye aktarmak ya da teknolojiye göre tasarlamak bizlere pedagojik anlamda ne kadar katkı sağlayacaktır? Bunlar gibi pek çok sorunun da eğitim politikaları belirlenirken düşünmemiz gereken sorular olduğu ifade edilebilir. Bugün hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde teknolojinin giderek eğitim ortamlarında ve politikalarında daha fazla yer aldığını görüyoruz. Ancak halen pek çok geri kalmış ve gelişmekte olan ülkede insanların temel yaşam gereksinimlerini karşılayamadığı da ortada. O nedenle teknolojiye bu denli vurgu yapılması, temeldeki sorunlarımızı gölgelemektedir. Eşitsizlik, yoksulluk, temel kaynaklara erişememe gibi çok derin sorunlarımızın olduğu düşünüldüğünde teknoloji açısından politikanın belirlenmesi refah düzeyi yüksek ülkelerde görece daha iyi sonuçlar alınmasına yol açarken; diğer ülkelerde beklenen etkiyi yapmaktan çok uzak görünüyor.
Belki de politika belirlenmesi sürecinde en ön sırada yer alması gereken fakat en sonda yer alan değişken ise eğitimin bileşenleri olarak karşımıza çıkıyor. Eğitim daha çok piyasa ve siyasi ideoloji temeline oturtulunca öğrenciler, veliler, öğretmenler ve yöneticiler de bu yapının pasif uygulayıcıları konumuna indirgenmiş oluyorElbette ki uzmanlık gerektiren alanlarda öncelikli olarak uzmanlardan, politika yapıcılardan görüş alınacaktır, fakat temelde insan odaklı bir eğitim sistemi kurulacaksa bireyleri de temele alan bir politika sürecini işe koşmak gerekiyor. Dünya geneline bakıldığında hakim ekonomik sistem azınlıkta yer alan iyileri daha iyi pozisyonlara getirme, diğerlerini de ucuz iş gücü olarak değerlendirme amacı güdüyor. Bu diğerleri arasında iyi olanlar da bir şekilde sıyrılabilirlerse sosyal sınıf atlayabiliyorlar. Ancak eğitim bugün artık yoğun bir sosyal sınıf atlatma işlevi görmemektedir. Dolayısıyla bugün hem diğer ülkelerde hem de ülkemizde politika belirleme sürecinde bileşenlerin temel belirleyiciler olarak ele alındığını söylemek güç. Örneğin ülkemizde eğitime ilişkin politikalar merkezden hazırlanıp yerele uygulatılıyor. Oysa şuralar, sendikalar, öğretmen odaları (ki bizde yok) gibi çok daha geniş katmanlı bir politika belirleme sürecini hâkim kılmak gerekmektedir.
Birol Alğan: Dünya ve Türkiye ölçeğinde farklı toplumsal özellikler ve koşullar mevcuttur. Bu bağlamda sizce eğitim uygulamaları hangi niteliklere sahip olmalıdır? Bu niteliklerin birey ve toplumsal yaşam için katkıları neler olabilir?
Ruhi SARPKAYA: Eğitim temelde bireyin sosyo-ekonomik anlamda özgürleşmesini sağlama sürecidir. Bu yönüyle eğitim uygulamalarının bireyi düşündüren, eleştirel olarak sorgulamayı bir yaşam biçimi haline getiren, problem çözebilen, olay ve olgular arasındaki ilişkileri etkin bir şekilde kurabilen, dünyaya, yaşama, doğaya ve tüm canlılara ilişkin sorumluluk sahibi olmalarını sağlayan üretici bir şekilde kurgulanmasını bekleriz. Yine eğitimin içeriğinin, bireyin kendisini ortaya koyabildiği, özgür olarak yaşamda yer alabildiği, sorumluluk bilincini içselleştirdiği, öğrendiklerini üretime dökebildiği, özdenetimli olduğu, estetik anlayışına sahip olduğu bireyler yetiştirmeye odaklanması gerekmektedir.
Günümüz kapitalist anlayışına bakıldığında ise bu özelliklerin çok azının bireylere eğitim aracılığı ile kazandırılabildiğini görebiliyoruz. Hem ülkemizde hem de dünyada eğitim ciddi oranda rekabetçi, işbirliği, dayanışma ve paylaşımın temel değerler olmadığı, felsefeden, sorgulamadan uzak bir yapı ortaya koyuyor. Eğitimin ve eğitim ortamlarının ciddi oranda sınav ve akademik başarıya odaklı bu yapısı, yukarıda bahsettiğim ve insanı insan yapan erdemlerin ikinci plana itilmesine neden oluyor. Bu da zaten var olan toplumsal sınıf farklılıklarının derinleşmesine, azınlığın tüm dünya için kararlar aldığı ve çoğunluğun baskılandığı bir düzenin oluşmasına ve bunun yeniden üretilmesine neden oluyor.
Eğer bu yapıyı değiştireceksek, eğitimin içeriğinin ve eğitim ortamlarının bireyi merkeze alan, özgürleştiren, eleştirel bilince sahip bireyler yetiştiren, öğrendiklerini gerçek yaşamda uygulamaya dökebilen, paylaşmayı, dayanışmayı temel değerler olarak benimseyen ve yaşamı, doğayı ve canlıları seven, onlarla var olmayı isteyen bireyler yetiştirecek niteliğe bürünmesi gerekiyor. Okullar, Köy Enstitülerinde olduğu gibi kendi iç işleyişinde ve süreçlerinde demokratik uygulamalar yapmalıdır. Bu bağlamda okullarda hem işleyiş demokratik olmalı(uygulama) hem de demokrasi eğitimi (kuram) verilmelidir. Bu değerler yaşanabilir ve güzel bir dünyayı sağlamak için eğitim açısından olmazsa olmaz değerlerdir. Bu nitelikler sağlanabilirse hem bireylerin yaşamı hem de toplumların yaşamı daha anlamlı olacaktır.
Birol Alğan: Türkiye’de eğitim sisteminin toplumun ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılayıp karşılamadığına ilişkin olarak değerlendirmeleriniz nelerdir? Sizce eğitim süreçlerine katılan çocuklar ve gençler bu süreçlerden toplumsal koşullarda karşılaşacakları sorunları aşacak yetkinliklere erişebilmekte midir?
Ruhi SARPKAYA: Bu konuda bir örnek vermek isterim. Çeşitli akademik ve sosyal ortamlardaki tartışmalarımızdan, paylaşımlarımızdan şunu görüyoruz: Devlet okullarında çalışan öğretmenler bile çocuklarını özel okullara gönderiyorlar. Bu, kamusal eğitimin bugünkü durumunu özetlemesi açısından çok çarpıcı. Eğitimdeki en temel sorunlarımızın başında geliyor bence bu durum. Adım adım devlet okulları ayrıştırıldı, işlevsizleştirildi, başarısız kılındı. Bu durumda da özel okullara ve eğitimin piyasalaşmasına çok geniş bir alan açıldı. Elbette ki kapitalizmin ideolojisinin temelinde bu var. Ancak yukarıda saydığım uygulamalar aracılığı ile bu ideoloji her kesime kabul ettirildi, kamu okullarında çalışan öğretmenlere bile. Dolayısıyla eğitim sistemimizin toplumun ihtiyaç ve taleplerinden uzak şekilde kurgulandığını söylemek mümkün.
Ekonomik olarak böyle bir yapı kurgulanırken, öte yandan ideolojik olarak da muhafazakar bir anlayış buna eşlik etti. Zorunlu din dersi uygulamaları, seçmeli dersler, hem söylem hem de uygulamada muhafazakar değerlerin sürekli öne çıkarılması, eğitimin piyasalaşmasının yanında muhafazakarlaşmasını da haklı göstermeye hizmet etti. Bu durum da toplumun ve insanın gelişimi önünde önemli bir engel oluşturuyor. İnancı kişisele indirgemeyip kitleselleştirmek ve toplumsallaştırmak, bir ülkenin yüzünü aydınlığa dönmesinin önündeki temel engellerden bir tanesi. Yaşadığımız salgın döneminde dahi bilimden uzak, safsataların havada uçuştuğu, aşı karşıtlığının bu denli yaygın oluşunun temelinde de toplumsal dinamiklerle birlikte eleştirel, aydınlanmacı bir eğitim anlayışından uzak oluşumuzun yattığını düşünüyorum.
Peki çocuklar ve gençlerin durumu nasıl? Açıkçası hem gözlemlediğimiz hem de takip edebildiğimiz kadarı ile var olan eğitim sistemi çocuklarımızı ve gençlerimizi hayata hazırlamaktan uzak görünüyor. Çocuklar ve gençler sınavların mengenesine sıkışmış, en kısa yoldan iş sahibi olabilme arayışında, eğitimden çok da beklentileri olmayan bir görünüm çiziyorlar. Zaten eğitim sistemini bu şekilde rekabetçi, ayrıştırıcı, akademik başarı odaklı kurarsanız bu durum sürpriz değildir. Bir de bu yapıya var olan toplumsal adaletsizlikler ve muhafazakâr anlayışı da eklerseniz sonuç şaşırtıcı değil. Bir de şu durum var, çocuklar ve gençler mezun olduklarında temelde birkaç sorunla karşı karşıya kalıyorlar. Bunların başında işsizlik geliyor. Ne kadar yetenekli gençlerimizi mezun ediyoruz ancak iş piyasası, bu gençlerin istihdamına olanak sağlamıyor. Bu gençler şanslılarsa asgari ücretle, gündelik işlerle yaşamlarına devam ediyorlar, değillerse de aile yanında görünmeyen bir işgücü oluşturuyorlar ya da işsiz kalıyorlar. En acısı da nitelikli yetişmiş üniversite mezunlarımız yurt dışına gidiyorlar. Maalesef bu beyin göçü gelişmekte olan ülkeler açısından tam bir felakete yol açıyor. Böylece daha düşük eğitimli, daha az nitelikli bireylerle Türkiye’nin kalkınmasını bekliyoruz. Genç işsizlikteki başarısızlık da gençlerin kendini yetiştirememesi gibi basit bir nedene indirgeniyor. Dolayısıyla bu denli sert kapitalizm koşullarında temel sosyal ve yaşamsal değerler çerçevesinde yetiştirilmiş zeki, çalışkan gençler de bir süre sonra sistemin deliklerini bulmaya, kısa yoldan para kazanmaya itiliyorlar. Görüldüğü gibi kokuşmuşluğun temelinde insanların işsizlik girdabında değerleri umursamamaları yatıyor. Ancak yine de tüm bu olumsuzluklara karşın umut da var. Umudu kaybetmemek gerekiyor.
Birol Alğan: Son yıllarda eğitim alanında tartışılan konulardan biri de öğretmen niteliklerindeki dönüşümdür. Sizce Türkiye’de öğretmenlerin yükseköğretim düzeyindeki yetiştirilme koşulları öğretmenlerin hem kültürel ve sosyal sermayelerinin gelişiminde hem öğretmenlik mesleğini yapmada hem de mesleğin özlük haklarını koruma ve geliştirme konusunda öğretmen adaylarına yeterince katkı sunmakta mıdır?
Ruhi SARPKAYA: Geçen yıl YÖK eğitim fakültelerine kendi programlarını hazırlama esnekliği sağladı, ancak bildiğim kadarıyla EFDEK’in (Eğitim Fakültesi Dekanlar Konseyi) çalışmaları haricinde şu ana kadar geniş tabanlı bir çalışma yok görünüyor. Elbette ki programların hazırlanması uzun soluklu ve katılımcı bir anlayışla gerçekleştirilmesi gereken bir süreç. Ancak ben Türkiye’deki koşullarda programların fakültelere bırakılmasının çağdışı önyargılara dayalı ders içerikleri oluşturmaya gidebileceği kaygısını taşıyorum. Dilerim yanılırım. Zamanla, çalışmalar ilerledikçe durumun nasıl olacağını görebileceğiz.
Halihazırdaki programlar açısından bakacak olursak, konuyla ilgili birkaç noktanın önemle üzerinde durmak gerekmektedir. Birincisi eğitim fakültelerine öğrenci seçme süreci. Yürüttüğümüz Tahir Yılmaz’a ait doktora çalışmasında eğitim fakültesini terk eden öğrencilerle nitel görüşmeler gerçekleştirdik ve çalışma sonucunda çalışma grubumuzda bulunan ve fakülteyi terk eden öğrencilerin zaten öğretmen olmayı istemedikleri, aile-akraba baskısıyla eğitim fakültesini tercih ettikleri, puanlarının eğitim fakültesine yettiği için bu fakülteye geldikleri, aileden uzaklaşayım da neresi olsa önemli değil deyip farklı şehre gitme isteğiyle fakülteye geldiklerini gördük. Küçük çaplı bir araştırma olmasına rağmen bize bu konuda önemli oranda fikir verdiğini düşünüyorum. Öncelikle gerçekten öğretmenliği benimseyecek, öğretmenliğin mesleki değerlerini özümseyecek, öğretmenliğin aydınlanmacı bilincini taşıyacak, eleştirel düşünmeyi benimseyecek, öğretmenin sahip olması gereken temel niteliklere sahip adayları seçemiyoruz. Halihazırdaki seçme ve yerleştirme sistemimiz buna izin vermiyor. Sadece güzel sanatlar bölümlerine yetenek sınavı yapıyoruz, onda da zaten yetenek ölçülüyor. Dolayısıyla fakülteye girişte böyle bir aday kitlesi ile karşı karşıya kalıyoruz. Elbette fakültelere gelenler içerisinde daha ilk günden çok başarılı öğretmenler olacağını gördüğümüz pek çok öğrenci de var. Ayrıca çok fazla eğitim fakültesi açılmış, yüzbinlerce öğretmen adayı atama bekler hale gelmiştir. Bu da akademik başarısı yüksek öğrencilerin öğretmenlik mesleğine ilgi duymamasına yol açıyor.
İkinci olarak eğitim verdiğimiz süreçten bahsetmek gerekiyor. Programlar akademik bilgiye çok fazla odaklı, bireylerin sosyal gelişimlerini önceleyen, onları aktif kılan içerikler bakımından eksik olduğunu düşünüyorum. Örneğin, bir sınıf öğretmeni adayı muhtemelen ilk atamasında kırsal bir yere gidiyor. Bu aday lisans eğitimi boyunca kırsalı, oranın kültürünü, üretim ilişkilerini, toplumsal yaşamını vb. değişkenleri çok az tanıyor. Uzmanlık ve pedagojik açıdan çok donanımlı, fakat köye ya da kırsala gittiğinde çok başka bir dünyaya adım atıyor. Haliyle mesleğini yaparken bu anlamda pek çok sorun yaşıyor. Bir diğer açıdan baktığımızda, bazı bölümlerde 1 yıl ders gözlemi 1 yıl da haftada 6 saat olmak üzere öğretmenlik uygulaması dersi alıyorlar. Bu derslere de 4’er kişilik gruplar halinde gidiyorlar. Yani öğretmenlik uygulaması dersinde her hafta 1 ders saati anlatsa toplamda 28 saatlik ders deneyimi ile mezun oluyorlar. Bu açıdan uygulama bakımından çok yeterli bir öğretim programı olduğunu söylemek güç.
Yine, öğrenimleri sürecinde öğrenciler ekonomik olarak çok zorlanıyorlar. Az bir kısmı burs alabiliyor, büyük çoğunluğu kredi ile öğrenimlerini devam ettiriyor. Ya da ailenin durumu iyiyse aile desteği ile okuyorlar. Bu da onlar için üniversiteye, üniversite ortamına, üniversitede okuyan bir bireyin yaşaması ve deneyimlemesi gereken pek çok etkinliğe katılamamasına neden oluyor. Mesela bazen öğrencilere “Boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda evde arkadaşlarla oturuyoruz, kahvehanede oturuyoruz gibi yanıtları çok alıyorum. Dolayısıyla ekonomik açıdan zor durumda olmaları onları çok yönlü geliştirecek sosyal-kültürel faaliyetlerden, gezmekten, deneyimlerini artıracak faaliyetlerden alıkoyuyor. Bu durumda dört yılın sonunda ayakları yere basan, özgüveni yüksek, yaşama yüklediği anlamın üst düzeyde olduğu mezunlar göremiyoruz. Bu da onların yetiştirecekleri öğrencilere kadar yansıyor. Uzun vadede de eğitimde toplumsal olarak beklenen çıktıların elde edilmesini güçleştiriyor.
Sorunuzla bağlantılı olarak son noktada öğretmenlik meslek bilinci konusuna değinmek istiyorum. Bu anlamda da maalesef öğrencilerimizi öğretmenlik meslek bilincine tam anlamıyla sahip öğrenciler olarak yetiştiremiyoruz. Öğrenci zaten ilk yılı yeni üniversiteye başlamanın psikolojisiyle geçiriyor. İkinci yıldan itibaren hem akademik içerikli derslerle hem de öğretime yönelik derslerle mesleğe hazırlanıyor. Üçüncü sınıflar genelde eğitim fakültelerinin en zor yılı oluyor. Son yılda da zaten önceki yazdan itibaren KPSS stresi ve çalışmalarına odaklanıyor. Bu dört yıl içerisinde onlara öğretmenlik meslek etiği ve bilinci kazandırmak sadece derslerimizde bizlere ve/veya fakültelerin –yapılırsa- çeşitli öğretmenler günü etkinliklerine kalıyor. Bunlar da öğretmenlik bilinci, meslek bilinci kazandırmada çok yeterli olmuyor. Tabii burada daha önce de dediğim gibi öğretmen adayları zaten bu bilince göre de seçilmiyor. Dolayısıyla bu bilinci kazanmak öğrencinin kendi merakına, ilgisine ve tutkusuna kalıyor.
Eğitim fakültelerinde öğretim elemanlarının iş yükü çok fazla. Bu nedenle öğretim elemanları öğrencilerinin kişisel ve mesleki gelişimlerine yeterli zaman ve emeği harcayamıyorlar. Ayrıca çokça derse girmekten kendi mesleki gelişimleri de zayıf kalıyor. Öğretim elemanlarının iş yükünün temel nedenlerinden birisi kalabalık sınıflardır. Yani gereksinimden çok fazla öğrenci alınmasıdır. Bu durum, maalesef niteliği düşürmektedir.
Birol Alğan: Türkiye’de öğretmenlerin mesleklerini icra etmesinde karşılaştıkları ve onları olumsuz yönde etkileyen faktörler nelerdir? Bu faktörlerin ortadan kaldırılmasına yönelik olarak neler yapılabilir?
Ruhi SARPKAYA: Öğretmenlerin deneyimledikleri pek çok sorundan bahsetmek mümkün elbette. Öncelikle istihdam konusunda yaşadıkları sorunlarla başlıyor öğretmenler meslek hayatlarına. Sözleşmeli ve kadrolu öğretmen ayrımı sistemde ciddi bir sorun. Aynı işi yapan öğretmenler farklı özlük haklarına sahipler. Bu hiç de insani bir durum değil. Öğretmenlerin adaylık sürecini sözleşmeli geçirmesi gibi bir eğilim var bundan vazgeçilmelidir. Sistem içinde pek çok tecrübeli öğretmen bulunuyor. Niteliklerinizi ortaya koyarak, tecrübeli öğretmenleri birer mentor olarak yetiştirerek, yeni öğretmenlerle onları buluşturarak ve bu işi sözleşmelilik yapısından kurtararak 1-2 yıllık süreçle bu deneyimi kazanma süreci sağlanabilir.
İkinci olarak sistemin tüm yükü öğretmenlerin üzerine yıkılmış durumda. Öğretmen, yönetici, veli, üst yönetim ve bakanlık arasında sıkıştırılmış durumda. Sistemin en kolay ulaşılabilen ve en kolay hesap sorulan ögesi durumunda öğretmen. Ona sorulmadan politikalar, programlar yukarıdan gönderiliyor, yönetici yapacaksın diyor, öğretmen öğrencilerini biraz sosyal olarak yetiştirmeye kişilik açısından güçlendirmeye çalışırsa bu kez veli “olmaz, sınava çalıştır” diyor. Elbette öğretmenlerin içerisinde de mesleki bilince sahip olmayan öğretmenlerin de olduğunu yadsıyamayız. Ancak bütün bu değişkenler birbirini karşılıklı etkiliyor ve öğretmenlerin işe ve kendilerine yabancılaşma süreci başlıyor.
Öğretmenlerin mesleki anlamda kendilerini geliştirme, bu gelişimin karşılığını alma konusunda da sorunlar yaşadıklarını görüyoruz. Öğretmen yüksek lisans, doktora eğitimi yapıyor (her ne kadar 1 gün yasal izin hakkı olsa da bazı yöneticilerin kolaylık tanımadığını da deneyimliyoruz) ne maaşında gözle görülür bir artış ne de pozisyonunda bir yükselme oluyor. Diyelim ki bunları yaptı, bilimsel kongrelere katılmak istediğinde bir maddi yükle karşılaşıyor (Günümüzde kongrelerin kayıt ücretlerinin yüksekliğini de vurgulamak isterim). Öğretmenin elinde kendi çabası ve isteği kalıyor. Yani sistem öğretmenin mesleki ve akademik anlamında gelişimi konusunda çok kısıtlı. Bu durum da onun mesleğine bağlılığını olumsuz etkiliyor.
Öğretmenlerin maaşları çok uzun yıllardır ciddi bir sorun. Bakıldığında pek çok gelişmiş ülkenin öğretmenlerine göre maaşları çok düşük. Bir mesleğin çalışma koşullarının temelinde alınan ücretler yatmaktadır. Her ne kadar bizde öğretmenliğin duygusal boyutu hep ön plana alınsa da (Bir mumun diğerlerini bir yandan yakması bir yandan kendisinin erimesi gibi pek çok karikatür ile de görselleştiriliyor), öğretmenlerin hayatlarını da bu işten kazandıkları bir gerçek. Yani öğretmenliğin tanımının bu duygusal bağlamdan kurtarılması gerekiyor. Öğretmenler zaten bunun bilincinde, bir öğrencinin hayatına dokunmanın ne anlama geldiğini biliyor ve bu sorumlulukla işlerini yapıyorlar……
En ciddi sorunlardan bir tanesi de öğretmenliğin meslek odasının olmayışı. Mesleki örgütlenme, bir mesleğin olmazsa olmaz koşullarındandır ve böyle bir örgütlenme mesleğin niteliğini, saygınlığını ve etik ilkelerini belirleme ve ortaya koyma açısından gereklidir ve önemlidir. Ancak bugün sendikal yapıdaki örgütlenmeler ya kariyerde yükselme için bir araç ya da hukuki anlamda destek sağlama gibi amaçlara hizmet ediyor. Dolayısıyla temelde öğretmenlerin haklarını koruyan, özlük haklarını savunan, onları birlik içerisinde eğitim sistemimizin temel amaç ve ilkeleri çerçevesinde birleştiren bir oda yapılanmasına ciddi bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Birol Alğan: Türkiye’de sendikaların niteliklerine yönelik olarak farklı kesimler tarafından farklı değerlendirmeler yapılmaktadır. Sizce sendikaların öğretmenlerle olan bağlarının oluşmasında ve sürdürülmesinde etkili olan faktörler nelerdir? Sendikalar öğretmenlerin gelişimlerine ve taleplerine yeterince karşılık verebilmekte midir?
Türkiye’deki sendikacılık hareketleri, demokratikleşme çabalarına koşut olarak yarı feodal ve yarı sömürge koşullar içinde doğmaya başlamıştır. Bugüne kadar geçen sürede de Türkiye’nin feodalizmin kalıntılarından tümüyle sıyrılmış ve sanayileşmiş bir ülke haline gelmesi mümkün olmamıştır. Bu durum, Türkiye’deki sendikal hareketlerde, belli bir sınıf bilincinin egemen öğe olmayışının başta gelen nedenlerindendir. Küresel piyasanın yarattığı tahribat sendikalara ihtiyacı artırırken, sendikalar zayıflıyor; nesnel, örgütlenebilir tabanları genişlerken sendikaların temsiliyeti, üye sayısı azalıyor. Böylece sendikalar mevcut üyelerini korumak ve onların çıkarlarını savunmakla sınırlı faaliyet gösteren "dar çıkar örgütleri" ne dönüşüyor. Çekirdek işgücü, yüksek nitelikli ve görece yüksek ücretli ve görece güvenceli bir kategoriyi oluştururken çevresel işgücünün çalışma koşulları belirsiz, istikrarsız ve güvencesizdir.
Batı’da büyük mücadelelerle kazanılan sendikal haklar, zamanla dünyanın bütün işçilerini özgürleştirme misyonundan uzaklaşmıştır. Bunun temel nedeni, Batı emperyalizminin geri ve gelişmekte olan ülkeleri sömürge haline getirerek kendi ülkelerinde görece yüksek bir refah düzeyinin yaratılmış olmasıdır. Bu bağlamda emperyalist ülkelerde varolan sosyal refah devletinin temelinde emperyalist sömürü yatıyor. Günümüzde uluslararası sendikacılık hareketi de emperyalist ülkelerin sendikalarının hâkimiyeti altındadır. Bu örgütler kesinlikle anti-emperyalist değildir; tam tersine, emperyalist ülkelerin sömürüsünün ve kapitalizmin devamından yanadır. Emperyalist ülkelerde varolan sosyal refah devletinin temelinde emperyalist sömürü yatıyor. Emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının günümüzdeki en önemli kaygısı, ulusötesi şirketlerin yatırımlarını azgelişmiş ülkelere ve Çin Halk Cumhuriyeti'ne kaydırmalarıdır.
Bizim gibi ülkelerde ise anti-emperyalizm sendikacılık hareketinin en önemli ilkesi olmalıdır. Sendikalar, işçiliği, sınıf bilincini ve emek etrafında bütünleşmeyi ön plana çıkarmalı, mezhepçilik, bölgecilik, ırkçılık, dincilik ve bölücülük gibi farklılıkları ve ayrımcılığı körüklememelidirler. Bu gerçeği maalesef Türkiye’deki öğretmen sendikalarında da görmekteyiz. Sendikalar temel olarak emek sömürüsü üzerine mücadele vermeleri gerekirken, sürekli tali konular üzerinden mücadele yolunu seçiyorlar. Örneğin, bir sendika anadilini, bir diğeri karma eğitimi, din eğitiminin yaygınlaştırılmasını hedefine koyarken bir başkası ırkçı bir milliyetçilik yapabiliyor. Bu da öğretmen sendikalarını güçsüz hale getiriyor. Bir başkası da klasik bir Atatürkçülükle yetinebiliyor. Oysa sendikaların temel varlık nedeni eşitlik, adalet ilkesiyle emek sömürüsüne top yekûn karşı çıkmak ve bütün kötülüklerin temelinde mülkiyet olgusunun olduğunu göstermektir.
Eğitim örgütleri küreselleşmenin ve neo liberal politikaların saldırısı altında. Bunun somut göstergeleri şunlar olabilir: Eğitim sektörü metalaştırılıyor. Alınıp satılabilen sıradan bir metaya dönüştürülüyor. Bu olgunun doğal sonucu da eğitimde özelleştirmeler artıyor. Kısaca paran kadar oku deniyor. Kapitalist ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin eğitim pazarını ele geçirmek için Dünya Bankası IMF gibi araçlarla geri kalmış ülkelerin eğitim sektörünü çökertiyorlar. Beyin göçü teşvik ediliyor. Öğretmenler yoksullaştırılıyor. Öğretmenlerin iş güvenceleri ellerinden alınıyor. Sözleşmeli ve ücretli öğretmenler çalıştırılarak öğretmenlerin köleleştirilmeleri sağlanıyor. Programlar ülke gerçeklerinden koparılarak üretici konumları törpüleniyor, tüketici bireyler yetiştiriliyor.
Peki sendikalar bu zorluklar ve sorunlar karşısında ne yapabilirler?
Her türlü mezhepçi, dinci, ayrılıkçı, ırkçı sahte gündemlerden uzak durarak emeğin etrafında birleşilmelidir. Olaylara sınıf bilinci çerçevesinde bakmaya tekrar başlanmalıdır. Eğitimin temel bir insan hakkı olduğu gerçeği yılmadan sürekli savunulmalıdır. Sermayeyle birlikte emeğin de küreselleştiği gerçeği görülmeli ve buna uygun mücadele yolları aranmalıdır. Sendikalar üyelerinin her geçen gün beklentilerinin değiştiğini göz önüne almalıdır. Sendika yöneticileri katılımcı demokrasiyi oligarşik yönetim anlayışına boğdurmamalıdırlar. Eğitim sendikaları, ulusal çaptaki sendikal bütünleşmeyle yetinmemeli, dünya çapında diğer ülkelerdeki öğretmen sendikalarıyla da işbirliği içinde olmalıdırlar. Kısacası sendikalar emperyalizmin küreselleşme saldırısını, enternasyonal işbirliği ile yenecek yollar aramalıdırlar.
Birol Alğan: Türkiye’de öğretmenler okullarda ve daha üst seviyede yönetici olarak görevlendirilmektedir. Bu görevlendirmelerde hangi göstergeler kullanılmaktadır? Bu görevlendirme biçiminin kamusal hizmetin üretilmesini ve öğretmen ve yönetici ilişkilerini nasıl etkilemektedir?
Ruhi SARPKAYA: Her ne kadar eğitim yöneticiliğinde meslekten gelmek esas kabul edilse de yöneticiliğin bir uzmanlık alanı olduğu çoğu zaman gözden kaçırılmaktadır. Çok iyi bir öğretmenin çok iyi bir yönetici olacağını peşinen kabul etmek mümkün değildir. Bu nedenle öncelikle yöneticiliğin, başlı başına bir uzmanlık olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Konuya ilişkin birinci önemli nokta bu.
İkinci nokta ise görevlendirme sürecindeki sınav süreçleri. Yazılı sınav ve sözlü sınav olarak gerçekleştiriliyor seçme süreci. Sınav içeriği görece mevzuat ağırlıklı. Bu durum da yöneticiliğe ilişkin uzmanlık bilgisini değerlendirmekten uzak kalıyor. Bir de sözlü sınav konusu var ki, sözlü sınav halen ülkemizde nesnel bir sınav şekli olarak görülmüyor ve yapılamıyor da.
Görevlendirme konusuna gelince özellikle son yıllarda, çok yaygın bir şekilde kimi sendikalara üye öğretmenlerin yönetici atamalarında daha avantajlı olduğunu görüyoruz. Yani yönetici olmak için uzmanlıktan önce bazı sendikalara, vakıflara üye olmak gerekiyor.
Nihai olarak bu şekilde bir seçme ve atama süreci gerçekleştirildiğinde yönetici olarak atanmış öğretmen görevinin ilk 1-2 yılını işi öğrenmekle geçiriyor. Sonrasında ise okulun kültürünü oluşturmaya, insan ilişkilerini oluşturmaya çalışıyor, kimi çalışmalar gerçekleştiriyor. Sonrasında da zaten görev süresi doluyor. Bu sefer yerine bir başkası geçiyor. Süreç bu şekilde devamlılıktan ve uzmanlıktan uzak ilerliyor. Nitelik ve liyakate dayalı olmayan atama süreçleri de hem okul yöneticiliğinin işlerliğine hem de okuldaki öğretmenler arası dinamiklere ciddi zararlar veriyor. Bu da öğrenci başarısından okulun iklimine ve kültürüne kadar yansıyor. Tabii zaten liyakat değil sadakat esaslı bir sistem olduğu için de eğitimi, okulu geliştirici uygulama ve çalışmalar yerine sürdürümcü, baskıcı, sorunları hasır altı eden bir yönetim anlayışı karşımıza çıkıyor. Nihayetinde de kamusal ve bilimsel eğitim anlayışı bu durumdan olumsuz etkileniyor ve milli eğitim sistemimizin temel amaç ve ilkelerinden uzaklaşılmış oluyor.
Birol Alğan: Okul yöneticiliğinde liderlik kavramı son 30 yılda gittikçe ön plana çıkmıştır. Bununla birlikte liderlik kültürünün çalışanlar ve öğrenciler üzerinde baskı ve nesneleştirme süreçlerine yol açtığına ilişkin eleştiriler mevcuttur. Siz bu konuyu ve eleştirileri nasıl değerlendirmektesiniz? Eğitim kurumları nasıl yönetilmelidir?
Ruhi SARPKAYA: Mesleki anlamda liderlik kavramı daha çok işletme literatüründen alınmış bir kavram. Kavramın bu denli yaygınlaşmasında kapitalist sistemin çalışma ortamını biçimlendirişinin etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda sorunuzdaki eleştirilere katılıyorum. Tabii burada bir örgüt içerisinde sorumluluk alan, diğer bireyleri güdüleyen kişileri de yok saymamamız gerektiği görüşündeyim. Hele günümüzde liderlik artık klasik anlamda sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Çünkü dünya her anlamda çok karmaşık hale gelmiş, örgütlenme artmış, bilgi artık insan beynine depolanabilir olmaktan çoktan çıkmış, ileri teknoloji daha fazla eğitim ve beceri gerektirir hale gelmiştir. Böyle bir ortamda liderliği tek bir kişinin üzerinden tanımlamak olanaklı değildir. Artık bu koşullarda liderlik tek bir aklın değil çoklu aklın, uzmanlığın ortak kararları ile sürdürülebilir hale gelmiştir. Artık liderler çoklu aklın ancak sözcüsü olabilirler diye düşünüyorum. Böylesine bir liderlik anlayışı, otoriter/ diktatör/oligark eğilimleri de ortadan kaldıracaktır.
Liderlik eğitim alanında da çok popüler bir kavram, basit bir alanyazın taraması yaptığınızda en az 15 tür liderlikten bahsedebilirsiniz. Kavramın popülaritesi hem akademisyenleri hem de politika yapıcıları bu alana yönlendirse de aslında özünde bu kadar anlam yüklemenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi lidere bu denli atıf yapılması, diğer çalışanların örgüt içinde silikleşmesine, nesneleşmesine dönüşebiliyor. Bizim kültürümüz gibi dıştan denetimli bireylerin fazla olduğu kültürlerde de lider olarak ifade edilen kişilerin bir süre sonra tanrılaşması durumu da ortaya çıkıyor ve ciddi bir güç zehirlenmesi ile birlikte örgütte bir baskı ortamı oluşuyor. Burada liderlerin diktatörleşme sürecini anlatan Michel’in “Oligarşinin Tunç Yasası” kitabını anımsatmak gerekiyor. Tabiki G. Orwel’ın 1984 romanını da da unutmamak gerek. Her ne kadar liderlik alanyazınında katılımcı/paylaşımcı/işbirlikli vb. liderlik kavramlarından söz edilse de çalışanların hala ikincil olarak bırakıldığını liderlerin ise daha baskın olduğunu görüyoruz.
Oysa yöneticiliği ya da eğitim yönetimi olgusunu karara katılma, dayanışma, işbirliği, paylaşım ve birlikte yönetim gibi kavramlarla anmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bunun hem yönetici konumunda olan kişilerin güç zehirlenmesi yaşamaması ve daha demokratik bir tutum geliştirmesi hem de çalışanların yönetimde söz sahibi olması ve örgütü birlikte yönetme deneyimi yaşayarak baskı hissetmesinin önüne geçmek için gerekli görüyorum. Elbette ki okul yöneticisi bazı konularda öğretmenlerden daha uzman, daha deneyimli ve bilgili olacaktır ancak bu onu tek başına bir kurumun sahibi yapmaz. Eğitim kurumları öğrencisi, velisi, yöneticisi ve öğretmeni ile herkesindir, hatta toplumundur. Dolayısıyla eğitim gibi yaşamın en temel dinamiklerinden birinin merkezde olduğu örgütlerde liderlik kavramının bu denli kutsanmasını doğru bulmuyorum.
Eğitim kurumları öncelikle, tüm bileşenleri ile birlikte, ülkenin eğitim sisteminin temel amaç ve ilkeleri (Mevcut 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanununa uyulsa bile çok yol alınır) çerçevesinde, doğayla ve üretimle birlikte ve insan odaklı bir bakış açısı ile yönetilmesi gerekiyor. Sonrasında yöneticilik açısından uzmanlığın ve liyakatin ön planda tutulduğu bir yöneticilik anlayışına gereksinim var. Yine okul çevresinin hiçbir bireyini ötekileştirmeden, ayrıştırmadan ve yok saymadan, paylaşım, dayanışma ve birlikte gelişme esasına göre bir yönetim anlayışı geliştirmek gerekiyor. Tüm bunları yaparken de bilimden, aydınlanmadan, gelişmeden yana bir yönetsel yapı ve uygulama bütünü oluşturmak gerekiyor. Zaten tüm bunlar gerçekleştirildiğinde liderler kendiliğinden ortaya çıkacak ancak bu bir baskı aracı olmadan hep birlikte eğitim içerisinde yer almayı ve sorunları çözmeyi olanaklı kılacaktır.
Birol Alğan: Sayın hocam öncelikle zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ediyorum.
Ruhi Sarpkaya: Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. Aydınlık, üretici, mutluluk, umut dolu eğitim ortamlarına daha çok ulaşmak dileğiyle.
01 Kasım 2024 14:01
07 Kasım 2024 20:34
01 Kasım 2024 14:27
12 Kasım 2024 20:27
03 Kasım 2024 21:01
05 Kasım 2024 20:23
21 Kasım 2024 19:01
20 Kasım 2024 20:01
09 Kasım 2024 12:57
18 Kasım 2024 20:06