Anasayfa Künye Danışman ve Editörler Son Dakika Arşiv FacebookTwitter
Nirvana Sosyal Bilimler Sitesi Güncel Eleştirel Sosyal Bilimler Platformu

DAR BİR ÇIKMAZ…

SERPİL ARI YILMAZ

Kategori: Fikir Yazıları - Tarih: 18 Eylül 2021 10:27 - Okunma sayısı: 1.786

DAR BİR ÇIKMAZ…

DAR BİR ÇIKMAZ…
Başını gökyüzüne doğru kaldırmış manasız gözlerle bakıyordu, bulutlar da kararmıştı bu sabah, güneş inatla doğmayacağım işte der gibiydi. Yalvarıyor muydu? İsyan mı ediyordu? Belli değildi. Sadece bebeği göğsüne sımsıkı bastırmış öylece bakıyordu yukarıya…
Binlerce yıldır insanlığın her dara düştüğü an da gerçekleştirdiği eylemdi bu; dardaysan eğer gökyüzüne bak ve yardım iste…
Ne kadar çok yalvarırsan o kadar şansın artar…
Ne kadar çok haykırırsan o kadar daha artar…
Hicran, kucağındaki bebeğiyle isyan ediyordu o an.
Yine binlerce yıldır insanlığın sorduğu sorulardan birisini sorarak…
Neden? Diyordu. Neden ben? Neden biz?
Yardım istemiyordu gökyüzünde olduğu düşünülen Tanrı’dan, bu bir isyandı. Yaşamın, yaşamaya çalışmanın, yaşamak zorunda bırakılmanın isyanıydı…
-Ne istiyorsun? Söyle bana benden ne istiyorsun? diye bağırmak geçiyordu içinden.
Doğduğu günden yaşadığı şu ana kadar hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu.
Doyamadığı anası, 6 yaşında iki kardeşiyle üvey anne eline kalışı, çocuk olmadan 14 yaşında gelin olması, doğduğu köye hasret kalması, daha çocuk yaştayken herkesi memnun etme kaygısıyla canından can çıkararak, beş tane doğurması ama bir türlü kocasına bir erkek çocuk doğuramaması, suratlarında şer ile dolaşan kocasının ailesi… Yıllardır ev ile tarla arasında köle gibi çalıştırılması ve en son emeklerinin hepsine el konulmasıyla başlayan yokluk ile mücadelesi…
-Şimdi sen beni niye yarattın!
diye soruyordu Tanrı’ya
Niye yarattın sen beni söylesene ne zorun vardı bana?
Bu kadar çile bu kadar mücadele çok değil mi ey bağışlayıcı?
Bağışlayıcı olmuyor, Bağışlayıcı, ben bu kadarını kaldıramıyorum, ayrıca ben de seni bağışlamıyorum…
Sana yalvarmıyorum da bu bir isyandır sormadan yaratıklarına yüklediğin çilelerin karşılığı olarak!
Gökyüzüne dönük yüzüne, birkaç damla yağmur düştü. Düşen yağmur damlalarına aldırış etmedi.
Gökyüzü karara morara, sonunda patlamıştı. Ama sadece birkaç damlası yeryüzüne ulaşmıştı öfkeli bulutların damlalarından…
Tahta kapı, büyük bir heyecanla peşpeşe vuruldu. Hicran, o an kafasındaki düşüncelerden uzaklaştı ve oturduğu yerden kafasını kapıya doğru çevirdi. Ayşe koşarak kapıyı açtı. Gelenler Salih ve Ahmet Öğretmendi.
İkisi birden koşar adım Hicran’a doğru ilerlediler. Ahmet öğretmen, Hicran’ın kucağındaki bebeğe doğru eğildi, bebek yarı uyanık, yarı uyuyor vaziyette, ağzı yarı açık, yarım yarım nefes almaya çalışarak uyuyor gibiydi. Ahmet Öğretmen, elini bebeğin alnına koyarak ateşine baktı.
Elini hızla çekti.
Hicran'la göz göze geldiler.
Kalk Hicran Bacı, kalk hadi gidiyoruz! Bu bebeğin acilen hasteneye götürülmesi gerek, ateşi çok yüksek dedi.
Hicran, öğretmenin sadece yüzüne bakıyordu hiçbir şey söylemeden, bebeğin ateşi hiçbir şeydi aslında Hicranın içinde yanan ateşin yanında, bir kor düşmüştü yüreğine Hicran’ın tepki bile veremiyordu içinde yanan bu ateşten dolayı. Nefes alıyor muydu? Ondan bile emin değildi.
-Hicran Bacı kalksana! Duymuyor musun beni? Diye sesini yükseltti Ahmet öğretmen.
Hicran, sonunda sesini zor da olsa çıkartmayı başardı, Neyle? Nasıl gideceğiz? Yürüyerek yarın sabaha bile varılmaz şehre?
-Ayarladım ben Hicran Bacı. At arabasını koştuk bile Salih ile herkes kötü değil ya iyi insanlar da halden anlayan insanlar da var. Komşunuz Ali Çavuş’tan istedik atıyla arabasını, buraya gelmeden önce.
Hadi hadi şimdi bırak beni konuşturmayı çıkalım bir an önce
Hicran bebeğiyle önde, Salih ve Ahmet öğretmen arkada ilerlediler. Salih, at arabasının üzerine atladı ve Hicranın elinden tutup çıkmasına yardım etti. Ahmet Öğretmen de atı sürmek üzere, arabanın ön kısmına yerleşti, atın boynundaki ipleri eline doladı ve ipi atın sırtına hafifçe vurarak :Deh! dedi.
At, gelen komutla beraber hareket etti. Taşlı topraklı köyün içinden geçen yolda ilerlemeye başladılar.
Köyden çıkar çıkmaz Ahmet Öğretmen, atın daha hızlı gitmesi için biraz daha sert bir şekilde ata ikinci darbeyi indirdi ve :
Dehhhh! diye tekrar bağırdı.
Taşlı yolda ilerleyen, yan yana çakılmış yirmi tahtanın dört tekerleğin üzerine yerleşmesiydi at arabası dedikleri şey…
Hicran ve Salih, kenarlarında herhangi bir koruma bulunmayan arabanın üzerinde dengelerini korumak için ellerinden birini arabanın tabanına dayamışlardı. Araba çakıllı yolda var gücüyle sallanmaktaydı. Bulutlar daha da kararmıştı. Salih sessizce Hicran’a bakıyordu. Hiçbir şey söylemeye cesareti yoktu. Korku falan değildi cesaretini engelleyen, mahcuptu Hicran’a karşı. Bu yokluğun mahcubiyetiydi bir erkek için. Karısını, çocuklarını ellerin eline mahkum etmişti. Yine de Ahmet Öğretmeni ayrı tutuyordu diğer insanlardan. O olmasaydı şimdi ne yapıyordu, Allah bilirdi orasını. Belki de çekip vururdu babasını, çünkü muhtemelen kapısına giderdi ve o da onunla alay edip kovardı kapısından. Salih de işte o an çeker vururdu o çaresizlikle Osman Ağa’yı. Ya sonra? Sonra Osman Ağa mezara, Salih hapis damına…
Ya Hicran ve kızları, onlar ne olurdu? Kocasını ve babalarını öldüren oğlu da olsa kardeşleri de olsa Salih’in ailesine bakarlar mıydı? Sahip çıkarlar mıydı kızlarına ve karısına?
İçinden" Nah bakarlardı! "dedi ama.
O anlarda gözünde canlandı bir an Salih’in, hapis damına düşmesiyle bütün hınçlarını Hicran’dan çıkartacak olan ailesinin,Hicran'a ve kızlarına yapacaklarını düşündü. Hicran’ın abileri tarafından yerlerde sürüklenmesi, tekmelenmesi, saçının başının yolunması canlandı gözünde. Yaka paça atarlardı Hicran’ı köyden ve canı daha fazla yansın diye, kızları da vermez evlerine hizmetçi yaparlardı.
Ne yapardı o vakit Hicran, nereye giderdi? Kime sığınırdı? Hayırsız babasına mı?
Bir anda yüreği sıkıştı ve derin bir of çekti…
Of çektiği yerde, atı var gücüyle koşturmaya çalışan Ahmet Öğretmene baktı.
Allah senden razı olsun öğretmen, sen ne büyük adammışsın dedi.
Beyninden geçen düşüncelerin gerçekleşmemesine vesile olan Ahmet öğretmene, bir kez daha minnet duydu.
Yağmur, biraz daha serpiştirmeye başladı. Evden çıktıklarından bu yana, dakikada birkaç damla yağmur düşüyordu gökyüzünden ve yüzlerine gelmediği sürece onu da fark etmiyorlardı. Ama şimdi dakikadaki hızı artmıştı. Daha yoğun yağmaya başlamıştı.
Salih, Hicran’a, Hicran bebeğe bakıyordu.
Hicranın eli ikide bir bebeğin alnına gidip geliyordu. Kucağında çok sıkıp daha da yükseltmek istemiyordu bebeğin ateşini ama nedense canına sokası vardı Sitem'ini. Sanki canına soksa orada hiçbir şey olmayacak… Orada koruyabilecekti Sitem’i
-Ah Sitem ah bu neyin sitemi şimdi, bu neyin ateşi, neyin hastalanması diye geçiriyordu içinden.
At arabasının üzerinde, rüzgarla baş etmeye çalıştıkları anda yağmur aniden hızlanmaya başladı. Gökyüzü tamamen morardı ve ardı ardına şimşekler çaktı. Toprak şimşeği çeker diye yağmurlu havalarda köylüler pek evlerinden çıkmazlardı. Üzerimize şimşek düşer de ölürüz ya da sakat kalırız diye düşünürlerdi. Haklıydılar da! Daha önce şimşek çarpmasından ölen bir sürü insan olmuştu. Elektrik çarpmasının bir farklı biçimiydi netice de şimşek çarpması halk arasında.
Aslında gökyüzünün küfrüydü çakan şimşekler, öfkesiydi, ağzından çıkanı kulağı duymamasıydı…
Yaşanan acılara, yaşanamayan hayatlara, kötülüklere, kötülere, iyilik nedir bilmeyenlere, kalbinden hiç dere akamayan, sadece kirli suları tutanlara… Doğanın bir isyanıydı bu…
Hırsını şimşeklerle alıyordu gökyüzü de…
Yağan yağmurun yoğunluğu, herkesi ıslatmaya yetmişti. Birkaç dakika içinde yağmurun şiddetiyle sırılsıklam olmuşlardı, esen rüzgar atın hızlıyla birleşince daha da şiddetli esiyordu. Hicran, bebeğini korumaya çalışıyordu yağmurdan, kucağında bastırıp yağmurdan korumaya çalışıyordu ama bu defa da ateşi daha da artıyordu. Yine ağlıyordu Sitem, yüzüne temas eden yağmurun etkisiyle yarı baygın vaziyetten uyanmıştı. Bas bas bağırıyordu. Aşırı gürültüden duyulmasa da Hicran'ın kulaklarında, kudüm davulları çalıyordu adeta. Bütün tokmaklar aynı anda inip aynı anda kalkan binlerce Kudüm davulu…
Uğulduyordu kulakları Sitem bağırdıkça…
Sitem bebek, anlayacakmış gibi
-Tamam benim güzel kızım,
- tamam benim güzel anam,
-Tamam benim güzel Sitem’im…
Dese de Sitem sadece bağırıyordu.
Yağmurdan sırılsıklam olmuştu, rüzgarın etkisiyle yazması açılmış, saçından, gözünden sular yüzüne doğru akıyordu. Hicran da üşümeye başlamıştı. Salih, Sitem’i Hicran’dan almak istemiş ama Hicran, bebeğini her şeye rağmen kucağından bırakmamıştı.
Ahmet Öğretmen, var gücüyle bütün hıncını attan çıkarmaya çalışarak habire
- Dehhh dehhh!! Daha hızlı gitsene bee! Hay Allahım ya! Diye söylene söylene atı sürmeye çalışıyordu.
Bir bozkırın ortasında gibiydiler, uçsuz bucaksız bir ovada, sadece bir at, bir bebek, üç yetişkin insandan başka Allah’ın bir kulu yok…
Ahmet öğretmen, ara ara dönüp arkaya bakıyor ama elinden gelen başka bir şey gelmediği için tekrar yola odaklanıyordu.
-Neredeydi bu kahrolası şehir, bu köyler neden bu kadar uzaktıki sanki şehre!
Daha önce şehre uzak, farklı farklı köylerden kaç kişi kalp krizinden, kaç kişi yolda doğururken, kaç kişi tansiyondan, kaç kişi türlü türlü hastalıklardan şehre yetişemeden yollarda ölüp gitmişlerdi.
Köylüler, insan bile değildi bu toplumda, kendi kaderlerine terk edilmiş, kendi kaderlerini kendileri çizmiş, ne yönetenlerin, ne yaratanların umurunda dahi olmayan canlı türüydüler sadece. Dört yılda bir aklına geliyorlardı şehirlerdeki hükümdarların da…
Ne yolları, ne okulları, ne ürettikleri, ne tükettikleri kimsenin umurunda değildi…
-Cahil köylü işte ne olacak!
-Öğretmen gönderdik işte daha ne yapalım?
-Camii de yaptık!
- Yolu ne yapacaklar,elektiriği, suyu, arabayı, otobüsü…
-Otursunlar oturdukları yerde. Şehre mümkünse gelmesinler zaten…
Ahmet öğretmen, kendi kendine düşünüyordu bu cümleleri.
Kaderine terk edilmişti Anadolu insanı yüzyıllardır. Kendi mutluluğunu da kendi acısını da bir başına yaşamayı öğrenmiş. Kendi üretmiş, kendi tüketmişti…
Ne üretimine destek olmuşlar, ne tüketeceğin var mı diye sormuşlardı…

Hicran, dengesini koruyamayacak kadar üşümeye başlamıştı artık, zangır zangır titriyordu. Sağa sola yalpalıyordu. Korku ve üzüntü insanı daha fazla üşütür. Hicran’da bu iki berbat duygu da fazlasıyla mevcuttu o an.
Korkuyordu. Sitem’e bir şey olacak diye üzülüyordu da fazlasıyla ve titriyor, titriyordu…
Rüzgara karşı bir dal gibiydi, bedenini savunamıyordu, sallandıkça sallanıyor, Sitem’de bu arada bağırdıkça bağırıyordu.
Salih, bir hamlede karşısında oturduğu karısının yanına geçti, kollarıyla onu sarıp korumaya çalıştı. Tutup, kendine çekmek istedi, bu defa kendi dengesini kaybetti ama pes etmedi. Hicran'ı kolunun altına almayı, yüzünü omzuna bastırıp korumayı başardı. O an Sitem bebek gibi bağırmak geçti içinden, ama yine sustu Salih. Yağmurla karıştırdı gözlerinden akan tuzlu gözyaşlarını yüzünü yukarı kaldırıp Hicran’dan saklayarak…
Hicran’da tutamamıştı kendini Salih’in omzunda kendini güvende hissettiği an bırakmıştı artık o da gözyaşlarını, hiç kırıklarını. Salih duyuyordu, sarsılan omzunda. Hicran perişandı…
Aniden çekti omzundan kafasını, Sitem’e baktı, Sitem’e gözlerini ayırarak bir daha baktı. Bir şey olmuştu?
O an için ne üşüyor ne korkuyordu artık.
Sitem dedi.
- Sitem, Sitem!!!
Sitemi sallamaya başladı kucağında…
- Sitem! Sitem ağlasana Sitem!! …
-Sitem,! Sitem! Bağırsana Sitem! …
-Sitemm hadi yavrum benim ağlasana Sitem!! …
- Sitem diye diye Sitem'i havaya doğru kaldırıp sarsmaya başladı.
-Sitemmmmm !!
Diye haykırdı.
Ama Sitem, o minicik başını yana düşürdü. Ablasından kalma zıbını, üstünde bir serçe yavrusu gibi öylece kafası yan da tepkisizdi.
Hicran, yüreğine düşen korla Sitem! diye haykırdı. Gökyüzündeki şimşeklere kadar ulaştı sesi. Bir an gökyüzü bile acıdı Hicran’ın feryadına ve yağmur yavaşlamaya başladı. Hicran’ın çığlığıyla atın ipini çekip arabayı durdurdu Ahmet Öğretmen.
Hicran, bağrına bastı Sitem'ini, sadece Sitem diye bağırıyordu. Arabanın durmasıyla Salih bebeği Hicran'dan almaya çalıştı. Önce vermek istemedi Hicran bebeğini, ama ne vücudunda ne kollarında dermanı kalmamıştı. Pes etti ve Sitem’i babasına verdi.
Durduramıyordu kendini Hicran, içindeki ateşle arabanın üzerinden atladı toprak yola…
İki dizinin üstüne çöktü bağrını açtı ve bas bas bağırmaya devam etti bağışlayıcıya karşı
Neden? Neden? Neden ben? Bağışlayıcı neden ben? Neden?
-Sitem,
-Sitem,!
Debelendi durdu toprakta, alnını dayadı iki dizinin üstünde toprağa. Islanmış toprak çamurlaşmıştı. Gökyüzünün korkusu da merhameti de geçmiş, yağmur tekrar hızlanmıştı. Hicran iki elini saçlarına attı ve bir kez daha Sitem diye haykırdı. Kendini çamurlara batırıyor, ağlıyor, haykırıyordu…
Salih, bebeğinin ölüsüyle, at arabasının yanına çökmüş, Ahmet öğretmen, Hicran’ın feryatları karşında daha fazla kendini tutamamış ve o da sessiz sessiz ağlamaya başlamıştı.
"Başaramadık şehre yetiştiremedik" diye kendi kendine hayıflanıyor ve onun da gözyaşları yağmura karışıyordu.
Uzun ince, bitmek bilmeyen bu yolda, dar bir çıkmazdaydılar artık…
Hicran, Salih, Ahmet Öğretmen ve bir minicik SİTEM…

Yorumlar (0)
EN SON EKLENENLER
BU AY ÇOK OKUNANLAR
Diğer Fikir Yazıları Yazıları